Gönderi

536 syf.
10/10 puan verdi
Romanı bir seyahatname tadında okudum desem yeridir.
Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı epey bir zamandır masamdaydı. 533 sayfa. Kalınlığından olsa gerek cesaret edip elime almamıştım. Bitirmek şimdiye kısmetmiş. Allah razı olsun şu Mücellâ'dan. Nar Ağacı’nı okumam için sıkıştırmasaydı ben oturduğum odadan, bir resmin peşine düşüp ya da düşürülüp hiç görmediğim Trabzon'u nasıl gezerdim? Bizi Tebriz'e götürecek Yasemin’i nasıl tanırdım? Ya da Zehra'yı? Zehra'nın yaptığı sardunya resimlerini? Türk'ün, Ermeni'nin, Rus'un, Acem'in ve Rum'un Osmanlı bayrağı altında bir arada kardeşçe yaşadıklarını nasıl öğrenirdim?” Kitap, “Şu andan itibaren her şey kurgudur, tarihi gerçekler müstesna.” cümlesiyle başlıyor. Kitabı bitirdiğimde, Trabzon, Bakü, Tebriz, Taht-ı Süleyman, Isfahan, Şiraz, Yezd, Batum, Tiflis, İstanbul, Samsun dolaşmış oldum. Nasıl mı? Görünmez yazarımızın görünür kelimelerinin peşine takılarak. Yazarımız bu romanında anneannesi ve dedesinin hikayesini anlatıyor. Ama hikaye öyle bilindik bir hikaye değil. Birkaç resim, belki birkaç hatıra. Biz bu birkaç resim birkaç hatıranın izinde dolaştırılırken; 93 Harbine, 1912 Balkan Savaşı’na, 1914 Birinci Dünya Savaşı’na, 1915 Osmanlı Ermenilerinin tehcirine, Rusya’daki Bolşevik İhtilali’ne de tanıklık ediyoruz. Belki biraz hayretle savaşın gerçek yüzüyle tanışıyoruz. Biz iki tarih arasındaki çizgiye sıkışan savaşların, “Şu galip gelmişti, bu mağlup olmuştu.” deyip sebep ve sonuçlarına bakıyoruz. Oysa tarih kitaplarındaki o soğuk cümlelerin ardında ne mahşerler, ne sıcak yaşanmışlıklar var. Açlıkları, sefaletleri, soğuktan donmaları, kaybedilen ayakları, bir daha dönememeleri, üzerine kireç dökülüp belki canlı canlı kavrulan yürekleri okuyoruz bu kitapta. Hayalleri, kırık kafiyeleri, ah’ları, günahları, siyahları, simsiyahları ve dünyadan melekvâri uçuşları okuyoruz. Geride bırakılanları, yavukluları, yavruları, anaları, evleri, beline balta vurulmuş yaralı nar ağaçlarını okuyoruz. Basiretsiz yöneticileri, ya da kendini bile yönetemeyen iyi niyetlileri, vampir fırsatçıları, çeteleri, çetecileri, yakılmış yıkılmış evlerin dumanları arasında inleyip yardım isteyen kadınlara çullanan şeref yoksunlarını okuyoruz. Ve anlıyoruz ki, kötülüğün ırkı, dini, milleti yoktur. Hikâye içinde hikâye. Yazarımız yazmaktan yoruldu ama ben okumaktan yorulmadım. Ben bir roman okudum, aslında iki roman mı desem. Yok yok, belki de üç. Birincisi, Setterhan, Azam, Piruz üçlüsünün hikâyesi. İkincisi Hacıbey, Büyükhanım, Zehra, İsmail ve Celil Hikmet’in hikayesi. Ve üçüncüsü yazarımızın dedesinin ve anneannesinin peşine düşme macerası. İki nehirdir Setterhan ve Zehra. İki ayrı koldan akan. İşte yazar, bu iki nehrin birleşme anındaki coşkunluklarını yüksekçe bir yerden izleyip bize anlatıyor. Romanı bir seyahatname tadında okudum desem yeridir. Anlatılan öyküler de güzeldi elbet, ama gezdirildiğim yerler çok daha güzeldi. Her gittiğimiz yerin mutlaka kapalı çarşısını, varsa tarihi yerlerini, mabetlerini gezdik. Ya şimdide ya geçmişte. Tozlu yollar arasında kalan dağlar, birini geçiyorsun diğeri; onu geçiyorsun bir diğeri. Bir iniyorsun bir çıkıyorsun. Taht-ı Süleyman yollarında yolunu kaybediyorsun; ama bu kaybedişten memnunsun. Otobanın o gri soğuk yollarında değil, dağların bayırların arasında, kuşlarla beraber ağaç gölgelerinde, belki bir çeşme başında, çimenliklere kurulan yer sofrası tadında molalarla yolculuğuna devam ediyorsun. Nar Ağacı’nı okudum ya. Gerçekte tehcirin ne olduğunu öğrendim. Türk ve Ermeni iki komşu. Ermeni kadının kocası yok ama ufak bir kızı var. Emir geliyor. Nice zamandır ekmeği, aşı, sevgisi, acısı paylaşılmış, yaşını başını almış komşu Ermeni kadın diğer Ermeniler gibi tehcire zorlanıyor. Kızı çocuğunu Müslüman komşuya bırakıyor. Ermeni anne canını arkada bırakıp yollara düşüyor. Bir zaman sonra Rus işgali olunca bu Müslüman aile de yerini yurdunu; evini mülkünü hem de kırık dökük at arabalarıyla, çoğu zaman yayan yapıldak terk etmek zorunda kalıyor. Bin bir zorlukla ulaşılan yerlerde daha önce tehcire zorlanmış Ermeni evlerine yerleştiriliyorlar. O evler ki sofrayı bile kaldıracak zaman bulunamamış, kilerlerinde henüz kavurmaların çürümediği evler. Bir sofra kuruyorlar. Kuruyorlar ama onlar da aynı bir öncekiler gibi kurulu sofrayı kaldıramadan tekrar yollara revan oluyorlar. Yol dediysem, Harşit Çayı’nın aman vermez akışının, soğuğun, yağmurun ve çamurun yanında; eşkıyanın, çetecilerin, fırsat düşkünü kan emicilerin insafında olan yollardan söz ediyorum. Üç şeritli otobanlardan değil. Nar Ağacı'nı okudum ya. Bir güzel vedaya da tanıklık ettim kitapta. Zehra kardeşi İsmail'i gönüllü asker olarak savaşa yolculamadan önce İsmail'e bir defter veriyor. Defterde "Eşhedü enlâilâhe illallah" yazıyor. Sonra İsmail'e diyor ki: "Burada eşhedü cümlesinin yarısı var. Döndüğün zaman sende kalan yarısını bende kalan diğer yarısıyla birleştireceğim. Kendine dikkat ve dön, olur mu?” Nar Ağacı'nı okudum ya. Hani şahadet kelimesinin bir yarısı İsmail'de, diğer yarısı Zehra'daydı ya. Hani Gülcemal vapuruyla gönüllü olarak İstanbul'a götürülmüştü ya İsmail. O da basiretsiz İttihat ve Terakkicilerin elinde emsalleri gibi yollarda telef edilmiş. Tifüse yakalanmış. Ve bir hastane köşesinde, yalnız kimsesiz olarak ölmüş. Ölmeden önce de Zehra’nın kendisine verdiği deftere yazmış ki: "Ama tek kurşun atamadan, düşmanla yüz yüze gelmeden, ölümüm bir işe yaramadan, bir ağaca yaslanarak ölmekten korkuyorum. Sekte-i kalpten, açlıktan, tifüsten, koleradan, bit pire içinde ölmekten korkuyorum." Korktuğu başına gelmiş. Birçok askerimiz daha cepheye gitmeden tüketilmiş. Bazılarının hesabı gerçekten ağır olacak... İsmail gibi Celil Hikmet de gidip dönmeyenlerden. Kitapta dikkat çeken olaylardan biri de Zehra ile Celil Hikmet yakınlaşmasıydı. Savaş olmasa belki Zehra farklı bir hayat yaşayabilirdi. Hayatta da olmaz mı hani? Yaşanması muhtemel gerçeklerin bir anda buhar olup uçması, toz olup havalanması. Kader işte. “Ruhun kaldırabildiği acıyı bazen beden reddeder, çünkü kaldıramaz. O zaman bedeni daha büyük bir acıyla susturmak gerekir. Aşkın acısından kaçarak sığınılacak en uygun yer, ancak bir savaş olabilir. Ruhumun acısını ancak bedenimin acısı dindirebilir. Aşkımı acıya döndürebilirsem ancak dayanabilirim.” Ah Celil Hikmet ah… Senin bu feryadına Zehra’dan bir figan beklerdik; ama işte kardeş İsmail’in ölümü. Bir acı diğer bir acıyı nasıl da bastırıyor? Yazı çok uzadı biliyorum. Ama iç içe üç roman okuyunca böyle oluyor. Şimdi Nazan Bekiroğlu’nun son romanı Mücellâ’yı gönül rahatlığıyla okuyabilirim.
Nar Ağacı
Nar AğacıNazan Bekiroğlu · Timaş Yayınları · 202127.5k okunma
·
39 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.