Altmışlı yıllar, biraz da belgesel niyetine okunuyor. Bazen, eski yıllara ait siyah beyaz filmleri izlerken hikâyenin nostaljik içeriğinden çok, İstanbul dekorunu seyredersiniz ya da bazı edebiyat eserleri iyi niyetle sinemaya aktarılır ama ortaya “yüzeysel” bir şey çıkar ya, çağrıştırdığı böyle bir şey… Hep bir eksiklik duygusu hissediliyor, sanki bir “orijinali” varmış da sadeleştirilmiş gibi. Elbette, bir de, aydın/sıkıntı/bunalım vb. ekseninde yazılmış daha derin eserlerin varlığı da okuyucuyu buraya itiyor olmalı. Gene de, daha önce yazılmış ama bu romanın devamı mâhiyetinde olup 12 Mart öncesini ve 1970 sonbaharını konu edinen
Bir Uzun Sonbahar da, büyük beklenti içine girilmeden, “belgesel niyetine” tarafımdan okunmayı bekliyor.