Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

224 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Züleyha'dan Doğru
Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha’sı, adı Yusuf ile anılacak Züleyha’nın romanı, Züleyha’nın kaderi, Züleyha’nın güzelliği, Züleyha’nın yitirmesi ve Züleyha’nın buluvermesi. Nazan Bekiroğlu’nun dili kavruk yaz göğünün altında kıpraşan, buz gibi suyun berraklığı, davetkarlığı. Bu kitap, en güzel kıssanın, en güzel dile, apak anadile, canım Türkçeye daldırılması. Bu anlatı Züleyha’nın kalbine adanmış, Züleyha karşımda ve capcanlı; önce örtülerini, misklerini, sedeflerini ve deniz kabuğundan halhallarını, sonra saçlarını, tenini, güzelliğini, sonra aşkını, içini bucak bucak taşıran aşkını, kendini kendinden köpürten, akıp giden aşkını, imtihanını, sonra yitişini, çilesini, hiçbirşeylerini, en sonunda ise kalbindeki Rab buluşunu kıskandığım Züleyha. Bir çocuk özenciyle kendime, utanmadan tüm sıradanlığıma ve ‘herhangi’liğime döndürdüğüm hemen, neden böyle güzel değilim, ben neden böyle güzel sevemedim, ben neden hala bulamadım dediğim, ne kendimi Züleyha gibi evvela Yusuf’ta, ardından hiç kimseliğinde, en son Rabbinde. Onun aşkı, tüm yasağıyla, ayıbıyla, tüm karşı konulamazlığıyla aşkı, tüm dayanamayışıyla, eline yüzüne bulaştırmasıyla, hiç de masum değilken bembeyazlığıyla, lekesiz kalışıyla bedeli ödendiğinde, bedelini ödemesi nasip olarak kendisine… Onun aşkı, “hakkı olan”, aşkın kendisine hak olması çünkü, kıskandığım ki bu hak ediştir. En güzel dili bulabilseydim ben de, en güzel kıssayı en güzel Türkçeyle anlatan kitabı anlatmak için. Bu kıssa en güzelidir çünkü “eski zincire bağlanan bir halkadır” yazarın dediği gibi, “ama yeni bir halkadır. Böyle olsun ki kuvvetli olsun” dur o zincir. Kuvvetlidir bu zincir. Kuranı Kerim’in adını dahi söylemediği bir kadın, öykü olagelmiştir insanlara, Mısır Azizinin sıfatının anıldığı ayetten, bir isim devşirmiştir insan, Potifar demiştir. Züleyha ile Yusuf’u kavuşturmuştur, Yusuf’un hikayesini, Züleyha’nın kıssası haline getirmiş, bir günahkarı adım adım yükseltmiştir. Anlatı böyledir, ağızdan ağızadır, döne dolaşagelmiştir bugüne, bu her şeyin anlamının yittiği bu güne, camdan içeri teklifsiz giriveren bir esinti gibi, duymayı bilene belki sade, isteyene, arayana belki nereden bileyim ki, çarpıverir. İnsan, hiç de kıymetsiz değildir, değil mi ki özü bilmiştir ve Yaratıcı’nın kendisine üflediği yaratma sıfatının uçuş uçuşlarıyla o da hikayeyi böyle tamamlayıvermiştir. Bir Züleyha biçmiştir ki, Züleyha da Züleyha’dır hani. Yusuf sonra öyle güzeldir, bu zaten bilinir, zaten bildirilmiştir, evet onu görünce kadınlar ellerini kesmiştir ama Züleyha’nın büyümesi, herkesin bir yolu vardır ya Rabbe giden, ya da olmalıdır ya, ya da olması istenmelidir ya en azından, ya da istenmesi hatırlanmalıdır ya hiç olmazsa, Yusuf iledir, Yusuf’tan geçerek gitmektedir bu yol Züleyha’da, ilkin görememiştir kadın bunu, o öyle güzeldir, Yusuf ise bambaşka güzel, ama nasip olmuştur ya ona, bilmeden, adını koymadan gidecektir bir yangının peşinden, “önce Yusuf’un, sonra kendi kellesini uçurduğu bir ihtilal”dir bu, sahip olduğu her şeyi, içine doğduğu tüm kabulleri yıkacaktır, yıkmak zorundadır çünkü kendisi de bilmeden, İbrahim gibi yıkacaktır, oğlunu bıçak altına yatıran, bilmeden, kınana kınana, ayıplana ayıplana, korkunçlaşarak, acına acına. Ki insin kurban, ki bilinsin Rabbince. Ki yiteyazan Yusuf çıkarılsın derken kuyudan, derken saraydan, derken zindandan. Ki İbrahim olsun İbrahim, aziz olsun Yusuf, Züleyha olsun Züleyha. “Sevginin yanılgısı yok. Yanlış olan neyi sevdiğini bilmemek. Ve yanlış yolu çizmek. Hangi kaynaktan geldiğini suyun, hangi dağın üstünden döküldüğünü aydınlığın, bilmemek. Bilmemek yanlış kılar sevgiyi. Züleyha ki Yusuf’u sevdi. İbtida, neyi ve kimi sevdiğini bilmedi. Sonra aşkın kaynağını bildi, Yusuf’u değil, Yusuf’ta tecella eden nuru sevdiğini fark etti.” Demek ki böyle de biricik işte insan. Böyle de tek başına, yaratılmışlığıyla, Yaratıcı’nın karşısında. Demek ki Yusuf’un güzelliği herkese ışık ışık da, herkesi bir Züleyha etmeyecekti işte. Züleyha olmak da nasip işi değil mi? Herkes Züleyha olmak isterdi de, Züleyha Züleyha olmak ister miydi? Yusuf öyle güzeldi, betimsiz tasviri bile gönlümüzü hoşlandırmaya, coşturmaya yetti, herkes bir Yusuf suretine sahip olmayı hayal ederdi de, Yusuf acaba Yusuf olmak ister miydi? Onca yıl karanlıkta kalmasaydı, aydınlığı bu denli pekişik, bu denli muhafazalı kalabilir miydi? Züleyha Züleyha olmayı seçmedi de bu imtihanı geçmeyi nasıl bildi? Züleyha, Züleyhalığından mı yükseldi yoksa yükselmek nasibi mi kulağına üç kez Züleyha üfledi? Bu kitap adını koymaya bile yeltenmediğimiz bir hasreti gidermek gibi. Nicedir Tanrı demekten usanmıştı, ağız dolusu bir Rab diyememişti de arayan, bu kitap onun suyunu verdi. Hem de öyle bir güzellikle ki, en çok bu güzelliği özlemiştik. Çok kuşak önce kaybetmiştik biz Tanrı değil de Rab diyebilmenin güzelini, güzelliğini, estetiğini; aramaz olmuştuk, vazgeçmiştik, imkansız demiştik, soğuk iklimlerin, uzak toprakların, kuzey rüzgarlarının kendilerine has, kendilerine bahşedilmiş – onlara özgülüğü içinde güzel olan- yitik ve hiç acılarını kendimize acı bellemiştik. İnsanı, insanın kalbini, yaratılmışlığını, yaratmasını, aramasını, Rab demeye utanıp nicedir, güneşi, sıcağı, çölü, baharat ve miskleri ezilerek süpürüp gri göklerin, sübjeden ve biricikliğinden bihaber rasyonel masaların altına, içimizden, özümüzden uzak bir şerhte anlamaya çalışmıştık. Dönmeye, hatırlamaya çalıştığımız her an ise bir bakmıştık ki ne dilimiz, ne müziğimiz, ne fırçamız, ne tuvalimiz kalmış elimizde ki güzel olanın, asıl olanın güzelliğini bir türlü içimizden taşıramadık. Bu kitap bunu başarmış. En güzel kıssayı, en güzel dil ile anlatmış. En güzel kıssayı en güzel hikaye ile tamamlamış. İftiraya kurban giden kurdun acısı ile, tarihin acımasızlığında yiten firavunun yürek acıtan duası ile bezemiş. Bu yazar, kolektif bir şekilde güzelliğe sırt çevirdiğimiz, erişemediğimiz ciğere mundar dediğimiz bir çağda, kendi kendine, bir köşede çiçek açmış. Tevekkeli değil okunması bilinmesi. Popüler olması ya da olabilmesi, çünkü bu böyledir işte. Hatırlatır. Bir gün biri çıkar, bir şey söyler, bir şey yazar, gözüne, tenine bir şey çarpar insanın ve hatırlar. Adını koyamaz, koymasın, ne çıkar, geçtik bunlardan ama bir his sarar içini. Bir ima, bir sezi. Vakti varsa durmaya, isteği varsa, niyeti varsa, cesareti varsa, en önemlisi nasibi varsa doya doya çarpılır işittiği bu sözden, bu gördüğünden, güzellikten yani. Dağlarla çevrili bir yolda giderken, karşı konulamaz şekilde durmak gibi. Dağa doğru çekilmek gibi. Uçurumun kenarına varmış ayakların ansızın bir adım daha atıp o haşmetli boşluğa çekilmek istemesi gibi. Bu isteğin baş döndürmesi, “korkutup titretmesi” gibi. İnsanın bu denli güçlü olmaması çünkü, tıpkı çıplak gözlerinin güneşe doğrudan bakacak donanıma sahip olmaması gibi. Bir gün birine tesadüf edilir işte, eline bir kitap geçer belki, biriyle karşılaşılır, bir melodi işitilir, bir söz duyarsın, söyleyen bile söylediğini fark etmeden belki çarpar dinleyeni. İşte bu var olmak değil, yaratılmış olmaktır, bunun rahatı, bunun sonsuz olanakları, bunun kaygısı, bunun haşmeti karşısındaki çaresizliği insanın ve hayranlığıdır. Bir gün bir şey bunu hatırlatır. Bu yazar bunu yapmış. Kendi de farkında olmadan belki. Bundandır ki beğenilecek, bilinecek. Beğenen ve bilen ne beğendiğini, ne bildiğini anlamadan belki. Sırf kendisine hatırlattığı şeyin hatırına. Unutmamak bir amaç olamazdı, zaten unutacaktık, ama umutsuzluğa düşmeden hiç yok yere, zira değil mi ki unutan bilendir, duam nasip olsun diyedir, omuzlamak nasip olsun diye hatırlamak gayretini, yoksa hatırlayabilir mi insan hiç bilmediğini?
Yûsuf ile Züleyha
Yûsuf ile ZüleyhaNazan Bekiroğlu · Timaş Yayınları · 202114,9bin okunma
·
2 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.