Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

248 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
RUMELİ'DE BİZDEN NE KALDI "HİCRETLERİN BAKIYYESİ HİCRANLI DUYGULAR" Bu kitap, Rumeli'de toplam 24 ay görev yapmış olan emekli bir kurmay subay ve akademisyen olan Hasip Saygılı tarafından hazırlanmıştır. Görev alanı dışında olmasına rağmen, sahip olduğu tarih şuuru ve atalar mirasına saygının meydana getirdiği kararlılıkla "durumdan vazife çıkartması"nın bir sonucu olarak kaleme alınmıştır. Eserde, 16. yy. eğitimci, şair, tarihçi ve kadısı Sûzî Çelebi, Sultan II. Abdülhamid'in verdiği emri yerine getirmek üzere bölgeye gelen ve Arnavutlar tarafından şehit edilen Müşir Mehmed Ali Paşa, 1914 yazında Sırp ordusuna müslümanlardan asker toplanmasına "Sırbistan gibi ecnebî bir hükûmete muavenet etmek mugayır-ı diyanettir" dediği için vazifeli olduğu camide süngülenerek şehit edilen Hâfız Ârif Efendi, 1999'da Prizren'in 40 küsur camiinde ezanlar susturulduğunda ezan okursa öldürüleceğini söyleyen Sırp askerine "Öyleyse durmayın" diyerek ezan okuyan Kâtip Sinan Camii müezzini Hacı Adnan Nurko, Makedonya Türklüğünün dâvâsını üstlendikleri için Yugoslav mahkemelerinin haksız kararıyla kurşuna dizilerek idam edilen Yücelciler olarak adları geçen Şuayip Aziz İshak, Ali Abdurrahman, Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali'nin aziz hâtıraları da yâd edilmiş, unutuluşun karanlığında kaybolmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Adı geçen kitap, beş asırlık Türk yurdundan geriye kalanların neler olduğu ve bunlar için neler yapılması gerektiği kadar bugüne dek devam eden yanlışların neler olduğunu gözler önüne seren çok önemli bir çalışmadır. Millet olarak ne sahip olduklarımızın değerini biliyoruz ne de kaybettiklerimizin sağlıklı bir envanterini çıkarabiliyoruz. Bilge Kağan'ın, Orhun Kitabeleri'nde "Türk milleti; aç olsan tokluğu bilmezsin, tok olsan açlığı bilmezsin" diye taşa işlettiği devâsız millî hastalığımız hükmünü yine yürütüyor. Kitaptan alıntıladığım aşağıdaki satırlar, hem yazarın bakış açısını hem de duçâr olduğumuz hafıza kaybını ortaya koyan yakıcı soruları barındırmaktadır. "Türk kültür ve değerlerini biz yok sayar küçümsersek, Bosna'da ecdat yâdigârı kültür eserlerimizi yok eden vandallara kızmak hakkımız olur mu? Yine vazifeli bulunduğumuz Bosna ile ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. 1389 Kosova Muharebesi'nde Sırplarla omuz omuza Türk ordusuna kılıç sallayan Boşnaklar nasıl oldu da bugün muharebenin yıldönümünü bayram addediyorlar? Son Bosna kralı Tomislav'ın kafasını kestiren Fatih, nasıl oluyor da Boşnaklar tarafından evliya gibi seviliyor. Yaptırdığı camiinde hâlâ niçin her Cuma Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî ile beraber "Sahibü'l - hayrât ve'l hasenât Gâzî Hüsrev Bey'in ruhu için El Fâtiha" okunur? Muhteşem Itrî'nin güzel eseri niçin Boşnak mâbetlerinde sık sık okunur? Halâ niçin doğan her Sırp erkek çocuğu anasının rahminden çılarken babası "Kosova'nın intikamcısına selam" diye nârâ atar? Kosova'da maktül düşen Sırp kralı Lazar'ın "Kosova Ovası'nda Türklerle harbe katılmayan Sırplar'ın soyu kurusun" bedduasının kazılı olduğu abide niçin ziyaretgâhtır? Karadağ millî başlığındaki siyah ve kırmızı şeritler neyi yemsil eder? Çetnikler masum Boşnaklar'ı boğazlarken niçin "Türklere ölüm" çığlıkları atarlar? Avrupalılar Boşnaklara niçin "Türk'ten daha ziyade Türk" diyordu? (Sayfa 26-27) Kitabın ilgi çekici bölümlerindem birisi de Prizren'de en büyük askerî birliğimizin bulunduğu kışlaya "Sultan Murat Kışlası" adının verilmiş olmasının "kendilerine hakaret anlamına geldiği, bu ismin bir an evvel değiştirilmesi için" girişimlerde bulunacağı bilgisi alınan Keşiş Ksenefont ile kitabın yazarının yazışmalarının yer aldığı kısımdır. Burada gerek kitabın yazarının muhatabına hitaben kaleme aldığı metindeki kendine güven, tarih şuurunun verdiği imkanla yaptığı göndermeler; gerekse söz konusu keşişin Haçlı taassubu ile gerçekleri görmezden gelme konusundaki açıl inadı ibretle okunacak bir metin oluşturuyor. (Sayfa 62-74) Kitapta bize yönelik mesajlardan birisi de Prizden Melami Tekkesi Postnişini Raif (Vırmiça) Efendi Baba'dan. Şöyle diyor: "Ana vatanımız bizim çarpan kalbimizdir. Allah saklasın o kalp değil durma, düzensiz atsa burada bizim kalbimiz durur ve bizler de zarar görürüz. Türkiye'deki siyasî görüş farklılıklarından kaynaklanan münaferete (birbirinden nefret etmeye) çok üzülüyoruz. Bu çağda geleceğimizin teminatının nefretimizi sevgi ile değiştirmemize bağlı olduğu kanaatindeyiz. Çünkü ana vatanımız Türkiye şu andaki durumuyla İslam dünyasının velinimeti ve merkezi sayılmaktadır. Bu şuur gözden uzak tutulmamalıdır. (Sayfa: 109-110) Yukarıdaki sözler, bugünlerde içinde bulunduğumuz kutuplaşma, nefret, ötekileştirme atmosferinin eğer böyle devam ederse işin sonunun nerelere varabileceğini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kitapta söz konusu edilen büyük dertlerimizden birisi de Rumeli'de görevlendirilen bazı memurlarımızın bir marifetmiş gibi "Ben Rumeli ile ilgili hiçbir şey bilmiyorum" diye söze başlamalarıdır. Bundan da acısı bu memurların kendileri için gerekli olan temel kültürü edinme konusunda bir gayret sarf etmemiş olmalarıdır. Hiçbir şey öğrenmeden gittikleri yer, beş asırlık kaybedilmiş vatan toprağıdır. Bu topraklar üzerinde beş asırlık hakimiyetin bugüne kalabilmiş maddî medeniyet tezahürleri ve eriye eriye yok olma sınırına gelmiş bile olsa Türk nüfus söz konusudur. Ayrıca Kosova'da Meşhed-i Hüdâvendigâr adı verilen Sultan Murad'ın şehit edildiği ve iç organlarının gömülü olduğu yani yüreğimizi bıraktığımız bir makam vardır. Bugün insanlar bir şehirden başka bir şehre seyahat için bile gidecek olsa orası ile ilgili bir kitap edinir, okur, bilgi sahibi olarak yola çıkar. Maaşını ve yolluğunu milletin paralarıyla alan, kaybedilmiş vatan topraklarında görevlendirilmiş olan memurlarımızın gösterdikleri aymazlık içimizi yakan bir ateş oluyor. Bu konuyla ilgili olmak üzere bir anekdotu aktarmak istiyorum. 1990 yılında Türk cumhuriyetlerinin devlet başkanlarının katıldığı bir toplantı ile ilgili olarak izlenimleri sorulan dönemin Türkiye başbakanı Yıldırım Akbulut şu cevabı verir: "Bir Azerbaycanĺı'nın Türkçe konuşması beni çok duygulandırdı." Bu lâf, başbakanlık seviyesine yükselen birisine TC Millî Eğitiminin tahsil süresince verdiği tarih şuurunun seviyesini açığa çıkarmak bakımından enteresandır. (Türk Yurdu, Hüseyin Mümtaz, İki Yürek Nisan 1992, Sayfa: 43) Burada, bölgeyle ilgili olarak adanmışlık duygusuyla hareket eden birisi yabancı, diğeri ise bizden iki ayrı ismi zikretmeliyim. Birincisi, Bulgar bilim ve Siyaset adamı Prof. Dr. Bogdan Filov (1883-1945). Filov, Bulgar Millî Müzesi'nin kurucusudur. Bulgar Arkeoloji Müzesi adına I. ve II. Balkan ile I. Dünya Savaşı yıllarında Doğu Trakya, Ege ve Vardar Makedonya'sını kapsayan bölgelere gezilerde bulunur. Amacı, bu bölgelerdeki eserleri yerinde incelemek ve gerekli gördüklerini bağlı bulunduğu müzeye götürmektir. Bu gezilerinde günlük tutar, raporlar düzenler ve fotoğraflar çekerek ilgili makamlara gönderir. Söz konusu eserlerin tespitini yaparken Traklar'a, Romalılara, Bizanslılara ve Osmanlı Türklerine ait mimarî âbideleri ayrım gözetmeden ele alır, hep aynı gözle bakar. Bu eserlerin herhangi birisinin zarar görmesini elinden geldiğince önlemeye çalışır. Meselâ Edirne Selimiye Camii'nin zarar görmesini önlemek için Bulgar Genel Kurmay Başkanlığı nezdinde teşebbüslerde bulunur. Bu arada söz konusu gezilerin çok zor şartlar altında gerçekleştirdiğini, savaşın ortasında salgın hastalıkların kol gezdiği bölgede yağmur çamur demeden ve heyecanından birşey kaybetmeden görev yapmaya çalıştığını da belirtelim. ( Oğuzhan Saygılı, Kitaplarla Söyleşi 2, Savaş Ortasında Bir Bilim İnsanının Fedakâr Çalışmaları, Sayfa 30-35) İkinci isim ise Türk mimar-mühendisi ve mimarlık tarihi araştırmacısı Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984). Ayverdi'nin büyük hizmetlerinden birisi, bugün millî sınırlarımız dışında kalan topraklardaki mimarî eserlerin tesbiti ve neşredilmesidir. Bunun için 1975 ve 1976'da iki seyahat yapmıştır. Uzun arşiv çalışmaları sonucunda "Avrupa'daki Osmanlı Mimarî Eserleri" külliyatı hazırlanmıştır. Bunlar Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan'ı içine alacak şekilde dört büyük cilt halinde neşredilmiştir. Böylece sekiz büyük citten teşekkül eden külliyat, başlangıcından Fatih devri sonuna kadar olan 250 senelik bir devreyi ele aldığı gibi devir ve tarih gözetmeden Avrupa'daki bütün Türk eserlerini ihtiva etmektedir. (İ. Aydın Yüksel, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:4, Sayfa: 295) Kitabı imzalamak nezaketini gösteren Hasip Saygılı hocaya ve beni onunla buluşturan Oğuzhan Saygılı'ya teşekkür ederim. Son olarak, bir mısraını yazının başlığına eklediğim Yahya Kemal Beyatlı'nın Kaybolan Şehir adlı şiirini buraya alıyor ve bu büyük şairin dilinden Rumeli'ni bir kere daha terennüm ediyorum.. KAYBOLAN ŞEHİR Üsküp ki Yıldırım Beyazıt Han diyârıdır Evlâd-ı Fâtihân'a onun yâdigârıdır Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz'di o Üsküp ki Şar-Dağı'nda devâmıydı Bursa'nın Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın Üç şanlı harbin arş'a asılmış silâhları Parlardı yaşlı gözlerle bayram sabahları Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa İsâ Bey'in fetihte açılmış mezarlığı Hulyama âhirer gibi nakşetti varlığı Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu düşündüm için için Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene Yahya Kemal Beyatlı Rumeli'de Bizden Ne Kaldı, Hasip Saygılı İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul 2019
Rumeli’de Bizden Ne Kaldı?
Rumeli’de Bizden Ne Kaldı?Hasip Saygılı · İlgi Kültür Sanat Yayınları · 201986 okunma
·
138 görüntüleme
Kitap Şuuru okurunun profil resmi
Tebrikler abi. Kura numaranız 13'tür. Bol şanslar..
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.