Gönderi

ŞİİRİN EYLEYENİ: MUTMAİN OLUŞ YAHUT ALİ URAL’IN ŞİİRİNDE İMGE EVRENİ Karabatak ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor bir örümcek tüylerinin içinde bir rozet kadar sıcak bu homurtuyu ancak dik duran bir avcı çıkarabilir bu belalı harcı kancalı bir karga karabilir şamandıralar kopmuş kim açılabilir kapanan gökten zinciri bırak kanadından bir tüy koparttı ve onu büyüttü bir tüy daha koparttı ve sonra bir tüy deniz yılanlarından sağdı bu sütü servi köklerinde bir karabatak aklın sınırında vurulan nöbetçinin soluğu kesilmez derinde bin yıl sonra verilen nefesin keskin dişlerinde çırpınan balıkların gözleri hala parlıyor daldığı yer ölüm çıktığı yer aşk kara batsaydı gözleri gibi kardan adamın böyle üşümezdi dalgakıranda eli boş dönen balıkçıların lanetiyle kararmayarak Ali Ural Ali Ural 1959’da Samsun Ladik’te doğdu. 1989’da Merdiven Sanat dergisini çıkardı (24 sayı) 2005-2007 yılları arasında Merdiven Şiir; 2012’den bu yana da Karabatak dergisini çıkaran Ali Ural Fatih Sultan Mehmet Vakfı Üniversitesi’nde “Özgün Yazarlık” derslerini verdi. Bu çalışmalarını yayınevi bünyesinde de devam etti. 2010’da Türkiye Yazarlar Birliği “Deneme Ödülü”ne; Gizli Buzlanma ile 2013’te Türkiye Yazarlar Birliği “Şiir Ödülü”ne ve son olarak da “Uluslararası Abdullah Tukay Büyük Şiir Ödülü”ne layık görüldü. Eserleri: Şiir: Körün Parmak Uçları (1998) Kuduz Aşısı (2006) Gizli Buzlanma (2013) Öykü: Yangın Merdiveni (2000) Fener Bekçisinin Rüyaları (2011) Deneme: Posta Kutusundaki Mızıka (1999) Makyaj Yapan Ölüler (2004) Resimde Görünmeyen (2006) Güneşimin Önünden Çekil (2007) Satranç Oynayan Derviş (2008) Tek Kelimelik Sözlük (2009) Ejderha ve Kelebek (2010) Bostancı Bahane (2010) Peygamberin Aynaları (2016) Tercüme/ Araştırma Divan / İmam Şâfiî’nin Şiirleri (2002) “Kendine ayna olmuş yüreğin Başbaşa yaptığı karanlık ve duru söyleşi!” Charles Baudelaire Mutlak’ın örselendiği modernitenin çıkış noktalarından biri de bilgiye ulaşmadaki dolaylılığın çeşitlenmesi ve hakikate varacak yolcunun mesafesinin uzamasına bir katkı olsun yapabilmesidir. Ama gözden kaçan bir şey var ki o da yolculuk ne kadar uzasa uzasın mesafeleri seyre dalan şairin varlığıdır! Şair, artık çöllerde yitip giden biri olmayacak kadar temkinli bir duruşu beraberinde getiren sestir. O halde şiiri bir temkin aracı olarak görmenin sakıncası yoktur. Uzaklara yahut kurbağalara bakmaktan usanmış bir şairin görecek keskinlikteki gözünün gördüklerini aktarması da tam da bu noktada oldukça tehlikelidir. Temkinle tehlike arasındaki ilişkide, soyutlanmış bir dünyanın varlığı, en çok temkini yaralayacaktır. Bu yüzden şair, olabildiğince geniş bir şiir evreninde temkini her dem tetikte tutacak bir imge alanına sahip olması gerekir. İmge işçiliğinden ziyade deneyimleriyle tümüyle soyut ya da somut olmayan bir dünyanın varlığını da yine modernitenin ‘bu dünya’ imgesinden yola çıkarak elde edecektir. Her şiirin bir imge evreninden yani muhayyileden (imgelem dünyası) söz ederken imgenin hiyerarşik yapılanmada arketip, sembol ve metafor ile alegoriden sonra gelen en görünür tarafta olduğunu hesaba katmamız gerekir. İmgenin kaynaklandığı hayal ufku ya da muhayyile, bir itici gücün ısrarıyla ortaya çıkar. Kimi zaman sararmış bir yaprak, kanadı kırık bir kuş, koşan bir çocuğun düşmesi gibi sıradan bir olay ya da vak’a parçası, şairin muhayyilesinde yeni bir bağdaştırmaya yahut çağrışım evrenine kapılarını açar. Buna eklemlenen tarih, felsefe gibi entelektüel birikim de birlikte düşünüldüğünde imge evreni genişler ve arketip ile sembole nazaran daha dar bir anlam alanına sahip imgenin bunların zenginliğine ulaşması mümkün görünür. Hayal, şiiri canlı tutan, yeniye çağıran bir tazeliktir. Muhayyilenin bir şubesi olarak imge oluşumlarının baktığımızda görünen o ki modern şiirimizde imge, özellikle II. Yeni’yle başlayan süreçte nesneyle olan ilişkisiyle belirlenir. Daha ötede dünya şiirinde olduğu gibi bizde de düşünüş biçimlerinin evrilmesiyle imgenin yalnızca şairin iç dünyasıyla sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Anahtarı yalnızca şairde olan bir odadan söz ediyoruz demek ki. Gül, modernlik ağrısı içinde artık sembolik yahut mazmun değerini yitirmiş; her şairde hatta aynı şairin farklı şiirinde farklı kılıklar içinde karşımıza çıkmaktadır. Bu minval üzre 1990 yıllardan itibaren birçok türde ürünler veren Ali Ural’ın şiirlerine baktığımızda şairin imge evreninin bu yılların genel retoriği içinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Düşüncemizi daha da açarsak genel olarak şairlerin dünyasında 1980 sonrası apolitik bir düşünce ya da ‘ideoloji’ve ‘dünya görüşü’ ayrımının getirdiği okumaların bir noktaya yöneldiğini görürüz: Modernlik karşıtı söylem! Bir anlamda Baudelaire’in yücelttiği şehir, alaşağı edilirken George Orwell’ın 1980 adlı romanı modernliğin en büyük eleştirisi olarak okunur. Ancak Doğu’ya ait metinleri kendi dilinden okuyabilmesi bir şairi farklı kılar. Bu sebeple ki modernlik karşıtı söylemi, Daryush Shayegan’ın ifadesiyle ‘yaralı bilinç’ olarak değil kendi kusurlarını da gören bir yaklaşımla geliştiren şairin daha ileriye doğru atılması gerekir. Ali Ural da kör bir adamın dokunuşlarıyla açıkladığı ‘bu dünya’ algısını Körün Parmak Uçları adlı ilk kitabıyla tanımladı. Kitabın ana damarını oluşturan şiirlerde şehrin mutantan elbisesi, soğuk nesneleri, bir körün parmak uçlarında hissiz birer algıyken öte yandan Baudelaire’in tiksindiği tabiat, şairin imge evreninde sığınılacak tek mekân oluverir. Bu açık çatışma, uğultularla tanımlanan adres defterleriyle, isimleri çizilmiş ölülerin matemleriyle tasvir edilirken yaşamanın bir anafora benzetilmesi doğal bir sonuçtur: ah bu nasıl anafor/ ne çekiyor bu parmakları/ uçlarıyla dokunuyor/ ağaca, güneşe, taşa/ uçlarıyla kazıyor toprakları/ ah bu nasıl bir fosfor (Körün Parmak Uçları) Bu şiirin ve kitabının farkı da işte bu noktadadır. Hem modernliğe karşı olanların körlüğü hem de bir ‘kör’ün bile fark edebileceği bir duyarlılık! İki ucu da zehirli bir değnek! Yalnızca bir açıdan bakmayan geniş imge evreninde şiirsel özneler, gerek kelime dağarcığı ve gerekse şiirin iç sesine yaptığı vurgusuyla dış dünyanın kırılmış, kenarları keskin deneyimlerine yaslanır. Kimi zaman bir ‘buzlu ses’le örselenen söylemler, tabiatın da paslanan taraflarına atıfta bulunur: yeşil ciğerleri yosun tutan bir orman/ teneke ciğerleri pas tutan şair/ biliyor su kaç derecede kaynar/ biliyor bir gövde nelerden ibarettir (Muhteva) Tabiata yabancılaşmanın getirdiği şeyler bununla sınırlı kalmaz. Şehrin her şeyin taklidini öngördüğü dünyasında büyüyenler için de söylenecek bir söz vardır: bir göl nasıl uyandırılır bilmem/ beni karşısında görmek ister mi/ rüzgâr eğmişse kaşlarını/ kapısı mı vurulur (Bir Göl Nasıl Uyandırılır). Modernliğin bütün emareleri, çoğu kez dokunsal duyular aracılığıyla verilirken nedensizliğin, nesneler gibi birbirinden kopuk ilişkiler ağının öne çıkarıldığı görülür. Bu imge dünyasının genişliği kadar ilişkisizliğini de gündeme getirir: işte oyun odasında/ kolu kopmuş bir bebek (Oyun) Kuduz Aşısı, şairin ikinci kitabı. En az ilki kadar yaralı bir imgeyi barındıran bu adın gerisinde yine şairin etrafındaki her şey noksandır. Lirik duyarlılığın içsel sesini öne çıkaran şu şiirde olduğu gibi yaralı oluş, varlığı inciten bir eksikliğe dönüşür: bir mevsimi eksik duvara güven olmaz/ gölgesiyle zehirler, devrilebilir göğse/ meydanda omuz omuza veren tuğlalar/ bir kuş uçsa yıkılır nefes değse (nefes darlığı). Tabiattaki her şeyin ama aslında varlığın eksikliği, hemen her şiirin imge evreninin temel niteliğini oluşturur. Şairin buna dair önerileri vardır kuşkusuz. Çünkü yalnızca yanlışları dile getirmenin hamasetine sığınmak bir kolaycılıktır: ey büyüyüp küçülen, yer değiştiren can/ ne çıkar kaybolsan dokusunda ağacın/ iri dallar kollarınla örtsen yüzünü/ teyemmüm ederken girsen toprağa/ hayattan korksan su gördüğünde/ bir kapı olsa artık bütün yeryüzü/ açılırken kapanan, kapanırken aralık/ tetikle parmak arasında mesafe (Keskin Nişancı) Aynı kaygı bir başka şiirde bu kez Akira Kurusawa’nın Düşler filmindeki sahneyle hatıra getiriliyor: buyurun beraber söyleyelim, haydi hep beraber/ bu asmalar buhar gibi yükselip zeminden/ avizeler asıyor tavanına kırların/ değerek dudaklarımıza ama sadece değerek/ eşlik ediyorlar o tuhaf şarkıya hem/ bağbozumu boşanırken güzün gümrah garından/ haydi vakit daralıyor ve haydi hep beraber/ tünelden bir köpek sıçrayabilir her an (Hemzemin Geçitte Tuhaf Bir Şarkı) Kaygı, tek yanlı yani herhangi bir karşılık verilmediğinde çoğalan, psikoza dönüşen bir hastalıktır. Modern insandaki bu temel eksiklik, tatmin edici bir karşılık bulmalıdır. Her iki tarafın konuşabildiği ilişkilerde kaygıdan söz edilmez bir diğer deyişle. Ali Ural’ın şiirlerindeki uyarıların, tembihlerin her an karşımıza çıkması fıtrî bir tutum olarak sorumluluğun öne çıkması, kaygıları ortadan kaldıracak muhatapların varlığı bir teminat gibidir: melekleri rahat bırakmayacak gökte/ her şeyi bilen adamlar, her şeyi söyleyen ve/ resimlerinden sıfatlar sarkan/ her akşam leblebi kavuracaklar camekânların önünde/ vestiyere emanet, parlak ve nâdân (Gala) Kimi zaman şairlerin ilk kitaplarından itibaren bir seyir izlediğini ve bunun da bilinçli bir tercih olduğunu düşünürüm. Bir sıra halinde okunduklarında hangi imgelerin peşinde olduklarını görmek keyif verir. Ali Ural’ı birbirinden beslenen denemeleri ve mektupları gibi hikâyeleriyle bir bütün halinde görmek, şiirini de çözümleyebilmenin anahtarını verir. Birbirini tekrar etmeyen imge evreninin yanında çok farklı okumalara açık oluşu, bir ayna misali okuyucunun da buna bir karşılık vereceği anlamına gelir. Okuyucu da bu imgelerden yola çıkarak kendi imge evrenini oluşturur. Şairin son kitabı Gizli Buzlanma, baştan beri açık alaylamaya kaçmadan derinlikli bir ironinin penceresinden bakışın öznesidir. Dahası önceki kitaplarında sorulan sorulara karşın mutmain olmuş, kaygılarını geride bırakmış bir şiirsel öznenin de varlığını hissederiz. Sancısız ama bir o kadar da mutmainliğiyle gönenen bir bilincin Mustafa Kutlu’nun Yola Düştü Mürit adlı hikâyesinde olduğu gibi önünde açılan binaların yahut caddelerin de farkında olması doğaldır. Bu yüzden kırk kişinin doyduğu bohçasını kapattığında yine eksilmeyen bir şey olsa gerektir mutmainliktir bu. İmge evreni, belirli olaylar, kişiler ya da durumlarla sınırları belirlendiğinde doğrusu şiir, bir olay-şiiri olmaktan kurtulamaz. Onu genişleten şey, imgenin yaslandığı kültürel temeldir. Bu katman –birbiriyle ilişkisini koparmadan elbette- çoğaldıkça kendine özgü bir okurun da varlığını kabul etmek zorundadır. Her dizede açılan yeni cephe, imge bütünlüğünün bir parçasıdır. Okuyucu bu bilinçle hem imgelerin hem de şiirin bütünlüğünü gözetir. Ve nihayet şiiri okuduktan sonra şiire dair yeni bir imge alanı açar kendine. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı bu açıdan şanslı bir şiirdir. Her okur, durup bir kez olsun göğe baktığında bu şiiri hatırlar. Ali Ural, hem okuyuş bütünlüğü hem de akıcılığıyla imgeleri bir çatı altında toplayan poetik bir arka plana sahipken şiirinin gizli bahçelerini okuyucuya açmaktan geri durmaz. bu bahçeye girince güller yerin dibinde/ kızarıyor örsünde can çekişen nalları/ nerede birkaç adım birkaç adam seğirtse/ yüklerinin altında çürüyen omuzları/ gözlerinden anlarım kaçmak isterler ordan/ yaşlanıyor insan bu bahçeye girince (Bahçe) Şiirinin lirik bahçesi, türlü zenginliğe ve genişliğine rağmen her anlamı kendine çağırmaz. Dilin naif duruşu, bu şiirlerin birer madalyasıdır. İçe dokunan, içi sarıp sarmalayan bir dildir. Çoğu kez okuyucunun tarafından bakmayı öğütleyen bir dil. Telmih alanı geniş ancak herkesin kendine ayna tutacağı kadar aralık duran bir kapıdan bahçeye bakarken şiir, her okuyuşta yeni bir yorumla çıkar karşımıza. Bu, bir şiir için önemli bir kazanımdır. şiir dedikleri sen misin peçen dalgalanıyor sayhamla/ karşıya geçireceğim karşı kıyıdaysa kiraz ağacı seni/ karşı kıyıdaysa kulaç at boynuna sarılmadan önce/ kim öldürdü yaşarken cenneti seyrederek sonsuzluğunu/ sarraf ol can verme girmeden güzellik menziline (Şiirin Kıyısında) Bu şiiri, hem şiirin serüveni hem de fıtratın tembihlediği hallerimizin bir ifşası olarak okuduğumuzda doğrusu bir farklılık göze çarpmaz. Özellikle son iki dizede yoğunlaşan hükümler, birer deneyimin yanında doğruluğu tartışılamaz öngörülere de pencere açar. Sona doğru gelindiğinde eğer dostluğun bir şiiri varsa, bunu şairinde yalın ve hesapsız fazlasıyla görürüz. Yok eğer şiirin bir dostluğundan söz ettiysek işte o vakit dosdoğru bir dostluk görürüz yine. Dahası, Ali Ural’ın şiirleri bizim bize dostluğumuzu öngörür. İnsanın kendisiyle barışık olmasını salık verir. Güler yüzlü bir karşılaşma olmalıdır elbet. Çünkü insanın en çok kendisine ihtiyacı vardır. Bu sebeple Ali Ural’ın şiirleri daha çok bir ayna vazifesi görür okuyucusu için. Yıkıcı bir dünya tasavvuru yerine inancın, hakikatin, mutmain oluşun şiirlerdir bunlar. Bu sebeple lirik edasında kendine ait geniş bir odası hatta bahçesi vardır. Rengârenk ve sıcak bir bahçe. Kopardığınız meyvenin yerine bir meyve daha peyda olur. Bir anlam, bir anlam daha. Ve anlamlar çoğalır, çoğalır bütün etrafımızı kaplar. Temmuz Dergisi S.4 Kasım 2016
·
184 views
Zehr/a okurunun profil resmi
Epey uzunmuş hepsini okudum dersem yalan olur.
sır okurunun profil resmi
Samimiyetiniz için teşekkürler :) Ama sevgili A. Ali Ural’ın yazın diline dair okunmaya değer diye not düşeyim...
4 next answer
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.