Gönderi

80 syf.
7/10 puan verdi
Tutku insanı tutulduğunun kölesi yapar. Bir Kadının yaşamından Yirmi Dört Saat kitabında Stefan Zweıg bize bunu anlatıyor. Tutku insanda mantık bırakmıyor. Vücut ülkesini tamamen ele geçiriyor. İnsan ruhunun en karmaşık duygusu olan tutkunun insana nerede ne yaptıracağı belli olmuyor maalesef. Kitap yakışıklı bir gencin bir otelde etraftan gördüğü ilgiyle başlıyor. Ve bir adam gecenin bir vaktinde “Amanın karım kayboldu!” nidalarıyla oteli ayağa kaldırıyor. Sonradan durum anlaşılıyor ki kadın kaybolmamış. O yakışıklı gençle kaçmış. Hem de arkasında bir koca üç çocuk bırakarak. Asıl roman da işte bu noktadan itibaren başlıyor. Kimileri duygularının peşinden korkusuzca giden kadını kutsuyor. Kimileri de kaçan kadının doğasında zaten böyle bir iffetsizlik olduğunu belirtip kınıyor. Roman anlatıcısı da tartışmaların içerisinde. Diyor ki: “Kimseyi yargılamak ve kınamak istemem. Az önce biraz aşırıya kaçtığımı size rahatlıkla itiraf edebilirim; o zavallı Bayan Henriette bir kahraman değil elbette, serüven peşinde koşan biri de değil, bir büyük âşık ise hiç değil. Cesaretle arzusunun peşine takıldığı için ona bir ölçüde saygı duyuyorum, ancak bugün olmasa bile yarın kesinlikle çok mutsuz olacağı için onun adına üzülüyorum. Kendisini tanıdığım kadarıyla sıradan, zayıf bir kadınmış gibi geliyor bana. Yaptığı belki aptalca, fazlasıyla acele etmiş olduğu da kuşku götürmez, ama asla alçak ve âdi biri değil, bu zavallı ve mutsuz kadını küçümseme hakkını kendinde gören herkese her zaman karşı çıkarım.” Tartışma bu meyanda seyrederken Mrs.C adında atmış yedi yaşındaki kadının geçmişte yaşadığı bir yirmi dört saatin içerisine giriyoruz. Kadın öyküsünü bu zamana kadar kimseye anlatmamıştır. Anlatıcının yukarıdaki fikirleri kadına cesaret vermiş ve geçmişte yaşadığı bir günlük öyküyü anlatarak rahatlamak istemiştir. Kadın kırk iki yaşındadır. Kocası ölmüştür. Çocukları kendi başına iş görür haldedir. Bu sebeple şehir şehir özgürce dolaşmaktadır. Ara ara kumarhanelere de eğlencesine uğramaktadır. Ama kumarhanede genelde gözlem yapmaktadır. Kadının ölen kocası zaman zaman kumar oynarmış. Uzaktan ilgisizmiş gibi oyunu takip etmesini o öğretmiş. Asla bir yüze bakmayacak sadece ellere bakacakmış. Eller her şeyi anlatırmış. Kitapta; tutkunun, cesaretin, tükenmişliğin, hırsın, zaferin ellere yansıtıldığı bölümleri çok beğendim. Kumarbaz yüzüne hâkim olmasını bir şekilde öğreniyormuş ama ellerine hükmetmesini asla. Bu bölümü okurken nedense zihnimde hep Yıldırım Gürses’in Eller şarkısı dönüp durdu. Bir ele takılıyor kadın. Daha önce hiç böyle bir el görmemiş. Kazanmayı, kaybetmeyi her şeyi gözlüyor. Sonra yavaş yavaş yüze kayıyor. Genç bir adam. Hırslı. Oyunu kaybediyor. Sadece oyunu değil her şeyini kaybediyor. Yaşama ümidini. Bitmiş vaziyette kumarhaneden ayrılan genci kadın yakın takibe alıyor. Genç bir banka oturuyor. Bir heykeltıraş bitmiş bir adamı nasıl tasvir ederse tıpkı o şekilde oturuyor. Eller yanda, boşlukta, vücut çökmüş. Yağmur yağıyor ama önemseyen kim. Kadın gencin intihar edeceğini düşünüyor. Yardım etmek istiyor. İyi niyetli. Evine bırakmak istiyor. Ama gencin gidecek yeri yok. Parası zaten yok. Bir otele götürüp bırakacak. Bedelini kendisi ödeyecek. Öyle de yapıyor. Ama adam bitik vaziyette kadına dayanarak odaya çıkıyor. Orda işler karışık. Sabah oluyor. Anlıyoruz ki olan olmuş. Kadın buna pek aldırış etmiyor. Bir hayatı kurtarmış olmanın mutluluğunu yaşıyor. Birine yardım etmenin huzurunu. Gündüzleyin gençle sahilde dolaşıp yemekler yiyor. Kiliseye gidiyorlar. Tevbeler ediyor genç. Hem de ne tevbeler. Gencin biletini de alıyor memleketine göndermek istiyor. Genç tren saatine kadar birkaç yere uğrayacağını söylüyor. İyiliklerini saymakla bitiremediği kadına teşekkürler ederek vedalaşıyor. Kadın gencin bu şekilde gitmesine içerliyor. Anlıyoruz ki kırk iki yaşında, iki yetişkin çocuğu olan kadın, çocuklarını da geride bırakarak tüm statüsünü ayaklar altına alarak gençle birlikte tutkusuna esir olarak trene binip dünyanın öbür ucuna gitmek istiyor. Akşamı zor ediyor. Trene yetişecek. Ama yetişemiyor. Gencin gittiğini zannediyor. Hüzünleniyor. Gündüz vakti onunla gezdiği yerlere gidiyor. Akşamki banka oturuyor. Onu ilk gördüğü kumarhaneye gidiyor. Ellere bakıyor. Hayır olamaz. O el. Hayal mi görüyorum? Hayır. İşte orada, kumar masasında oturuyor genç. Kilisede ettiği tevbesini ne çabuk unutmuş. Genç yine bir kazanıp bir kaybediyor. Kadın onu kumarhaneden çıkarmak istiyor. Ama genç kadının tüm haysiyetini ayaklar altına alıp, gündüzki iyilikleri bir çırpıda unutup onu tıpkı bir sokak kadını gibi aşağılıyor. Kadın da bu durum karşısında büyük hayal kırıklığıyla kumarhaneyi terk ediyor. Yıllar yıllar sonra öğreniyor ki, genç o gün kumarda kaybedince intihar etmiş. Kadın bu haberi duyduğuna üzülüyor mu? Tabii ki hayır! Öğrendim ki kitabın yazarı Stefan Zweıg de insanlığın geleceğine dair duyduğu inancı yitirmiş, umutsuzluğa düşmüş, eşiyle birlikte intihar etmiş. Sordum kendi kendime: Yazarlar yaşayacaklarını mı yazarlar, ya da yazdıklarını mı yaşarlar? Hepsi için olmasa da sınırım bazıları için bu soru yerinde bir soru.
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört SaatStefan Zweig · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2020127,7bin okunma
·
12 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.