( Muhabbet bir gece yarısı dört adamın buluştuğu Yörük çadırında mum ışığında gerçekleşmektedir. )
Bay A: Toprak gibi Müslüman, Ateş gibi Türk bir adamın şiirleriyle buluşmanın verdiği hazzın tarifi yok arkadaşlar. Şair okurken çakılı kalıp düşünmemi bile engelleyen bir ruh haline büründürse de beni dünyanın yarasına etinden et bağlamanın ne olduğunu gösterdi.
Bay C: Etinden et bağlarken hissettiği acıyı göstermek yerine acısını omuzladığını da unutmamak lazım. Şairlere has olan acıyı omuzlarken dik durabilme özelliğini Süleyman Çobanoğlu’nda fazlasıyla hissettim diyebilirim. Tabi Çobanoğlu’nun kitapta şairler için kullandığı
“şair – o korkak asker müflis adam adayı
Damarları kupkuru hüznü çok kabadayı” ibaresini de unutamayacağım bu konuda.
Bay B: Şair “ neye yarar bilirdim saçılmış şair kanı” ibaresi de kullanıyor. Bana kalırsa söylediğin dize acıları dindirmeye yetememesinin dışavurumu. Hem o ibare Uygur Türkleri için yazılmış olan Beşeri Hoyrat şiirinde geçiyor.
Bay E: İnsan kendi acılarından büyük olmalı diyorduk eyvallah da şair her acıya etinden et bağlayan adamsa, şairler nasıl acılarından büyük olacak?
Bay B: Nasılını ben bilemem şair değilim ama insan insandır şair daha insandır. Hem şairlerin acı olanı görmesi kadar, acı olanın şairlere görünme arzusunu da göz ardı etmemek lazım. Her acı ziyan olmak istemediği için şairi arar.
Bay C: E şair acıyla bütünleşen acı mıdır yani şimdi :) Neyse Çobanoğlu’na geri dönelim. Bu adam neyin acısını yaşıyor?
Bay A: Bizim kendimizi unutmamızın acısını yaşıyor biraderim kendimizi unutmamızın. Bize bizi göstermek istiyor.
Bay B: Eyvallah. Bana kalırsa kitabı çok irdeleyerek berrak olanı bulandırmak yerine şairin Ozan şiirini okumak hem kitap hem şair adına daha açıklayıcı olacak. Tabi bu bir teklif :)
Bay E: Şiir şairse Ozan şiiri Süleyman Çobanoğlu’dur. Bu defalık böyle olsun. Şiiri okuyarak sonlandıralım o vakit.
Ozan
Bana şiir gelirken katı öfkeli gelir
Alıcı kuşlar gibi dağdan inen su gibi
Elleri kanlı gelir gözleri bütün akrep
Sellerde sürüklenen çocuk ölüsü gibi
Bana şiir gelirken havanın şiddetini
Çalkalanan denizlerin bağrışını duyarsın
Doğup da ayağına dikilen hayvanların
Korkusunu, ölümün çağrışını duyarsın
Bana şiir gelirken yakıcı gerçek gelir
Kılıcı yalanların kanını içmiş çeri
Kralları tanımaz kimseyi selamlamaz
Saçında çiçek gibi yoksulluk dilekleri
Bana şiir gelirken serçeler dile gelir
Temmuza yağmur gelir koyuna koç katımı
Yeşil ekinler bitmiş göğsümü yarmaktadır
Atların çatlamadan önceki son adımı
Bana şiir gelirken çeşmelerde dinlenir
Beygirine merhamet ve alıç yükleyerek
Sormadan yürür yolu yıldızlara baktırmaz
Halkın o kör ve sağır çarşısından geçerek
Bana şiir gelirken armağanlar getirmez
Tek söz bile konuşmaz sedirde otururken
Nerden tanırım dersin: onu andırır biraz
Erkekler bıçaklanır, kadınlar doğururken
Bana şiir gelirken kentli hırsız bir celep
Bir göçeri kandırır bir tayı iğdiş eder
Saray sundurmasında şairimsi ve gevşek
İçlenişler, işkembe- ve tiksinti ve keder
Bana şiir gelirken köpekleri havlayan
Oğlu ölmüş yoksul ev çırpınarak uyanır
Ananın ilenci mi babanın kargışı mı
Taş mı demir mi yürek, hem kanar hem dayanır
Bana şiir gelirken toprağa şimşek gelir
Ölürkenki o gülüş, tutsak dirilten umut
Çiğnenmiş güller gibi kara yere saçılmış
Ölmüş ozanlar gelir, gönlü kor yüzü bulut
Ey kişi, ey maroken, ey mersedes, pangonot
Ey yalan, ey alçalma; çiftleşir, vergi verir
Ey yoksulun kanına ekmeği banan hoca
Ey çorak dağlarında yalvaç taşlayan kibir
Yağdırıp duruyorken esirgeyen o Tanrı
Bana şiir gelirken söyle sana ne gelir.