Gönderi

108 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
23 saatte okudu
Büyük hayranlıklar nereden gelir? Neden bir başkası olmak için çırpınır dururuz? Pekiyi, neden başkalarına düşmanlık besleriz? Hayran olmakla, nefret etmek arasındaki belirsiz çizgi nerede başlar, nerede biter? Jung şöyle diyor: “İyi ki düşmanlarımız var. Yoksa onlara benzerdik.” Yine de, içerideki düşmanı tanımadan, kendi karanlığımın içinden geçmeden, düşmanımı ya da kendimi affetme olasılığına açık değilim. Birine karşı güçlü duygular beslediğim zaman, kendi köklerime inmem gerektiğini biliyorum. Hayranlık ya da düşmanlık duyguları, bir matruşkanın içinden çıkan bebekler gibi. Nerede başlayıp nerede sona erdiğini kestirmek zor. “Gölgene Sahip Çık” isimli kitabın yazarı Robert Johnson bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Uygarlığın tamamının büyük bir olasılıkla yok olacağı çatışmadan uzak durmak istiyorsak şunu anlamak zorundayız: Artık yaşanmamış yanımızı bir başkasına yüklemeye devam edemeyiz.” Belki de aynayı kendi yüzümüze çevirip bakmanın zamanı çoktan gelmiştir. Aynada görmekten korktuklarımızı başkalarında seyretmek; eleştirmek, yargılamak çok kolay. Açık bir kalple kendi gölgemize bakmak, şefkat göstermek alışılmadık bir tutum. Jack Sanford’un çok sevdiğim bir sözü var: “Bilmelisiniz ki Tanrı gölgenizi egonuzdan çok daha fazla sever. Çünkü gölge ne kadar tehlikeli olursa olsun, merkeze daha yakın ve sahicidir.” Gölge yanımız anlaşıldığı zaman lütuflar sunan bir araca dönüşür. Çok severek okuduğum “nefs yolu” kitabının yazarı Bill Plotkin, “Tanrı’ya giden yol aşağı doğrudur” der ve nefs kavramına parlak bir bakış bırakır. Kitabında nefs ve ego arasındaki farka dair çarpıcı sözler söyler. “Nefsinizi yansıtması için vahşi doğaya güvenebilirsiniz çünkü nefsiniz en vahşi ve doğal boyutunuzdur. Doğa nefsinizi doğurur (ve gezegendeki tüm hayvan ve bitkileri). Egonuz ise doğrudan doğadan doğmaz daha çok kültür-dil ailesinin bir matriksi gibidir. Nefsin başlangıcı sıklıkla ölüm ve ikinci doğuş ile tanımlanır. Bir kozaya girer gibi, ilk egonuz ölür sonra nefse kök salmış ikinci ego doğar; günümüzün kültüründen değil, doğanın rahminden.” Aynı kitapta nefsle iletişim kurmayı unutmanın büyük bir anlam kaybı yarattığından söz ediliyor. Sanırım bu duyguya hepimiz aşinayız. Bazen dayanılmaz bir acı hissederim. Bu acının bir davete dönüştüğü zamanlar gelir. Çağrıyı hissettiğim anda yazmaya koşarım. Bazen bir rüyayla, bazen bir şarkıyla, bazen bir şiirle, bazen bir filmin içinden cımbızladığım şiir kokan bir cümleyle gelir davet. Adımla seslenen bir hayalet bile olsa hikâyesini dinlerim. Çünkü yazı korkunun arka tarafını şeffaflaştıran bir güce sahip… Sonradan anlarım, gelen hayalet vedalaşamadığım bir parçamdır. Bırakamadığım ne varsa yüklenmiş, dumandan bir bedenle karşıma dikilmiştir. Duyulmak ister. Eğer dikkatlice dinlersem, kendime karşı ne kadar körleştiğimi fark edip, ürperirim. Kendimden bu kadar uzaklaşmanın sonucu; “evin yolunu unutmak”. Evin yolunu unuttuğumda ne mi olur? Size tanıdık gelebilir. Doyarım ama yemek yemeye devam ederim. Bir kadeh şarapla yetinebilirim ama şişenin dibini görmek isterim. İhtiyacım olmayan nesnelere çekilir, alır, biriktirir, istiflerim. Tembelleşirim. Hareket etme isteğim yok olur. Bedenim ağırlaşır. Bedenimin gerçek ihtiyaçlarını hissedemem. İnsanlardan uzaklaşırım çünkü gerçek doğasından uzağa fırlatılmış, içi boş bir bedene dönüşürüm. Yine bir umut vardır. Bir şiir okur ağlarım. Günbatımlarına hayranlık duyarım. Bir ağacın altında oturur, toprağın şarkısını dinlerim. Gökyüzünün güzelliğinden büyülenirim. Yağmur başladığında ıslanmaya çıkarım. Umut ve çağrı hiç kaybolmaz. Nefs bizi her an yaratmaya , değişmeye, dönüşmeye davet eder. Açık bir kalp kendi gölgesini tanır, uzlaşır, ışığa yollar. Bazen karanlığımın içinden geçerken kemiklere rastlarım. Yaşanmış yaşlarıma ait bedenlerin anılarını toplarken, hikâye anlatmanın büyüsünün kemiklerden geldiğini duyumsarım. Acı dediğim ne varsa, hikâyeye dönüşürken, kemiklere ruh üflemenin mümkün olduğu görünmeyen dünyada oturur, sıranın hangisine geldiğini anlamaya çalışırım. Sıra en çok direnen parçama gelmiş olur. Tuttuğuna yapışan, değişime direnen, yıkılmaktan korkan parçama. Onu yazarım. Onu ancak yazarak ikna ederim. Bazen küçücük bir değişime bile ne kadar dirençli olduğuma hayret ediyorum. İyi ki fırtınalar var. İyi ki yok oluşlar var. Ben yapamadığım zaman yapan o görkemli güç olmasaydı, ne sanat kalırdı, ne hayat… Doğmaya da ölmeye de gönüllü değiliz.
Gölgene Sahip Çık
Gölgene Sahip ÇıkRobert A. Johnson · Okuyan Us Yayınları · 2019121 okunma
··
310 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.