Gönderi

176 syf.
·
Not rated
GABRİEL GARCİA MARQUEZ/ AŞK VE ÖBÜR CİNLER-can yayınları-çeviri: İnci Kut/*1982 Nobel Edebiyat Ödülü İnsanın özünde; bütün sistemlerden, inançlardan ve felsefi düşüncelerden bağımsız olarak onu yozlaştırmaya, acıya, zulme ve sonuçta çürümeye taşıyan güçlü bir itki var. İnsanın ruhu kötücül bir yazgıya mahkûmdur. Doğasını terbiyeye zorlayarak gelebileceği en iyi mevkie gelmiştir. Ötesi, onun da sınırlarının ötesindedir. ‘’Dirilen Bedenlerin Bütünlüğü Üzerine 26 Ekim 1949, önemli haberlerle dolu bir gün değildi. Muhabir olarak ilk yazılarımı yazdığım günlük gazetenin yazı işleri müdürü olan Üstat elemente Manuel Zabala, o sabahki toplantıyı, alışıldık birkaç öneriyle kapatmış, redaktörlerden hiçbirine belirli bir iş vermemişti. Birkaç dakika sonra, telefondan, eski Santa Clara manastırının mahzenindeki mezarların boşaltıldığı haberini alınca, fazla bir umuda kapılmadan şu emri verdi bana: "Oralarda bir dolaş bakalım, yazacak neler bulabileceksin." Yüzyıldan beri hastaneye dönüştürülmüş olan bu tarihi Klaris manastırı, yerinde beş yıldızlı bir otel yapılmak üzere satılacaktı. Olağanüstü güzellikteki kilisesi, damının yer yer yıkılması nedeniyle neredeyse tümüyle açıkta kalmıştı, ama mahzen mezarlarında üç kuşaktan piskoposlar, başrahibeler ve daha başka ileri gelen kişiler hâlâ gömülüydü. Atılacak ilk adım, bu mezarları boşaltıp, kalıntıları çıkabilecek isteklisine teslim etmek, geri kalanları da ortak bir çukura gömmek olacaktı.’’ (…) ‘’Ana mihrabın duvarında, İsa'nın yanındaki üçüncü oyuktaydı asıl büyük haber. Mezar yazıtı, ilk kazma darbesiyle parça parça yerinden fırlamış, yoğun bakır renginde canlı bir saç yığını mezardan dışarı taşmıştı. Ustabaşı, işçilerinin de yardımıyla bunları tümüyle dışarı çıkarmak istedi, ama saçları ne kadar çok çekerlerse o kadar uzun ve gür görünüyorlardı; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıktı. Oyukta, oraya buraya dağılmış birkaç küçük kemik parçasından başka bir şey kalmamıştı, güherçileden delik deşik olmuş mezar taşında ise, soyadı bulunmayan bir ad okunabiliyordu yalnızca: Sierva Markı de To-dos los Angeles. Yere yayılan o harikulade saçlar, yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaydı. Ustabaşı, en ufak bir şaşkınlığa kapılmadan, insan saçının ölümden sonra da ayda bir santim uzadığını anlattı bana; yirmi iki metre de, iki yüz yıllık bir süre için iyi bir ortalama gibi görünmüştü ona. Oysa bana hiç de bu kadar olağan gelmemişti bu olay, çünkü çocukluğumda büyükannem, saçları arkasında bir gelin duvağı gibi yerlerde sürünen ve bir köpek ısırması sonucu kuduzdan ölerek, gerçekleştirdiği pek çok mucize nedeniyle Karayib halkları arasında yüceltilen, on iki yaşında küçük bir markizin efsanesini anlatırdı bana. İşte o mezarın onunki olabileceği düşüncesi, gazeteye o gün yazdığım haberi ve bu kitabın kökenini oluşturdu.’’ Gabriel Garcia Mârquez Cartagena de Indias, 1994 Esere bu sözlerle başlıyor yazar. Bu sunumda Marquez, otobiyografik bilgiler vererek gazetecilik yaptığı yılara ve o yıllara ait bir anısına taşıyor bizi. Bu eseri de o anısı ve anneannesinin anlatılarının temellendirdiğini söylüyor. Bu açıdan romanın temasını oluşturan olayın gerçek bir hikâyeye dayandığını söyleyebiliriz. Ancak büyülü, masalsı ve söylenceye yaslanan bir gerçek hikâye olduğunu belirtmek gerek. Kilisenin enkazında bulunanlarla söylencenin uyuşumu okurda anında bir merak ve gizem duygusu yaratır cinstendir. Marquez, yazar olmasında büyükannesinin masalsı anlatılarının büyük rolü olduğunu sık sık vurgular. Belki de büyülü gerçekçilik akımı da büyükannesinin anlatı tekniğinden esinle ortaya çıkmıştır. Gerçi yazar, ben büyülü gerçekçi değilim, eleştirmenler öyle düşünüyor diyor ama ortak kanı bu. Bu tekniğin bir taraftan da hepimizin anne ve büyükannelerimizden dinlediğimiz haliyle hayatı, yaşananları somut gerçeğin ve kör inançların, dogmaların, sezgisel olan ile iç içe algılanması ile oluştuğunu düşünebiliriz. Gerçekte de hayat sadece rasyonel, pozitivist ve somut verilerin akla ve mantığa uygun gelişimiyle gerçekleşmez. Çıplak gerçekliğin hep bilinemez, sınırlarına hâkim olunamaz, öngörülemez, gizli bir tarafı olduğuna inanmaya yatkın bir tarafımız vardır. Bu güdü, insanın belki de diğer türlere nazaran farklı, derinlikli, sürekli bir gelişme ve değişim dinamiği potansiyeli içinde ilerleyen bir tür oluşuna imkân vermektedir. Sadece gerçekliğe mahkûm olunsaydı belki de zoolojik varlığımızdan kolayca sıyrılamazdık. Bunlar faraziyeler tabi ki… Romana geçmeden önce eserin bağlı olduğu akımdan biraz olsun bahsetmek gerekir. Büyülü Gerçekçilik: Masalsı, fantastik, doğaüstü, olağanüstü, akıldışı ve alışılmamış veya hayalî elementler ile gerçeğin, olağan gerçekçiliğin, sıradanlığın, mantığın veya alışılmışın iç içe geçmesi durumudur. Terim, ilk olarak 1925 yılında, Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından resim sanatında Yeni Nesnellik akımı için kullanmıştır. Görsel sanatların ardından edebiyat dünyasını da içine alan akım; Borges’in ‘Ölümsüz’ öyküsü, Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlığı ve diğer romanları, Bulgakov’un ‘Usta ile Martgarita’sı, Italio Calvino, Paul Auster, Franz Kafka, Angela Carter, Haruki Murakami, Salman Rushdie ile temsil edilir. Bizde ise İhsan Oktay Anar, Leyla Erbil Latife Tekin ilk akla gelen yazarlardır. Fakat büyülü gerçekçilik denince gerçekten büyülü bir maharetle bu türü temsil eden yazar olarak Marquez’, anmak gerekir. Yüzyıllık Yalnızlık, Kırmızı Pazartesi, Aşk ve Öbür Cinler büyülü gerçekçiliğin başyapıtlarıdır. Romana geçersek; olaylar şöyle başlar: Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi bir köpek, Aralık ayının ilk pazar günü, çarşının daracık yollarına dalarak, kebapçıların masalarını devirip yerlilerin işporta tezgâhlarıyla piyangocuların tentelerini altüst etmiş, o arada yoluna çıkan dört kişiyi de ısırmıştı. Bunlardan üçü, zenci kölelerdi. Dördüncüsü ise, yanında melez bir hizmetçiyle birlikte, on ikinci yaş günü kutlaması için bir dizi çıngırak satın almaya giden, Casalduero markisinin tek kızı Sierva Maria de Todos los Angeles idi. Aynı gün içinde dört ya da beş ısırma olayı, hele Sierva Maria’nınki gibi sol ayağının bilek kemiğinde zorlukla fark edilen bir yara olursa, kimsenin uykusunu kaçırmıyordu. Bu yüzden hizmetçi kız, hiç telaşa kapılmadı.. Bir süre kızın kuduz bir köpek tarafından ısırıldığı anne ve babasından saklandı. Ancak roman boyunca okurun yüreğini burkan, yer yer gözyaşlarına boğan trajik gelişmeler bundan sonra başlar. Kızın kuduz olabileceği endişesi taşıyacak olan babası Marki, ne yapacağını bilemez halde çareden çareye başvururken aslında kendi elleriyle zavallı, talihsiz kızının sonunu hazırladığının farkında olamayacaktır. Bir gün Sagunta adında bir kadın markinin kapısını çaldı ve ona kuduz bir köpeğin kızını ısırdığını söyledi. Marki hemen onu, kölelerin kaldığı yerden alır ve eve temiz bir odaya yerleştirir. Daha sonra diğer kuduz hastalarının kaldığı hastaneye bilgi almak için gider ve dönerken Doktor Abrenuncio ile karşılaşır. Ona kızının durumunu anlatır. Abrenuncio,kızı gördükten sonra tek tedavinin mutluluk olduğunu diğer yöntemlerin hurafe olduğunu söyler ama Marki, kızının içine cin kaçtığına inandırılır çünkü Sierva Maria hiçbir kuduz belirtisi göstermez. Hatta kızın deli olduğu söylentisini dillendirince de doktor: ‘’ Düşüncelerini kabullenecek olursanız, hiçbir deli, deli değildir.’’ der. Marki, başlangıçta doktoru dinleyerek kızını sevgiyle ve ilgiyle iyileştirmeye çalışsa da bir süre sonra aniden kızın ateşi çıkmış ve yataklara düşmüştür. Birçok hekim, büyücü gelir ve kıza türlü tedaviler uygularlar. Kız daha da kötü olur. Bunun üzerine Abrenuncio’nun tüm uyarılarına rağmen Marki, piskoposla görüşmeye gider, Piskopos da kızın içine cin girdiğini söyler ve onu Santa Clara Manastırı’na yatırmasını söyler. Marki, çaresizlik içinde kızını bir sabah saat yedide hazırlar ve Santa Clara Manastırı’na bırakır. Bu markinin kızı Sierva Maria’yı son görüşü olur. Kızın annesi ve Casalduero markisinin unvansız eşi olan Bemarda Cabrera, Marki’yle istemeden babasının zorlaması ile ve bir hileye başvurarak evlenmiştir. Bu yüzden Marki’yi sevememektedir, aslında gençlik aşkından zorla koparılan Marki de onu sevmemektedir. Aynı evde fakat bütünüyle iki ayrı dünyanın insanı olarak birbirlerine tahammül göstermektedirler. Anne yedi aylıkken doğurduğu kızı Sierva Maria’yı hiç sevmemekte, hatta ondan nefret etmektedir. Bu yüzden emzirmemiş ve ona hiç bakmamıştır. Küçük kız malikânenin köleleriyle aynı barakada büyümekte ve bir soyludan çok kölelere benzemektedir. Sierva Maria aslında çok zeki, duyarlı ve çok güzeldir. Ancak çok kötü büyütülmüş olduğu için farklı ve aşırı tepkiler verir. Sierva’nın iyileştirilmesiyle Delaura adlı rahip görevlendirilir ancak 33 yaşındaki rahip 12 yaşındaki kıza aşık olur. Onu bir şekilde ayartır ve aşk yaşarlar. Sierva güveneceği birini arıyordur. Delaura ile kaçmak ister fakat reddedilir. Bunun üzerine iyice delirir. Delaura’nın yaptıkları ortaya çıkar ve cezalandırlır. Kızdan uzaklaştırılır. Bu durum onun da çok zoruna gider ve sonunda o da acıdan delirerek ölür. Marki kızını manastıra kapattığı için pişmanlık ve azap içinde ölür, annesi bir evde tek başına çürüyerek ölür. Piskopos kızın içindeki cini çıkarmakta kararlıdır. Türlü eziyetler çektirerek cin çıkarma ayinleri yapar ve Sierva’yı iyice delirtir. Sonuçta basit bir hastalığın kör inançlar ve dini bağnazlıkla dolu bir toplumda ne tür trajedilere kadar giden acılı bir serüvene dönüştüğünü görmüş oluruz. Her yönüyle müthiş bir roman, sadece Türkiye’de 20’nini üzerinde baskı yapmış bu eserin (hala okumayan varsa) mutlaka okunması tavsiye edilir.
Aşk ve Öbür Cinler
Aşk ve Öbür CinlerGabriel Garcia Marquez · Can Yayınları · 20166.9k okunma
·
84 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.