Gönderi

Kalbin Betonlaşması
Turgut Uyar, Geyikli Gece şiirinde ''halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / her şey naylondandı o kadar'' diye yazmıştı. Şiirin bulunduğu kitabı (Dünyanın En Güzel Arabistanı, 1959) ölçü alırsak, tam elli beş sene olmuş. Bu iki dizeyi günümüze getirip güncellersek, ''her şey betondandı'' diyebiliriz. Ve sürekli korkulan oluyor. Türkçe sözlük, beton için, ''kum, çakıl gibi maddelerin sulandırılmış çimentoyla yaptıkları karışım'' tanımını yapıyor. Sadece bu mudur? Hayır. Devamında, Mustafa Armağan''ın Alev ve Beton (Şule Yayınları, 2000) isimli kitabını okumak gerekiyor. Bu kitabın neden gereken ilgiyi görmediğini son yıllarda daha iyi anlıyorum. Çimentonun nasıl bir şey olduğunu anlamamız için, onu üreten bir fabrikanın yanından, yöresinden geçmemiz yeterli. Kurulduğu, bulunduğu yeri yaşanmaz kılıyor. Tam bir çevre felaketi yaşatıyor. Genellikle hammaddenin olduğu bir dağın, tepenin yamacına inşa ediliyorlar. Böylece, ''dağı yeyip doymamak'' sözünü oradan alıp şuraya koyabiliyoruz. Anadolu''ya giderken veya gelirken, Hereke mevkiinde mutlaka görmüşsünüzdür. Dağı yemişler, yiyorlar. İşte bu ''dağı yeyip doymamak'' halini, bu inanılmaz iştahı, şehirlere de taşıdık. Bir medeniyet tasavvurundan bahsedenlerin yaptığı, müsaade ettiği birinci şey, şehirlerimizin betona boğulması oldu. Ne acı. Beton, bir alev gibi, şehirlerimizi, özellikle Aziz İstanbul''u yutuyor. Diyebilirim ki, parklar bile betondan. Beton, dünyevî hırsların sembollerinden biri. Soğuk, sevimsiz. ''Betonlaşmaya hayır'' dediğimiz zaman, şunu da söylemiş oluyoruz: İnsana ve tabiata evet. Bir çocuğun toprağa düşmesi ile betona kapaklanması arasındaki fark, bize çok şey söylüyor. Bunu bir düşünelim. Doğdum doğalı İstanbul''dayım. Kırk beş sene olmuş. Şehrin kente, hanenin konuta nasıl ''evrildiğinin'' canlı şahitlerinden biriyim. Toprağın arsaya, kârlı bir yatırım aracına dönüşmesiyle başladı her şey. Harf inkılâbı kadar tehlikeli olan bir zihniyet değişimi. Ekonomiyle ilgili yazılarda, haberlerde, yorumlarda hep aynı cümleyle karşılaşıyoruz: ''İnşaat sektöründeki hızlı büyüme.'' Rakamlar, fiyatlar, uçan daireler. Birbiriyle yarışan gökdelenler, kibir kuleleri, toplu konutlar, insanı tüketen alış veriş merkezleri, yeni yaşam alanları, rezidanslar ve dilimizin dönmediği başka şeyler. Tam da burada, yine, Mustafa Armağan''ın bir kitabını hatırlatmak isterim: Şehir Asla Unutmaz! Ünlem bana ait. Durmadan büyüme rakamları veriliyor. Bu büyüme karşısında, küçülen, geri çekilen nedir peki? Sorumuz, evvela, on iki yıldır iktidarda olanlara. Şunu da soralım: ''Geldik, çağı gördük ve ürperdik'' diyen kim? Bir soru daha: Kadim medeniyetimizi betonla mı ihya edeceksiniz? *** On inşaat işçisinin (insanın) acı bir şekilde vefat ettiği kazayla ilgili çok şey yazıldı, daha da yazılır. ''İhmali olanlar'' denilir. Suçlular, sorumlular aranır, bulunur ve sonra bırakılır. Ölen öldüğüyle kalır. Alev, ''çalışkan oğlum benim'' diye ağlayan babanın yüreğine, annenin bağrına düşer. Ve binalar göğe doğru yükselmeye devam eder. Ne yazsak, ne anlatsak, boş. Bir asansörün içinde, şu kadar metreden yere çakılmak. Bunu kelimelere nasıl dökeceğiz? Şunu dememiz bir şeyi değiştirir mi? İşin kazası olur, fakat hayatın kazası olmaz. Hayır, değiştirmez. Son beş yılda, inşaat sektöründe, otuz beş bini aşkın kaza olmuş. Bin yedi yüz elli dört işçi (insan) hayatını kaybetmiş. O kadar âlem sönmüş, kapanmış. Evlatlar ve eşler garip kalmış. Bu kazalar nedeniyle sakat kalan işçilerin (insanların) sayısını da verelim: Bin dokuz yüz kırk. Beton, ''sağlam ve dayanıklı'' anlamına da geliyor. Fakat insan aynı insan. Dayanıksız. Ölüyor. Bin yedi yüz elli dört. Acı ve ayıp olan şu ki, ancak toplu ölümler dikkatimizi çekmeyi ''başarıyor.'' Şu an olduğu gibi. Birer ikişer ölmelerinde sorun ve sakınca yok. Aynı rezidans inşaatında, birkaç ay önce, bir işçi (insan) daha hayatını kaybetmiş. Duyan, bilen var mı? Dershane parasını biriktirmek için Van''dan gelen on dokuz yaşındaki Erdoğan Polat. Aklıma, üniversite önünde oğlu öldürülen bir annenin feryadı geldi: ''Oğlumun emeğini eline verdiler.'' Toplu ölümler ''yaşandığı'' vakit, hemen ilave tedbirlerden, denetimlerden, yeni yasalardan bahsediliyor. Müfettişler, bilirkişiler, özel yetkililer, teftiş kurulları. Sonuç olarak; ihtiraslarla birlikte, ölümler de artıyor. Önlenemiyor. Çünkü ''önce iş güvenliği'' deniliyor. Can değil. Çünkü yüksek kazanç hırsının, büyük kârlar etme arzusunun bir bedeli, maliyeti var. İşte o bedel, kardeşinin düğününü yapmak yahut okul harçlığını çıkartmak için çalışanlara ödetiliyor. ''Çalışkan oğlum benim'' diye ağlayan baba. İşte bu çalışkanlık istismar ediliyor. Daha geniş bilgi için bakınız: Asgari ücret. Hazır konu açılmışken, bir de açlık ve yoksulluk sınırına bakalım. Bütün bunlar, bizi, ''kalbin betonlaşması''na götürüyor. Hayır, kalbimiz daha sağlam ve dayanıklı olmuyor; çürüyor, zayıflıyor. Acımasızlık, merhametsizlik. Durmadan maliyetleri düşürmeye, kâr payını artırmaya çalışıyor. Vebal ne, kul hakkı ne, unutuyor. Aziz ve kıymetli olan birçok şeye karşı ''büyük taarruz'' başlatıyor. Nihayetinde, ''mutluluğu ararken, huzuru kaybediyor.'' Buraya kadar yazdıklarımızı iki kelimeyle özetleyelim, sonra devam ederiz: Önce ahlak!
Sayfa 151Kitabı okudu
·
34 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.