Gönderi

Hayat aslında öyle acaip bir şey ki... Gözümüzün önünde ne eğitici sahneler oynanıyor da farkında bile değiliz. Bugün tam öğle vakti bir simitçiyle burun buruna geldim. Şu eski zaman simitçilerinden, hani başının üstünde tablayla taşıyanlardan. Koca tabla dolu, dörtte biri filan satılmış simitlerin. Az daha çarpışacaktık, o simitçikler yollara saçılsaydı ne üzülürdüm diye düşünürken göz göze geldik adamla. “Simit alsana abla...” dedi. Simite bayılırım. Yani küçüklüğümden beri öyle. Üç gün yurtdışına çıksam en çok ne özlersin Türk yemeği deseler, hiç düşünmeden simit derim. Günün her öğününde de bayıla bayıla yiyebilirim ayrıca. Tam elimi cebime attım ki, adam ikinci cümleyi söyledi. “İşler çok kötü. Kimse almıyor”. Hani filmlerde flashback olur ya, zamanda geri giderler birden; aynen öyle oldum. Ben bu adamcağızı bir ay önce yine aynı civarda görmüştüm. Yine yüzünde aynı mutsuz ifade, yine “Kimse simit almıyor” demişti bana. İçim sızlamıştı duyunca. Anında beş simit birden alıp onu mutlu etmeye çalıştıydım. Hatta beş simit parası değil, on simit parası bıraktıydım eline. “Daha yok mu abla, biraz daha alsaydın” demişti. Bu defa dümdüz baktım yüzüne. İçimden “Güzelim simitler bu enerjiyle satılmaz ki...” diye söylendim. Hani şöyle bir canlı canlı bak, “Çıtır bunlaaar, enfes simiiiit” diye bir seslen mesela. Biz çocukken simitler ne kadar gevrekse simitçi de o kadar gevrek gevrek bağırır diye düşünürdüm ben. “İlahi adam...” dedim. Almadım. Biraz yürüdüm, ama bilemedin yirmi- otuz adım... Tam köşede, karşıdan karşıya geçeceğim, cam vitrinli arabasını iten bir adamla burun buruna geldim bu defa. Dalgın dalgın da gidiyorum, aklım simitçide. Hem almadım, hem de vicdan azabı içindeyim, alsa mıydım acaba diye. Cam arabaya da gözüm takıldı, o da bir şey satıyor herhalde, ama içi boş. Arabayı iten adamcağız anladı , bir şeyler söyledi. Hani dalgınken bazen ilk söylendiği anda lafları duymazsınız, sonra yankılanır ya kulağınızda... “Kusura bakma abla...” gibi bir şey dedi. Niye ki? Durdum baktım yüzüne. Simitçiden çok daha yaşlı bir adam. Kısa boylu, zayıf, esmer, bıyıklı, ama mis gibi traşını olmuş. Üstü başı dökülüyor, ama saçları taralı. Gözleri var ya, ışıl ışıl parlıyor. Benim soran bakışlarımı görünce neşeli neşeli konuştu yeniden: “Kusura bakma abla, börek vardı ama hepsini sattım.!” İçimden diyorum ki, “Bu kadar da tesadüf olmaz ki, nasıl bir şey yaşıyorum ben?? “ Ama adamın enerjisini anlatamam size. Yüzünde güller açıyor. “Sana veremiyorum abla, valla da billa da hepsi birden satıldı.!!” dedi yeniden neşeyle. Birden ben de ağız dolusu gülmeye başladım. “E, ne güzel!” dedim. “Bereketli olsun, gözünaydın.” Sağol dedi başıyla asker gibi selam vererek. Öyle de komiğiz ki, gülüyorum şu anda yazarken, neredeyse sarılıp zıplayacağız adamla. “Satışın hep bol olsun “ dedim ben. Sonra karşıya geçtim yürüyorum, baktım arkamdan sesleniyor, “Sağlığına duacıyım ablam, varol, sana dua edeceğim” diye. Bütün gün düşündüm durdum. Bilgisayardaki toplumsal farkındalık videolarından birinin içinde oynuyor gibiydim diye. :) Bu tür garip şeyler ben yazayım diye mi benim başıma geliyor bilmiyorum ki...:) Gözümün önüne Simitçinin yüzü geliyor. Asık suratlı, bezgin, darmadağın. Sonra Börekçinin yüzü geliyor ışıl ışıl. Birisi, herkesin sevdiği ve sokaktan almaya alışkın olduğu gıdayı dilenir gibi satıyor, hatta dilenme malzemesi yapmış. Diğeri ise güler yüzüyle, tatlı diliyle “Aman her yerden alınmaz” diye seyyar satıcıdan kolay kolay alınmayan böreklerini satmış bitirmiş, hala da şükürler içinde, etrafa dualar ederek yürüyor. İnsan iş hayatında da böyle işte diye düşündüm. İlla simit ya da börek satmamız gerekmiyor. Koca bir şirketin genel müdürü de olsanız, küçük bir memur da, bir devlet hastanesinde doktor da olsanız, bir avukat , bir mühendis de, ve hatta temizlik görevlisi, ve ne bileyim inşaat işçisi... Bir insanı diğerlerinden farklı yapan şey sadece “bakış açısı”. O var ya, tüm enerjinizi değiştiriyor. Sudaki halkalar gibi, sadece kendi gününüzün akışına değil, karşılaştığınız her insanın gününe dokunuyorsunuz. Figüranmış gibi görünseniz de, tüm filmi değiştiren kısa ve vurucu bir rol oynayıp öyle geçiyorsunuz sahneden. O iki adamın hayat hikayelerini bilemem. Hangisinin yaşam yolculuğu daha zordur takdiri bana düşmez. Konu, hayatın kimi nasıl sınadığı değil aslında. Konu, “sınavdaki sorulara nasıl yanıt verdiğimiz.” Sınavı geçip geçemediğimiz tam da bu aşamada belli oluyor işte. Elimizde koca bir tabla simit veya bir cam araba dolusu börekle çıkıyoruz yola. Satıp satamayacağız sadece bize bağlı. Kendimizi kurban hissederek, acındırarak sattığımız simitleri bir kişiye bir kez satabiliyoruz. Üstelik sattığımız şeyin tadı tuzu da olmuyor. Ama özenle, güler yüzle, tatlı dille , iyi niyetle çıktığımız yollarda tüm börekleri satmakla kalmıyoruz, o insanların ağzında da, gönlünde de hoş bir tat bırakıyoruz. Sonuçta işin özü şu galiba, her ne isen onun en iyisi olmaya çalışmak. Hani aynen Aziz Nesin’in şiirindeki gibi : Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun Düşün düşünebildiğince üç boyutlu Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya Sanki senden önce düşünen hiç olmamış Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum Düşlerini som somut görüp şaşsınlar Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz De ki bütün işe yarayanlar İşe yaramaz sanılanlardan çıkar. “İşe yaramak” göreceli bir şey. Kimi zaman da sokaktan geçen bir seyyar börekçi kadar işe yarayan olmak ister insan. Bige Güven Kızılay
·
16 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.