Gönderi

400 syf.
10/10 puan verdi
Sosyal olaylar etrafında yaşanan bir aşk romanı...
Hüseyin Yılmaz ismi bana yabancı değildi. Geçmişte yayınlanmış eserlerini biliyordum. Ama uzunca bir zaman suskun kaldığını da yeni öğrendim. Yazarımız Elif Öğretmen’le suskunluğuna son vermiş. Son vermekle kalmamış, avazı çıktığı kadar ses veriyor. İslamın kuşatıcı güneşinin altına çağırıyor bizleri. Kurtuluşun sende bende değil, bizde olduğunu söylüyor. Romanın mekânı Çet köyü. Nereye mi bağlı? Adıyaman’ın Gerger ilçesine. Köy dağın başında. Yol desen, eh işte, paldır küldür. Elif bir gaye ile, bile isteye kendini buraya tayin ettiriyor. Maksat, Kürt çocuklarını Türkleştirmek ve böylece onlardan intikam almak. Neyin intikamı diye soracak olursanız izninizle onu kitabın kendisine bırakacağım. Elif’in gelişi köye müjde gibi düşüyor. Köy ağalarından Rıza ve ailesi Elif’e sahip çıkıyor. Köy şartlarında iki göz odası olan okul var. Bu odalardan birine yerleşiyor Elif. Diğeri ise okulun tek dersliği. Rızanın eşi Seher İstanbul görmüş bir hanım. Kızı Kader’i, yoldaş olsun diye Elif’in yanına katıyor. Kader de okulun on bir öğrencisinden biri. Sanırım dördüncü sınıf öğrencisi. Sınıf birleştirilmiş. Birden beşe bütün sınıflar bir arada. Çocuklar gelişmiş. Recep isminde biri var. PKK sempatizanı. Oğlu Halid. Elif’in beşinci sınıf öğrencisi. O da babası gibi sempatizan. Ahmet köyde gizemli biri. Ara ara Cuma geceleri ezan okuyor, Cuma namazını da kendisi kıldırıyor. İmam değil ama çok güzel ezan okuyor. Köye gelişi, köyde oluşu, yaşayışı hep sırlar barındırıyor. Otuz yaşlarında. Risale-i Nur okuyor. Görüş ve düşüncelerini köydekilerle müzakere ediyor. Onları etkiliyor. Onlara işlerinde, tarlalarında hep yardımcı oluyor. Karşılığında sadece dua istiyor. Ona veli diyenler de oluyor, deli diyenler de. Ama Çetliler onu çok seviyor. Yaz aylarında çocuklara Kur’an öğretiyor. Manevi dersler veriyor. Ve en önemlisi de onları terör sempatizanlığından alıkoyuyor. Bu bir aşk romanı. Öyleyse Elif’le Ahmet’in bir yerde karşılaşması lazım değil mi? Karşılaşıyor. Hem de Ahmet için de Elif için de, kıyısında sırlar barındıran bir kayanın dibinde. Kur’an sesiyle ve duayla. Her ikisinin de ortak sırrı Orhan. Orhan kim mi? Yok öyle dava. Kitabı okumalısınız. Ahmet geceleri davet edildiği evlerde sohbetler yapıyor. Bu sohbetlerde daha çok birlik beraberlik üzerinde duruyor. Kürt meselesi üzerinde görüşler beyan ediyor. Benim de ilk defa buradan öğrendiğim bilgiler veriyor. Elif cehaletine yanıyor. Ahmet’e hayran kalıyor. Bu hayranlık zamanla farklı duygulara dönüşüyor. Belli etmese de Ahmet’te de öyle. Ahmet sosyal meseleleri tartışırken can alıcı bir soru soruyor. Bildiğimiz gibi İngilizler Çanakkale Savaşı’nda İstanbul'un kapısına kadar geliyorlar. Tüm maksatları İslam’ın başkenti İstanbul’u ele geçirmek. Gel gör ki Türküyle Kürdüyle, Lazıyla Çerkeziyle, Arabıyla Gürcüsüyle omuz omuza veren Osmanlılar onları tersyüz etmiş, büyük bir ıstırapla ve hayal kırıklığıyla geldikleri yere geri göndermişlerdi. İstanbul onlar için önemliydi. İki yıl sonra birinci dünya savaşı sonrası mağlup devletler arasında yer aldığımız için maalesef ellerini kollarını sallayarak İstanbul’u işgal ediyor İngilizler. Soruyor Ahmet, “Her şey ellerindeyken, ve yerleşmişken İstanbul’a, İngilizler neden ellerini kollarını sallayarak uğruna iki yüz bin insanını feda ettiği İstanbul’dan çıkıp gittiler? Sahi Lozan’da kopardıkları neydi? Yunanistan o kadar yeri işgal etmişken Ege’de, onlara tek bir askeriyle bile neden yardıma gitmedi? Onların yenilmesine seyirci kaldı?” Demek İstanbul’dan çok daha iyi, onlar için çok daha değerli bir taviz koparmışlar ki gitmişler. Bir başka yeni bilgi yakın tarihte bir Said’in daha olduğuydu. Şeyh Said’i biliyordum. Molla Said’i de (Bediüzzaman Said Nursi) Ama Said Molla’yı bilmiyordum. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne üye olan Said Molla imiş. Ama maalesef devrin muktedirleri sırf Bediüzzaman Said Nursi’yi hükümet karşıtı gösterebilmek için, kasten Molla Said’le Said Molla’yı birbirine karıştırmışlar. Tıpkı yıllardır Şeyh Said’le Said Nursi’yi bilerek karıştırdıkları gibi. Biz genel anlamda cumhuriyetimizin kurucusunun ismini Kemal Atatürk olarak bilsek de, son nüfus cüzdanında Kamâl Atatürk olarak yazdırdığı bilgisini de buradan öğrendim. Kâm almak, ya da kale anlamına geliyormuş. Tartışmaların çoğu Doğu meselesi üzerine yoğunlaşıyor. Ankara’nın yıllardır süren yanlış politikaları var. Dağa taşa “Ne Mutlu Türküm” diye yazmanın ne anlamı var? Erbakan’dan bir alıntı kitapta: “Bu ülkenin evlatları, asırlar boyu mektebe Besmele’yle başladılar. Besmele kaldırılıp yerine “Türküm, doğruyum, çalışkanım!” denilince, Kürt bir Müslüman evladı; “Ya öyle mi? Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım.” demeye başladı ve böylece bu ülkenin insanları birbirine yabancılaştırıldı.” Öğrendim ki Sayın Erbakan bu doğru sözleri yüzünden bir yıl ceza almış. Oğlu Halit için ağlayan Elif’e, “Sen şimdi benim oğlum için gözyaşı döküyorsun öyle mi?”, mealindeki cümlesi, daha sonraları Elif’in Recep’e bir de “abi” demesi karşısında Recep’in yaşadığı hisler de çok önemliydi. Bu davranışlar sanki Elif’i Recep’in kızı yapmıştı. Elif’in ayağına taş dokunsun, ilk koşan, ilk ağlayan Ahmet dışında hep o olmuştu. Buradan şefkatle ve sevgiyle kazanamayacağımız hiçbir topluluğun olmadığını görüyorum. Güçle kuvvetle gönüllerin kazanılamayacağını öğreniyorum. Uzatmayayım. Sosyal olaylar etrafında yaşanan bir aşk romanıydı Elif Öğretmen. Son zamanlarda istifade ettiğim böylesine güzel bir roman okumadım. Şimdi bu kitabı okudum ya, inanın en kısa zamanda Adıyaman’a, Gerger’e, Çet’e gitme, oradaki şelaleleri görme, moloz suyundan içme iştiyakı uyandı bende. Bu aralar olmaz tabi. Çet’in yolları kapanmıştır bile. Ama bahar aylarında kısmet olursa mutlaka ziyaret etmek isterim oraları. İşte romandan bir bahar tasviri: “Mehtap, Çet’te baharı yaşamayan,baharı gördüm demesin. Uzun bir kışta ölüme yatmış bitkilerin rengârenk çiçeklerle hayatlanması; nereden, nasıl geldikleri anlaşılmayan kuşların hayat dağıtan binbir çeşit ötüşleri; hemen her tarafta, her kayanın altından fışkıran billur suların, parlak bahar güneşinin altında gümüşten nehirler gibi akması; insanı mest ediyor. Bütün bir kışı ağıllarında geçirmiş hayvanların çayırlarda koşuşturmaları; hele oğlakların ceylanlar gibi kayadan kayaya zıplamaları görülmeye değer.” Nasip olur inşallah. Nuri Pakdil’in upuzun ve kahredici aşkından bahsedilip de anlatılmaması acaba romanın devamı mı olacak şüphesini içime bıraktı. Yazılırsa okuyacağımdam emin olabilirsiniz.
Elif Öğretmen
Elif ÖğretmenHüseyin Yılmaz · Hayat Yayinlari · 201662 okunma
·
113 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.