Gönderi

Gökalp'a göre millet nedir
Atatürk'ün yakın çevresinden gazeteci, yazar ve siyaset adamı Falih Rıfkı Atay'a (1894-1971) dostu hakkında "Ziya Bey, Diyarbakır'da tek başına yazıp yayımladığı dergisiyle bizi Ankara'da idare ediyor!.." dedirten şair, ünlü Küçük Mecmua'nın 25 aralık 1922 tarihli 28'inci sayısında yayımlanan "Millet nedir?" başlıklı önemli yazısında -biraz sadeleştirerek kısalttığımız- şu satırları kaleme almıştır: Millet nedir? Milletin ne olduğunu anlamak için, önce ne olmadığını incelemek gerekir: 1- Millet, önce, coğrafi bir topluluk değildir. Örneğin İran dediğimiz zaman bu ülkenin yalnız İran milletini içerdiği sanılmamalıdır. Orada, "İrani"lerden başka birçok Türkler ve Kürtler de vardır. Bunun gibi, Arabistan'da da bütün nüfusun Arap olduğunu sanmak hatadır... O halde hiç kimse yaşadığı ülkeye göre milliyetini belirleyemez. 2- Millet, ırk ve kavim demek de değildir. Toplumlar, Tarihöncesi zamanlarda bile ırk açısından saf ve kavimce de katıksız değildiler. Savaşlarda esir almalar ve esir düşmeler, göçler, kız alıp vermeler ve özümsemelerle milletler birbirine karışmıştır. Aslında toplumsal huylar organik verasetle değil de eğitimle geçtiği için ulusal karakter açısından ırkların bir rolü yoktur. 3- Millet, bir imparatorluk içinde birlikte yaşayanların toplamı da değildir. Örneğin Osmanlı uyruğundaki herkesi "Osmanlı milleti"nden saymak da hata idi. Çünkü bu bileşimin içinde çeşitli milletler vardı. 4- Millet, birilerinin keyfine ve çıkarına göre kendisini mensup saydığı herhangi bir toplum da olamaz. Üstelik kişilerin böyle bir özgürlüğü de yoktur. İnsan ruhu duygularla düşüncelerden oluştuğu için milliyetimizi araştırarak keşfedebiliriz. Bir partiye üye olur gibi sırf irademizle şu yahut bu millete dahil olamayız. O halde millet nedir? Sosyoloji ilmi gösteriyor ki, "mensupluk" terbiyede, kültürde yani duygularda katılımla (saptanır) . . . En çok sevdiğimiz dil anadilimizdir. Ruhumuzu heyecana gark eden bütün dinsel, ahlaki ve estetik duyguları bu dille almışız. Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak o cemiyet içinde yaşamak isteriz. Başka bir cemiyet içinde yaşamak bize büyük çıkarlar sağlasa da orada olmak istemeyiz . . . Maddi niteliklerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi niteliklerimiz de terbiyesini aldığımız toplumdan gelir. Çünkü insan kişiliğimiz bedenimizde değil ruhumuzdadır . . . Büyük İskender'e göre gerçek babası Filip değil Aristo idi. "Çünkü" diyordu, "birincisi maddiyatımın ikincisi maneviyatımın doğumuna sebep olmuştur . . . " İnsan için maneviyat maddiyattan önce gelir. Bu nedenle milliyette kök ve soy kütüğü aranmaz, terbiye aranır. İnsan, hangi cemiyetin terbiyesini almışsa onun ideali için çalışabilir. Terbiyesi ile büyüdüğü cemiyetin idealleri uğruna yaşamını (bile) kolayca feda edebilir ... Irken Türk olmadığı halde terbiye ve kültür açısından Türk ruhuna sahip, mutluluk ve felaketlerimize ortak dindaşlarımız vardır ki bunlardan bir kısmı ulusal savaşımlarımızda önderlik ederek büyük özverilerde bulunmuşlardır. Aldıkları terbiye nedeniyle bunlar Türk toplumundan başka bir millet içinde yaşayamazlar. Bunları Türklüğün dışında saymak milliyetin bilimsel niteliğini bilmemekten kaynaklarıır. Öreğin Diyarbakır kentinde oturanlar ta Selçuklular, İnaloğulları ve Artukoğulları zamanından beri Türk'tür. Sonradan, Hanem Türkleri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de gelerek (buradaki) Türklüğü artırmıştır. Tarihsel bilgiler, binlerce şairlerin divanları, camiler ve surlardaki yazılar olmasa bile kentin dili, ahlaki ve adetleri gösteriyor ki Diyarbakırlılar Türk'tür. Buradaki kültür en zengin Türk kültürüdür. Topladığımız halkla ilgili masallar, şarkılar, atasözleri (folklor), Diyarbakır'ın eski sakinleri Türk olduğu gibi birkaç göbek önce filan aşiret ya da kazadan gelerek buradaki Türk kültürüne göre terbiye almış ve anadili olarak çocukluğunda Türk diliyle konuşmaya başlamış olan herkes de Türk'tür. Görülüyor ki, milliyetin belirlenmesi keyfe tabi bir sorun değil, bilimsel olarak incelenip çözümlenmesi gereken bir konudur. Ben gençliğimde öğrenim görmek için İstanbul'a gittiğimde (işte bu) bilimsel incelemeye başlamak zorunda kaldım. Çünkü burada, eskiden kalmış kötü bir alışkanlıkla bütün Karadeniz halkına "Laz", bütün Suriyelilere ve Iraklılara "Arap", bütün Rumeli halkına "Arnavut" dedikleri gibi, bizlere yani Doğu vilayetleri halkından olanlara da "Kürt" milliyetini yakıştırdıklarını gördüm. O zamana kadar ben kendimi, bilimsel bir incelemeye dayanmasa da hissen Türk sayıyordum. Gerçeği bulabilmek için bir yandan "Türklülüğü" diğer yandan da "Kürtlüğü" incelemeye giriştim ve işe önce dilden başladım: Diyarbakırlıar Kürt mü, Türk mü? Diyarbakır şehrinde anadil Türkçe olmakla beraber herkes biraz Kürtçe de bilir. Dildeki bu "ikilik" şu nedenlerle açıklanabilir: Ya Diyarbakır'ın Türkçesi bir "Kürt Türkçesi"ydi ya da Diyarbakır'ın Kürtçesi bir "Türk Kürtçesi"!... Bu konudaki incelemelerim gösterdi ki Diyarbakır'ın Türkçesi Bağdat'tan ta Adana'ya, Baku'ya, Tebriz'e uzanan doğal bir dilden, yani Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerine özgü Azeri lehçesinden ibarettir. Bu dilde hiçbir yapaylık yoktur. Dolayısıyla, Kürtlerin bozduğu bir Türkçe değildir. Diyarbakır dilinin Azeri Türkçesi olması "şehirlerin Osmanlı Hükümeti'nin etkisiyle Türkçe konuştuğu" iddiasını da kökünden çürütür. Çünkü, eğer öyle olsaydı bu şehirlerde konuşulan dilin Osmanlı lehçesi olması gerekirdi. Diyarbakırlıların kullandığı, sınırlı sözcüklerden oluşmuş Kürtçe'ye gelince. Bu dilin köylerde konuşulan düzgün Kürtçe'den farklı olduğunu gördüm. Kürtçe, Farsça'nın akrabası olduğu halde "sözdizimi" açısından hiç ona benzemez. Çünkü, Farsça'da bulunmadığı halde Kürtçe'de hem "erkek" ve "dişi" sözcükler, hem de Arapça ve Latince'de olduğu gibi "i'rab" vardır. Dernek ki, Kürtçe Türk diline oranla daha çok, bir karışımdan oluşmuştur ... Diyarbakırlılar (Türkçe' de olmayan) "dişi" "erkek" ve "i'rab" gibi özellikleri saklı tutmakla beraber Kürt sözdizimini Türk kullanımına uydurarak yapay bir Kürtçe icat etmişler. Bu Kürtçe'yi "Türk Kürtçesi" olarak isimlendirrnek doğru olur. "Dilbilim" açısından doğru olan bu gerçek Diyarbakırlıların Türk olduğuna en büyük kanıttır. Ayrıca Diyarbakırlılar bu dili yalnızca Kürtlerle konuştukları zaman kullanırken, kendi aralarında söyledikleri dil Türkçe'dir. Güya bildikleri düzme Kürtçe'nin sözcükleri sınırlı olduğundan, boşlukları Türkçe sözcüklerle doldururlar. Zaten, birçoğunun bildiği Kürtçe, "gel", "git" gibi birkaç sözden ibarettir. Diyarbakırlıların Türk olduğunun kanıtlarından birini de mezhep alanında buldum. Diyarbakır'ın gerçek halkı bütün Türkler gibi "Hanefi" iken Kürtler genellikle "Şafii"dir. Bu farklılıklar Diyarbakır halkına özgü de değildir. Doğu ve Güney illerimizdeki bütün kentlerin halkı Kürtçe'yi Diyarbakırlılar gibi bozarken Hanefi oldukları için de Şafii Kürtlerden ayrılırlar. Giysi, yemek, bina, mobilya gibi kültür ve alışkanlıklarla ilgili konularda da aralarında derin farklılıklar vardır. Bu işaret ve belirtiler Diyarbakırlıların Türk olduğunu gösterdiği gibi babamın iki dedesinin birkaç kuşak önce Çermik'ten, yani bir Türk çevresinden geldiğine göre benim de Türk soyundan olduğumu anladım. Bununla beraber, dedelerimin bir Kürt ya da Arap çevresinden geldiğini anlasaydım, gene de, Türk olduğuma karar vermekte duraksamayacaktım. Çünkü milliyetin yalnızca eğitime (terbiyeye) dayandığını toplumsal incelemelerimle anlamıştım. Sanırım ki, bu inceleme ve araştırmalarımla yalnız kendim için değil, bütün Doğu ve Güney illerinin kentleri ve şimdiye kadar Türk kalan köyleri için son derece önemli bir konuyu çözmüş oldum.”
·
39 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.