Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

- Yeterince görebildin mi İstanbul’u? - Uzun bir ömür artı on gün bana yetti. Nasıl ölümü atlatmanın yolu kentten uzaklaşmaksa, zaman geçirmenin yolu da sohbet etmektir. Bir kadının en büyük kötülüğü daima sizden iyi olmasıdır. Annem benden iyi. Acıya hazırlandığımız o kısa boşlukta insan ile hayvan, akıllı ile deli, melek ile şeytan aynıydı. Karanlık dinginlikti, kutsaldı. Malzemesi insan olan siyaset dünyayı nasıl değiştirebilirdi ki? İyiliğin toplumu kurtaracağını ve mutlu kılacağını iddia edenler, in-sanı tanımıyorlardı. Bencilliği görmezden geliyorlardı, anasını satayım. Çıkarcılık, hırs ve rekabet, insanlığın temeliydi. Eskiden kanatlarında kıvılcımlar yanan ruhum. Umudun mah-muzu yavaşça dokunsa şahlanırdın. Ey derin derin soluyan hasta, işe yaramaz beygir. Sönmeyen yanı var mı dünyanın? İnsanın en saf haliyiz burada unutmayalım, acı çeken insan. Bu yaşamda insan en çok kendisinden korkar, onlar da korkacak ve beni susturmaya çalışacaklar, önce konuşmam için işkence yapan adamlar artık susmam için çarmıha gerecek, elektrik verecek, her yanımı kana bulayacaklar. Hakikat benim için ne kadar dehşetliyse onlar için de öyle olacak, kendimle ilgili her şeyi anlatacak ve onları görmek istemedikleri yanlarıyla yüzleştireceğim. Aynaya ilk defa bakan cüzamlılar gibi şaşıracak, geri çekilip duvara yapışacak, kendilerini değiştiremeyecekleri için aynayı, yani benim yüzümü ve kemiklerimi kırıp dökmekten başka yol bulamayacaklar. Dilimi kesmeleri de fayda etmez, inlemelerim kulaklarını sağır edecek, zihinlerini tek bir gerçeğe kilitleyecek. Evlerinde bile gece yarıları ter içinde uyanıp, anasını satayım en sert içki şişelerini soluk soluğa bitirecekler. Nereye kaçabilirler ki gerçek, insanın şahdamarındadır. Ya kabullenecek ya da damarlarını kesecekler. Karanlıkta insanın nasıl düşüneceğini şaşırıyordu, oysa dünya yanı başındaydı, ona dönmek istiyordum. İnsan kendini ne kadar hazırlarsa hazırlasın acıyı yaşadığı an zihni tutuluyordu, acı nedeniyle zamanın akışı kesiliyor, gelecek duygusu yitiyordu, gerçeklik yok oluyor, bütün evren, bedeninden ibaret hale geliyordu. Hep bu an kalacak, başka bir zamana geçilmeyecekti. İstanbul yer altında yaşadığımız hücrelerle soluk alıyor, biz de göçüp gitmiş insanların kokusunu taşıyorduk. Zihnimizde eski kentlerin ve eski insanların kalıntısı vardı, yükümüz ağırdı, acı bu yüzden etimize şiddetle çarpıyordu. Bir duvar halısındaki resme daldığında başka bir dünyada hiç bilmediğin bir hayatın sensiz akıp gittiğini düşünürsün ya, şimdi bir gemi seni o hayatın kalbine taşır, insan iç geçirirken verdiği bir soluktan ibarettir. İlk kez karşılaşan iki insanın yolculuğu bir karanlıktan başka bir karanlığa doğruydu. Acının kıyısında zaman başka türlü aktığı için birbirlerine güvenmişlerdi. İnsan kendisiyle yetinmeyen tek varlıktır. Acının paylaşılmadığını aklına bilmek başka, bedeninle öğrenmek başkaydı. İstanbul’dan çıkıp gitmek varken bu kente bağlanmak nedendi? Bir kenti tanımak üç gün, bilmek ise üç kuşak alırmış. Tanımak ile bilmek arasındaki surları aşmak zaman isterdi, anlık iş değildi. Aynı surlar hem kentte hem de insanda vardı, kentin derinleri karanlıksa insanın derinleri de karanlıktı, nemli ve soğuktu, kimse içindeki karanlığa inmek, kendisiyle orada yüzleşmek istemezdi. Kentteki zaman ne hale getirmişti bu insanları? Kalbi yansıtan söz, en büyük mucizedir. Başkalarının kahrını çekmek, onların aptallığına katlanmak zorunda değildim. İnsanların ruhunu biliyordum. Gerçeği ister, ama gerçeği anlamazlardı. Onca terden, maldan ve ibadetten sonra neye inanacaklardı; duvarın konuşmasındaki mucizeye mi, duvarın söylediği söze mi? Akılsızlar şanslı olur, bunun değerini bilmezlerdi, başka ne ararlardı? Uğruna herkesin ömür harcadığı mutluluk ellerindeyken, başka ne isterlerdi? Köyünüzün duvarları sizden daha güvenilirdir, taş duvarlar güneşte nasılsa karanlıkta da öyledir, en az yüz yıl ayakta kalır, siz ise insanın gündüz yüzüne güler, gece kapısına kesik tavuk bacağı asarsınız. Kusurlarımızı kabul ettiğiniz görülmemiştir, özür dilemeyi bilmezsiniz, kendi yakınlarınıza tecavüz eder sonra da namus için adam öldürürsünüz, Tanrının adı daima dilinizdedir. Çok iyi ağlarsınız, ağıt dinleyip eski günleri hayal edersiniz. Dünya yansa umurumuzda değil yeter ki evinizin duvarından bir taş eksilmesin, kötülüğün dışarıdan geldiğine inanırsınız. Kötülüğün kaynağı ya komşunuz ya da köye gelen yabancılardır. Kendi kalbinizde bir yılan taşıdığınızı görmezsiniz. Bağlandığı umut işte buydu dedim, parmağındaki kiri göstererek ‘o öğretmen benim babamdı’ son şiirinde, insanlara lanet etmişti, o şiiri yazdığı gece dışarı çıkıp gökyüzüne bakmıştı, Samanyolu bir ufuktan diğer ufka akıyordu. Kuzey Yıldızı uzaktaydı. Kuzeye yani o yıldızın yanına çıkamayacağına göre güneye, yerin dibine inmeyi düşündü. Son yolculuğunu böyle tamamlayabilirdi. Her ölüm bir iniş değil miydi? Köy meydanındaki kuyuya gitti, uzanıp baktı. Başını içine eğdi, yosunlu duvarlar güzel kokuyordu, derin derin ciğerlerine çekti , suya bir taş bıraktı, taş indikçe indi çok zaman sonra suya çarpıp yankılandı, aşağısı karanlık, nemli ve gizemliydi. Dünyanın kalbi orada, güney oradaydı. İşte seraplar çağı! Bir yalanı gizlemenin en iyi yolu başka bir yalan söylemekti, yer üstündekileri acıları gizlemenin yolu da yeraltında acılar yaratmaktan geçerdi. Burada soğuk hücrelere kapatılanlar, dışarıdaki kalabalığı, caddeleri özlerdi, dışarıdakiler de hücreden uzak, sıcak yataklarında uyudukları için sevinirlerdi. Oysa İstanbul, umutsuzluktan boğulan ve sabahları işe solucan gibi sürünerek giden insanlarla doluydu. Bazı insanlar yalnızlıktan kaçarken bazıları yalnızlığa kaçardı. Acı çekerken belleğimin sınırını ben de merak ediyordum, neler bildiğimi değil, neler bilmediğimi düşünüyordum. Ben unutmak istedikçe, belleğim daha çok anımsamaya çalışıyordu. Bazen bağırıyor, bazen susuyordum. Acının sınırı buymuş, diyordum her seferinde. Sonra acı genişliyor, yeni bir sınıra ulaşıyordum. Keşif ne tuhaf duyguydu. İnsan acıyı da keşfediyordu. Etim parçalanır, kemiklerim ezilirken sürekli yeni bir acıyla tanışıyordum. Acıda herkes yalnızdır. Her insanın içinde karanlık bir uçurum varsa... Kader duvara çizilen bir çizgiye mi benzerdi? Hiç silinmez hiç değişmez miydi? Bir insanın neye güleceğini bilmek, onu tanımanın bir yoluydu. İstanbul bir gün felaketine yol açacak günahlarla büyüyen bir adaydı. Doktor’un dediğine göre, Günahlar burada aynı kalmaz, sürekli değişirdi, bu yüzden kent, bilinen değil, her gün öğrenilen yerdi. Onun gizemi, değişim hevesini kamçılar, geleceğe bağlanma isteğini körüklerdi. Bugün belirsizleşince gerçek de belirsizleşir, yerini simgelere bırakırdı. Dağın yerini binalar, kırın yerini çiçekli balkonlar alırdı. Aşk da hiç doymayan sürekli yeni tatlar arayan tüylü ıslak bir hayvana dönüşürdü. İnsan, iradesiyle gelmediği bu dünyada kendi varlığını keşfetmekte değil var etmekle yükümlüydü. Dağ biz yokken de dağ, ağaç biz yokken de ağaçtı. Ama kent öyle miydi, çelik, elektrik ve telefon öyle mi? Seslerden müzik, sayılardan matematik, yaratan insan, kentle birlikte yeni bir evren kurardı. Dışarıdaki doğadan uzaklaşırken kendi doğasına yaklaşırdı. Tepelerin yerine, yan yana uzayan çatılara, nehirlerin yerine kalabalık caddelere ve yıldızların yerine her yanda parlayan ışıklara inanırdı. ‘’Deniz’’ dediğimde , ‘’Özgür insan’’ Sen denizi hep aşkla seveceksin dizesini mırıldandı. Bütün yollar kapandığında kadere boyun eğmek mi iyiydi yoksa küfretmek mi? İstanbul’un tuhaf yanı, cevaplardan çok soruları sevmesiydi, mutluluğu karabasana çevirebilir veya tersi, umutsuz yatılan bir gecenin ardından sevinçli bir sabahı başlatabilirdi, belirsizlikten güç alırdı. Kentin kaderi diyorlardı buna. Bir sokağındaki cennet ile diğer sokağındaki cehennemin yeri ansızın değişebilirdi. Keşke dört mevsim gibi yer değiştirseydi zenginler ve yoksullar. Böyle bir adalet fena olmazdı. Ben insanım demek başkalarından uzaklaşmanın araya mesafe koymanın mesajı oluyordu. Bir erkek ne zaman tamamlanırdı? Karım doğum sonrası hiç bilmediği bir duygu edindiğini söylemişti. Kendi tamamlamış hissediyorum sanki içimdeki bütün parçalar yerine oturdu demişti. Yüzüne daha önce görmediğim bir dinginlik gelmişti, imrenerek bakmış onun dünya karşısındaki tatminini merak etmiştim, nasıl bir bütünlüktü bu? Ben nasıl ulaşabilirdim o duyguya? Başkalarına iyilik yapmak veya oğlumun yerine geçmek yeter miydi? Oğlumun acısını yüklenmek, içimdeki parçaları birleştirir, beni doygunluğa erdirir miydi? İstanbul Denizi’ne karşı yalnız başıma otururken geceleri başımı yastığa koyarken veya sabahları ağır adımlarla işe giderken sık sık düşündüğüm soruyu hala soruyordum kendime. Bir erkek ne zaman tamamlanırdı? Büyük hayallerin hüsranı da büyük olur.. İlk insanlar Babil kulesini inşa etmeye başladığında Tanrı onların dilini karıştırmış birbirlerini anlayamaz hale getirerek kuleyi yapmalarını engellemişti. Neye yaradı? Hırslanan insan, hem yeryüzünü hem gökyüzünü fethetti. Bir değil bin kule yaptı, göğü defalarca delip geçti. Binalar uzadıkça Tanrı’nın yok olduğunu fark eden insan bir daha onu aramadı. Sıradan İstanbullulara benziyorduk. Ya dünü özlüyor ya da yarını hayal ediyorduk. Bugünü yok saymaya çalışıyorduk, bir yanda geçmişin, diğer yanda geleceğin hikayesini anlatıyorduk. O köprünün kırılmasından ve aşağıdaki boşluğa düşmekten korkuyorduk. Aklımızdan bir türlü çıkmayan şu soruyu düşünüyorduk. Bugünün sahibi kimdi, bugün kime aitti? Geçmişte yaşanan ve söze dökülen her şey artık hikayedir.. Yalanı gerçeğe çeviren bulmacalarda hangi köy İstanbul’la yarışabilir ki… Eskiden hayatın bu kadar hızlı değişmediğini söylüyordu, o zamanlar diyordu yenilikler yavaş gelirdi, hayatımıza alıştıra alıştıra dahil oluyordu. Yenilikler bizi heyecanlandırır ama şaşırtmazdı, ertesi gün neyle karşılaşacağımızı bilirdik. Şimdi öyle mi? Yenilikler süratle geliyor, yine aynı süratle gidiyor. Eskimeye olanak bulamadan hayatımızdan siliniyor. Ardında ne iz ne anı bırakıyor. Biz bir yeniliğe ayak uyduramadan, yerini bir diğeri alıyor. Oysa insanın, bir sınırı var. Kaplumbağalardan hızlı yürür, tavşandan yavaş koşar, zihnimizin ve duygularımızın da sınırı var. Geleneklerin önünde gider, yeniliklerin ardında kalırız. Bu dengeyi zorlayan değişim içimizdeki teraziyi kırıyor. Yeni eskinin devamı olamıyor çünkü eski yok. Her şey atığa dönüşüyor, süreklilik unutuluyor, bağlanmak değerini yitiriyor, çöplükler gibi kalpler de atık doluyor. Darmadağınık İstanbul’da tek parça bir hayatı nasıl kuracağını bilemeyince hayallerden başka neye tutunabilirdi? Kentin güzelliği kalabalığındaydı: her yer insan, ses ve ışık doluydu. Bir sokakta durulan hayat diğer sokakta canlanıyordu. Betona demir karılıyor, çeliğe cam kaplanıyordu, İstanbul’un insanı da İstanbul’a benziyordu. Topraktan, ateşten, sudan ve nefesten doğmuştu. Çelik gibi sert, cam gibi kırılgandı. Eski çağlarda nice serüvencinin, ömrünü harcadığı simyaya insan kentte vücut veriyordu, Varolanla yetinmiyor, akıl almaz yeniliklerin ardına düşüyordu. Ateşle suyu, aşkla nefreti, bir araya getiriyordu. Doğayı çirkin buluyor, değiştirmek için iyiliğe kötülük katıyordu. Yalanı parayla satın alıyor, evini plastik çiçekle donatıyor, cildine silikon enjekte ediyordu. Her sabah aynada daha çok seveceği bir yüz görme umuduyla uyanıyordu. İstanbul’da insan simyaya kendisinden başlıyordu. İnsan mutsuzluğu bilir, ama mutluluğu her zaman fark edemezmiş. Üstümüzdeki karanlık ağır ağır dönerken, sözlerimiz aynı insanı anlatır. Aynı kentten geçer, aynı umuda bağlanırdı. Yine de her güne bugün başka bir gün mü diye merakla başlardık. Birbirimize ilk kez karşılaşmışız gibi bakardık. Acıyla birlikte, hayallerimizin de kendini tekrar ettiğini anlayınca bir süre sessiz kalırdık. Mutluluğun sınırı varken mutsuzluk sınırsız olabilir miydi? Gülmenin sınırı varken acı sınırsız kalabilir miydi? Gülmeye her gün yeni bahaneler bulur, gülüşümüzün de kendini tekrar ettiğini hissedince yeni bir eşiğe vardığımızı anlardık. İnsan iyileşemez, insan kurtarılamaz, insandan kaçılabilir ancak. Göğü bir uçtan bir uca saran İstanbul, kadınları ve erkekleri yutuyor, öğütüyor sonra kusuyordu. Ortalığı çürük et kokusu sarıyordu. Herkes herkesi yabancı görüyor, kimse kimseyle konuşmuyordu, insanlar yaşadıkları kente benzediğinden bir gün sevinçli, bir gün sıkıntılı uyanıyorlardı, sabahtan akşama, akşamdan sabaha çalışıyorlardı. Ölümü kabullenmişlerdi, kalplerindeki gerçekle yüz yüze gelmek dışında her şeye hazırdılar. Şu tahammül edilmez dünyada insan hiç olmazsa gözünü yumduğunda acısız soluk alabilmeliydi. Yoksa yaşamın ne değeri kalırdı. Keşke hayat yolumu yitirdiğimde bana bir yol daha açsaydı… Denizlerin ötesindeki bir kabilenin insanları, düşman tarafından kaçırılıp da pazarlarda esir olarak satılmasın diye çocuklarının yüzünü yaralar, kendi çocuklarını çirkinleştirirlermiş. Çocuklar böylece özgür kalırmış. Onların dilinde çirkinlik ile özgürlük aynı anlamda kullanılırmış, güzellik ile esaret aynı sözcükle ifade edilirmiş, İstanbullular da kentlerini yitirme korkusuyla yaşıyor, onun güzelliğini yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı, yer üstünde ve yeraltında acıya batıyor, kötülüğe sarıyorlardı. Kenti çirkinleştirmeye özgürlük diyorlardı. Kötülüğün nihai amacının güzelliği parçalamak olduğunu görmüyorlardı. Ama köy insanlığın çocukluk çağını, kent de olgunluk çağını temsil ediyorsa, İstanbullular kaygılı ergenler gibi hala arafta yaşıyordu. Güzele uygun bir bakış edinemiyorlardı. Gündüz ürkek dolaşıyor, gece tedirgin yaşıyorlardı. Güzel bir kent istemenin, güzel bir yaşam istemek olduğunu unutuyorlardı. Anımsamak her zamanki gibi uzun, yaşamak kısaydı. İstanbul milyon hücreli bir kentti ve her hücre kendi başına bir İstanbul’du. Parça bütünde, bütün parçadaydı. Yakın uzakta, uzak yakındaydı. Her şey kısır ve doğurgandı. Her bedensel acıya bir de ruhsal acı eşlik ediyordu bu kentte. Kalabalık ve yalnızlık aynı ölçüde ağırdı. Aşk acısı, yoksullukla yarışıyordu. Geçim sıkıntısı, yaşlılıkla aynı hızda ilerliyordu. Salgın hastalıklar ile salgın korkular kol kola gidiyordu. Derilerinin altında damar yerine fiber kablolar dolaştığını sanan çocuklar büyüyor, ceplerinde ayna yerine hesap makinesi taşıyan yaşlılar çoğalıyordu. Dillerindeki harflerin yerini rakamlar alıyordu. Aşkın paraya dönüştüğünü söylüyorlar, ama ceplerinden hesap makinesini çıkarıp hesap yapsalar da paranın, neden aşka dönüşmediğini çözemiyorlardı. Rakamlar yetmiyordu. Kenti kent yapan insanın bakışıydı. Kötü bakanlar kenti körleştirir, güzel bakanlar onu güzelleştirirdi. Kentin değişmesi ve güzelleşmesi, insanın değişip güzelleşmesine bağlıydı. Silah sesleri iyice yaklaşıp demir kapının önünde dururken tütünü bol sigara hep parmaklarımın arasında kalsın istedim. Yaşamı, ölümü veya acıyı değil sigaranın genzi dolduran tadını hissetmek istedim. Masa örtüsünün dantel işlemesini, kızarmış ekmeğin rengini, buzlu rakının kokusunu düşünmek istedim. Deniz rüzgarında bir nedene bağlamadan uçan kırmızı şalı hayal etmek ve uzun tüylü halılarda çıplak ayakla yürümek istedim. Peynir ve turşu yemek istedim. Herkes duysun diye müziğin sesini sonuna kadar açmak, balkonda oturup gemilere el sallamak istedim. Olmadı.
·
557 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.