Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Küresel Bir Süreç Olarak Demografik Dönüşüm: Mekânsal Bir Değerlendirme
Klasik anlamda demografik dönüşüm, Avrupa’nın deneyimlediği bir tarihsel olay durumundadır. “Modernleşme Kuramı”na benzer bir biçimde “Demografik Dönüşüm Kuramı” da Avrupa ülkelerinin yaşadığı demografik dönüşüm sürecinin karakteristiklerinden genelleme yaparak öngörüde bulunmaktadır (Rowland, 2006: 16; Weinstein ve Pillai, 2001: 233). Kuram, süreci deneyimlemekte olan ülkelerin/bölgelerin nüfuslarındaki yapısal değişimlerin düzenli bir sıra ve ortak bir gidişat içinde gerçekleşeceğini öngörmektedir (HÜNEE, 2010). “Demografik Dönüşüm Kuramı”na göre tüm toplumlar kaçınılmaz bir biçimde doğurganlık ve ölümlülük hızlarının yüksek olduğu bir durumdan (geleneksel demografik rejim) her ikisinin de düşmüş olduğu yeni bir duruma (modern demografik rejim) doğru dönüşüm yaşayacaklardır (Thompson, 1929; Notestein, 1953; Üner, 1972; Allman, 1980; Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği-TÜSİAD, 1999; Weeks, 2002; Marshall, 2003; Peters ve Larkin, 2005; Yüksel, 2007; Erdönmez, 2007). Bugün Avrupa (ve etnik-kültürel açıdan düşünüldüğüne ABD ve Kanada) dışında dünyanın geri kalanının hızlıca deneyimlemekte olduğu demografik dönüşüm süreci, gidişatı ve ortaya koyduğu sonuçlar bakımından, benzerliklerle birlikte, Avrupa’nın deneyiminden ve dolayısıyla da klasik izahlardan farklılaşan karakteristikler sergilemektedir. Daha açık bir ifadeyle, 1950’li ve 1960’lı yıllarda özellikle gelişmekte olan ülkelerde dikkat çekici düzeyde ortaya çıkan ısrarcı yüksek doğurganlık, sonrasındaki beklenenden daha hızlı düşüşlerle özelleşerek kendine özgü model yaratmıştır (Reher, 2004; Caldwell, 2006). “Demografik Dönüşüm Kuramı”nın bütün toplumlar için öngördüğü değişim karakteristiklerinde genel bir benzeşme olmakla birlikte, dönüşümün başlangıç zamanı ve dönüşüme neden olan etmenler konusunda bölgeler/ülkeler arasında tam bir mekânsal bir birliktelik ya homojenlik söz konusu değildir. Her ülke/bölge kendi toplumlarının tarihsel, sosyal ve ekonomik değişim süreçlerinin etkisiyle demografik dönüşümü kendine özgü bir biçimde yaşamaktadır (Lestheaghe, 1983; Coale ve Watkins, 1986; Watkins, 1987; Caldwell ve Caldwell, 2001). Bu nedenle günümüzde araştırmacıların önemli bir bölümü, demografik dönüşüm konusundaki klasikleşmiş söylemleri bir kenara bırakarak, sürecin gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde izlediği örüntüleri ve gidişatları incelemeye yönelmişlerdir. Özetle demografik dönüşüm, hem sürmekte olan bir süreç, hem de mekânsal düzeyde sorgulamalara muhtaç bir konu olarak, kuramlarıyla birlikte yeniden gözden geçirilmeyi hak etmekte ve literatürdeki önemini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, demografik dönüşüm sürecinin izlemiş olduğu yolları mekânsal düzeyde sorgulamak ve sürecin ülkeler düzeyinde hangi dağılış düzenlerini ortaya çıkarmış olduğunu saptamaktır. Ayrıca çalışmada, demografik dönüşüm sürecinin yarattığı örüntülerinin karakteristikleri ile gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerdeki demografik dönüşüm karakteristiklerinden farklılaşan yönleri üzerinde durulmaktadır. Demografik Dönüşümün Küresel Yapısı Bu bölümde ülkelerin demografik dönüşümü yaşamalarına ilişkin olarak öncelikle doğurganlık geçişine girişler ve ülkelerin gruplanmasına, sonra da ülke gruplarının demografik dönüşüm profillerinin analizine yer verilmektedir. 3.1. Doğurganlık Geçişine Girişler 19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 20. Yüzyılın sonu arasındaki yaklaşık bir buçuk asır, dünyanın hemen her yerinde esaslı demografik değişimin başladığı bir dönem olmuştur. Bu dönem demografik dönüşüm sürecinin önemli bir bileşeni durumunda olan doğurganlık geçişi bakımından kabaca iki önemli bölümden oluşmuştur (Şekil 2a). Birincisi, 19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 1930’lu yıllara kadar süren, yaklaşık yüz yılı bulan ve büyük çoğunlukla, etnik anlamda ABD ve Kanada dahil, Avrupalı nüfusun iştirak ettiği bir doğurganlık geçişi sürecidir. İkincisi, kabaca 20. Yüzyılın ikinci yarısını kapsayan, birkaç istisna durumundaki ülke hariç , dünyanın geri kalanının doğurganlık geçişini deneyimlediği bir süreçtir ... Demografik dönüşüm sürecinde Avrupa ülkelerinin doğurganlık geçişine girişleri bir kısmında 40 yılı ama büyük çoğunluğunda 60 yıldan daha fazla bir süreyi kapsamıştır. Oysa dünyanın geri kalanı doğurganlık geçişlerini yaklaşık 40-50 yıl gibi, Avrupa ülkelerine göre yaklaşık %50 daha kısa, bir zaman dilimine sığdırmıştır (Watkins, 1987; Bongaarts ve Watkins, 1996; Caldwell, 2001; Reher, 2004; Yüksel, 2007). Bu bulgu, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin demografik dönüşümü genel olarak Avrupa ülkelerine göre çok daha hızlı yaşadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Dünya tarihinin 1940’lı yıllarından sonrası, Avrupa, Kuzey Amerika’da ABD ve Kanada hariç, dünyanın diğer kıtalarındaki ülkelerin doğurganlık geçişlerini yaşadığı bir dönem olmuştur. 1960’lar ve 1970’ler, gelişmekte olan dünyanın -Orta-Kuzey ve Güney Amerika, Asya ve Afrika- doğurganlık geçişine iştirak ettiği bir dönem niteliğindeyse de, 1980’ler sonrası dönem, Asya’nın ve Afrika’nın geri kalan ve çoğunluk durumunda olan ülkelerinin doğurganlık geçişlerini yaşadıkları bir zaman dilimi durumundadır. ... gelişmiş ülkelerin 1940’lı yıllara kadar, gelişmekte olan ülkelerin ise 1980’li yılların sonlarına kadar doğurganlık geçişine girdiklerini belirtmek mümkündür. Az gelişmiş ülkelerin bu deneyimi çoğunlukla 1990’lı yıllardan itibaren yaşadıkları belirtilmesi gereken bir diğer noktadır. ... her ülkenin içinde bulunduğu toplumsal ve demografik değişim süreçlerine göre dönüşümün birbirinden farklı aşamalarında yer aldığı belirtilebilir. ... Bu çalışmada ülkeler, demografik dönüşüm sürecinde edindikleri konumları açıklayacak biçimde gruplanarak incelenmiştir: doğurganlık geçişine 19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 1935 yılı arasında girenler ‘Öncüler’; 1945 ile 1966 yılları arasındakiler ‘Yakın takipçiler’; 1968 ile 1980 arasındakiler ‘Arkadan gelenler’; 1980 ile 2005 arasındakiler ‘Geç kalanlar’ ve doğurganlık geçişine girişlerinin henüz esaslı olarak başlamadığı tespit edilen veya önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde başlaması beklenenler de ‘Direnenler’ adı altında gruplanmıştır (Çizelge 1). Buna göre, 177 adet ülkeden 44’ü ‘Öncüler’, 25’i ‘Yakın takipçiler’, 44’ü ‘Arkadan gelenler’, 51’i ‘Geç kalanlar’ ve 13’ü de ‘Direneler’ grubunda yer almış ve bu bilgiler Şekil 5’de sunulan dünya haritası üzerinde aktarılarak doğurganlık geçişinin ülkeler düzeyindeki küresel örüntüsü elde edilmiştir. ... “Öncüler” 44 ülkeden oluşmaktadır. Bu toplamın 35’i Avrupa, 3’ü Kuzey Amerika (ABD, Kanada ve Küba), 1’i Avustralya, 2’si Güney Amerika (Arjantin ve Uruguay) ve 2’si de Asya (Rusya ve Gürcistan) ülkesidir. G. Amerika ve Asya ülkeleri bir kenara bırakılırsa demografik dönüşüme öncülük eden ülkelerin etnik ve kültürel anlamda bir bütünsellik taşıyarak Avrupa ülkeleri ile ABD, Kanada ve Avustralya’dan oluştuğu belirtebilir. Aslında Arjantin, Uruguay, Rusya ve Gürcistan doğurganlık geçişini Avrupa ülkelerine göre daha ileri tarihlerde-1920’lerden itibaren- yaşayan ülkeler olmuşlardır (Çizelge 1). Dolayısıyla belirtilen bu son dört ülke için ABD, Kanada ve Avustralya’da olduğu gibi bir Avrupalı etkisinden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. ... Demografik dönüşüm sürecinde öncü rol üstlenen ülkeleri izleyen Yakın takipçiler, 14 Asya, 6 Kuzey Amerika, 2 Güney Amerika ve 2 Afrika (Reunion ve Morityus) ülkesinden oluşmaktadır. Elbette bu grupta yer alan Kuzey Amerika ile Sömürge durumundaki Afrika ülkeleri için (Çizelge 1) bir Avrupalı etkisinden bahsedilebilir. Ancak burada ilginç olan durum, “Yakın takipçiler” içerisinde Asya ülkelerinin çoğunlukta olduğu ve bu bağlamda Ortadoğu’da Türkiye ve İsrail’in; Uzakdoğu’da Japonya, Singapur ve Güney Kore’nin ve Güney Amerika’da Brezilya ve Şili’nin demografik dönüşüm konusunda 1945-1966 döneminde özel bölgesel pozisyonlara sahip olduklarıdır. ... Resmin büyük yönü itibariyle aslında “Arkadan gelenler” grubunda yer alan ülkelerin gelişmekte olan dünyanın temsilcileri oldukları dikkat çekmektedir. Bu grupta bulunan ülkelerin 19’u Asya, 9’u Kuzey ve 9’u Güney Amerika, 4’ü Kuzey Afrika ve 1’i de Avrupa’nın demografik dönüşüm süreci konusunda en geç kalan ülkesi olan Arnavutluk’tur. Aslında demografik dönüşüm profilleri birbirine çok benzeyen “Yakın takipçiler” ile “Arkadan gelenler” arasındaki en bariz farklılık, doğurganlık ve ölümlülük geçişlerinin “Arkadan gelenler” grubunda daha ileri yıllara ertelenmiş olmasıdır. Ölümlülük geçişine giriş “Yakın takipçiler”de 19. Yüzyıl sonu, “Arkadan gelenler”de 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, doğurganlık geçişine giriş ise sırasıyla 1960’lar ve 1970’lerde gerçekleşmiştir. ... “Geç kalanlar” grubunda 1 Kuzey Amerika (Belize), 16 Asya ve 34 Afrika ülkesi yer almaktadır. Afrika’nın özellikle kıta iç çeperinde bulunan ülkeler ile Asya’daki bazı Ortadoğu ülkeleri bu gruptadır. ... .... ölümlülük ile doğurganlık geçişine girişler arasındaki zaman farkı, doğurganlık geçişini erken tecrübe edinenlerde kısa, aksine, geç yaşayanlarda uzundur. Örneğin, “Öncüler”de ölümlülük geçişine girişin 5-10 yılı sonrasında doğurganlık geçişi gerçekleşmiştir. Fakat diğer ülke gruplarına doğru gidildikçe bu iki demografik gösterge arasındaki zamansal farklılık artmaktadır. 4. Tartışma ve Sonuç Avrupa ülkelerinin, özellikle de Batı Avrupa ülkelerinin, demografik dönüşüm sürecine öncülük etmiş olmaları, bugün çeşitli ülkelerin halen farklı aşamalarını deneyimlemekte olduğu demografik dönüşümü Avrupa’ya özgü bir tarihsel olay durumuna getirmiştir. Genel olarak 19. ve 20. Yüzyılların başları arasında ölümlülük ve doğurganlık geçişlerinin gerçekleştiği Avrupa’nın, kuramın da öngördüğü biçimde, köklü demografik değişimleri yaşayan dünyanın ilk bölgesi olduğu bilinmektedir. Bu süreçte Avrupa’yı öncü duruma getiren etmenler aslında 19. Yüzyıl öncesinde gerçekleşen tarımsal devrim üzerinde temellenmektedir (Bongaarts ve Watkins, 1996). Kırsal-tarımsal toplumdan emeğin ve zenginliğin daha çok kentlerde üretildiği bir toplumsal yapıya geçiş, Avrupa nüfusuna demografik açıdan bir dizi avantaj sağlamıştır. Daha Sanayi Devrimi öncesinde üretkenliğin ve dolayısıyla verimlilik artışının geçim konusunda yaşanan krizleri sınırlaması bunlardan biridir. Artan kırsal nüfusun yeni dinamik süreçlere iştirak etme istemiyle kentlere göç etmesi ve artan zenginlikle birlikte yiyecek çeşitliliği ve üretiminin gelişmiş beslenme ağını oluşturması da bunlar arasında sayılabilir. Belki de en önemlisi, yeni aile formunun oluşumunu sağlayan demografik davranışların değişimine yönelik fikirsel difüzyonun ve doğum kontrolünün kırsalı da kapsayacak biçimde yaygınlaşmasıdır. Burada elbette Sanayi Devrimi’ne eşlik eden kentleşme, toplumda okuryazarlığın, kişi başına düşen gelirin ve tüketiciliğin artışı ile sekülerleşme ve modernizasyon gibi toplumları topyekun değiştiren dinamiklerin üstlendiği rollerin de altını çizmek gerekir (Caldwell, 2006; Reher ve SanzGimeno, 2007; Yaukey vd., 2007). Ancak genel olarak, Avrupa için 19. Yüzyılın demografik dinamikleri, bireyler açısından doğal ve sosyo-kültürel çevredeki kısıtların zayıflamış ve daha fazla seçeneğin belirmiş olması önemlidir. Avrupa’da bu dönemde nüfusun geçimini sağlayacak kaynaklardaki artışlar, yeni tarım topraklarının yaratılması, ekonominin ağırlığının tarımsaldan endüstriyele kayması, sağlık koşullarındaki olumlu yöndeki değişimler, kontrollü doğurganlık ve yeni evlilik örüntüleri, geleneksel tip demografik rejimin katı çerçevesini büyük ölçüde değiştirmiş ve yumuşamıştır. Bu süreçler birlikte hareket ederek Avrupa’nın köklü toplumsal dönüşümünden sorumlu olmuşlardır (Watkins, 1991; Guinnane vd., 1994; Livi Bacci, 1998). Bu çalışmanın önemli bulgularından biri ölümlülük hızındaki düşüşlerin, kuramın da öngördüğü biçimde, doğurganlıktaki düşüşlere öncülük etmiş olmasının küresel düzeyde geçerli olduğudur. Ölüm hızındaki öncelikli düşüşlerin Avrupa’da özellikle 19. Yüzyılda veba ile birlikte salgın hale gelebilen pek çok hastalığın, gelişen tıbbi teknoloji ve bireylerin hastalıklara karşı daha korumacı tavırlar geliştirmeleri sayesinde ortadan kaybolması ile ilgisi bulunmaktadır (Livi Bacci, 1998). Ancak bu noktada kıtlıkların azalmasını getiren tarımsal verimlilikteki artışın yeni ekonomik örgütlenme biçimleriyle etkileşimini, kişi başına düşen gelirin artışını ve sosyo-kültürel pratikler açısından bireylerin salgın hastalıklara karşı tedbirli davranmalarını birlikte düşünmek gereklidir. Ölüm hızı yavaşlayınca doğal olarak demografik büyüme, hızlı nüfus artış hızı, harekete geçmiştir. Ebeveynlerin dünyaya getirdikleri çocukların hayatta kalma oranları artınca, doğurganlığın sınırlandırılmasına yönelik yeni tutum ve davranışların kontrollü doğurganlığa dönüşümü de zor olmamıştır. Ancak bu dönüşüm, Şekil 4’te sunulan grafiklerde (kaba ölüm ve doğum hızındaki azalmalar arasındaki zamansal farklılıklar) açıkça görüldüğü üzere zaman gerektiren bir değişim sürecidir. Dolayısıyla ölümlülüğün azalışına dair evrensel bir cevabın olduğu açıktır (Mason, 1997). Diğer taraftan kentleşme ile birlikte gelişen yeni tutum ve davranışlardan biri olarak çocuğun daha iyi koşullar altında yetiştirilmesi, çocuğun ebeveynlere yüklediği maliyeti artırmıştır (Lestheaghe, 1983). Bu artış, eski tip demografik rejime göre çocuğun daha ileri yaşlarda bağımsız ücretliye ve üreticiye dönüşmesiyle birlikte gerçekleşmiştir (Livi Bacci, 1998). Dolayısıyla ebeveynlerin çocuk yetiştirmede karşılaştıkları maddi ve manevi zorluklar zamanla artmıştır. Aile geliri yükseldikçe daha da artan çocuğun bu maliyeti, doğurganlığın kontrollü forma dönüşmesinde ana etken durumundadır. Bu tutumsal-davranışsal değişim, toplumda yüksek doğurganlığı özendiren norm ve değerlerin yıpranmasına yol açarak düşük doğurganlık konusundaki yeni fikrin bireylerce kabulünü kolaylaştırmıştır (Newson vd., 2005). Doğurganlığın burada belirtilen evirilmeye henüz dönüşemediği ülke grubu “Direnenler”dir. ... ... kabaca 1930’lar öncesinde tüm toplumlarda doğurganlık ve ölümlülük arasındaki ilişkinin, uzun yıllar, durağan kaldığı söylenebilir. Ülkelerin uzun yıllar içerisinde elde ettikleri sosyo-ekonomik gelişmeler de göz önünde bulundurulursa, demografik dönüşümün, muhtemelen, her yerdeki ekonomik gelişmeye paralel bir hızda ilerlemediği ifade edilebilir. Dolayısıyla, demografik dönüşümü başlatan temel etmen ölüm hızlarının azalması gibi görünse de, süreci ilerleten veya hızlandıran ikincil ya da üçüncül faktörlerin önemi göz önünde tutulmalıdır (Bryant, 2007). Örneğin, en bariz biçimde “Yakın takipçiler”, “Arkadan gelenler” ve “Geç kalanlar” gruplarındaki ülkelerde “gelişmekte olan ve az gelişmiş dünya” ekonomik gelişme düzeyinin gelişmiş ülkelerle aynı düzeyde olmadığı fakat bu ülkelerin de esaslı demografik dönüşüm modelleri ortaya çıkardığı yorumu yapılabilir. ... farklı toplumların ve/veya ülkelerin düşük ölümlülük ve düşük doğurganlığa doğru izledikleri yolların birbiriyle çok benzer olmadığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda dönüşüm kuramının öngördüğü olaylar düzeninin ve süreci ilerleten işlemsel mantığın mikro-mekânsal düzeylerde bütün ülkelere ya da toplumlara uymasını beklemek doğru olmayabilir (Yüceşahin, 2009). Diğer yandan demografik dönüşümdeki belki de en evrensel öğenin doğurganlığın kontrollü biçime dönüşmesi olduğunu ileri sürmek daha rasyonel bir ifade olacaktır. Elbette bu noktada daha yerel koşullar veya ülkeler düzeyinde düşünüldüğünde toplumların kültürel ve geleneksel yapılarının, küresel süreçlerden etkilenme biçim ve hızlarının, bazı yerlerde uygulanmış olan nüfus politikalarının ve tarihsel olarak dalgalanmalar gösteren ekonomik gelişme eğilimlerinin demografik dönüşüm süreçlerinde sapmalar ve istisnalar yaratabileceği akılda tutulmalıdır. Genel olarak, doğal nüfus artış hızlarının ciddi düzeyde gerilemiş olduğu “Öncüler” ve nüfus artışının hala bir problem olduğu “Direnenler” grupları dışında, demografik dönüşüm sürecinde gelinen bugünkü noktanın gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere daha uzun zamana yayılan orta ve yüksek düzeyli nüfus artışını getirmeye ve genç nüfus yapısını bahşetmeye devam ettiği belirtilebilir. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/33/157...
101 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.