GUPTA ÜZERİNDE BAYRAK DALGALANINCA
Göçebe gruplarının savaşları dur durak bilmezdi: Tatarlar ve Moğollar, Merkitler ve Keraitler,
Naymanlar ve Uygurlar, Katay Çin Seddi’nden Batıdaki Orta Asya dağlarına kadar, yüksek çayırlar
üzerinden geçiyor, geçiyorlardı. Fakat bu savaşlar bizi alakadar etmez. 12. yüzyıl sonuna geliyor ve
Temuçin, seleflerinin olanaksız dediği şeyi gerçekleştirmeye uğraşıyordu: Kabile konfederasyonu.
Bunda başarılı olmanın tek yolu, bir kabilenin diğerleri üzerine üstünlüğünü sağlamaktı.
Keraitler, Katay’ın güney kapıları ile batı arasındaki kervan yolu üzerinde bulunan kendi şehirlerinde,
iktidar dengesi denebilecek olan şeyi ellerinde tutuyorlardı. Temuçin, ittifak yapmak üzere gidip
Ertoğrul’u, meşhur Jean le Pretre’i buldu.
Moğollar şimdi ona böyle bir girişimde bulunmayı yerinde gösterecek derece kuvvetlenmiş bulunuyordu.
“Ey babam, senin yardımın olmadan, hırpalanmaksızın kendimi koruyamıyorum. Sana gelince, sen de
benim dostluğum ve fedakarlığım olmadan yaşayamazsın. Sahte kardeşlerin ve akrabaların, memleketini
istila ederler ve otlaklarını paylaşırlar. Oğlun bunu şimdiden anlayacak kadar akıllı değildir, fakat
düşmanların galip gelirse iktidar da, hayat da onun elinden alınır. Hakimiyetimizi ve kendimizi korumanın
tek yolu, hiç bir şeyin kıramayacağı bir dostlukla birbirimize bağlanmamızdır. Eğer ben de senin oğlun
olsaydım, her ikimiz de güvende bulunurduk.”
Temuçin, eski Han’ın evlatlığını istemek hakkına sahipti ve Jan le pretre, bu öneriye uydu. Aslında
yaşlanmıştı ve genç Moğol’a karşı da sevgisi vardı.
Temuçin, bu ahde sadık kaldı. Keraitler, büyük bir kısmı Müslüman ve putperest olan bir kısmı da
Hristiyan, Şamanist olan Keraitlere karşı şiddetli bir kin duyan batı kabileleri tarafından topraklarından ve
şehirlerinden atılınca, Moğol, perişan olan reisin imdadına kudurmuş sellerini gönderdi ve ihtiyar Kerait'in
müttefiki olarak da, siyasi bir girişimde bulundu.
Onun düşüncesine göre, fırsat mükemmeldi. Çin seddinin gerisinde, Katay’ın altın imparatorunun uykusu
kaçıyor ve Buyar Gölü Tatarlarının sınırlarını endişeye düşürdüklerini hatırlıyordu. Suçlu kabileleri
cezalandırmak için bir elçilik heyetini bizzat idare edeceğini ilan etti ve bu haber tebaasını telaşlandırdı.
Nihayet Tatarlara karşı, Katay’ın büyük bir ordusu ile üst rütbeli bir asker gönderildi, fakat Tatarlar adetleri
üzere sağ salim ve ceza görmeden çekildiler. Esası piyadelerden oluşan Katay ordusunun göçebelere
yetişmesi imkansızdı.
Bu haberler, çabucak harekete geçen Temuçin’e ulaştı. İyi kırbaçlanan posta atları, onun talimatını
yaylalara ulaştırdılar. Taraftarlarını topladı ve eski müttefiki Jean le preire’e haber göndererek Tatarların
babasını öldüren kabile olduğunu söyledi.
Keraitler onun müracaatını kabul ettiler ve müttefik kuvvetler Tatarların üzerine çullandılar. Bunlar geri
de çekilemezlerdi, çünkü Katay Ordusu arkalarındaydı.
Bunu takip eden savaş, Tatarların kuwetini kırdı, muzaffer kabilelere birçok esir kazandırdı ve Katay
ordusu subayına da işin bütün şerefini istemesi için fırsat verdi ki, o da bunu yapmakta gecikmedi.
Jean le pretre, “Wang Han” yani krallar kralı unvanını almak suretiyle mükafatlandırıldı ve Temuçin’e
“Asilere karşı kumandan!” ayrıcalığı verildi ki üzeri sırmayla örtülü bir beşik dolusu gümüşten ibaret olan
bu ücret, Katay için pek pahalı bir şey değildi. Unvan ve hediyenin çetin Moğol savaşçılarının fazlasıyla
hayretine sebep olduğu anlaşılmaktadır. Herhalde, bu çöllerde ilk defa görülen beşik, Hanın çadırında, göze
çarpacak bir yere kondu.
Yeni savaşçılar gelip, kudurmuş sellerin saflarını kalabalıklaştırdılar. Temuçin, oğullarının Cebe Noyan,
Ok Hükümdarı ile ilerleyişlerini izleyebiliyordu. Cebe Noyan’ın serseri bir Kataylıdan çaldığı samur
çizmelere karşı zaafı vardı. O, mutluluğu ancak, arkasında dörtnala koşan bir güruhla tarlalarda dolaştığı
zaman duyardı. Han’ın büyük oğlu Cüci, iyi bir valiydi. Bir yıldız altında doğan Cüci, keyfine düşkün,
hücumu seven, Han’ın hoşuna gidecek kadar cüretkar bir ruha sahipti.
13. yüzyılın son senesiydi. Temuçin, ahbaplarını, Keraitler memleketinin nehirleri civarında avlanmaya
götürmüştü. Geniş bir daire halinde yayılan süvariler, birçok antilop, bir kaç sırtlan, diğer bazı avlar ve son canlı
mahlûku da kayaların arasına serinceye kadar, bükülmüş yaylarıyla oynadılar. Bir Moğol avının eğlence
tertibiyle hiç bir alakası yoktu. Üzerleri örtülü kibitkalar ve deve koşulmuş arabalar, çayırın bir tarafında, avcıları bekliyorlardı ve bunlar döndükleri zaman, öküzlerin boyunduruklarını kaldırıyorlardı. Yurtların Üzerlerine dayandıkları kamış
direkler takılıyor ve bu hafif kalafatın üzerine çekilen örtüler iyice geriliyordu. Daha sonra her tarafta ışıklar
yanıyordu.
Bu sefer vurulan avın büyük bir kısmı, şimdi Wang Han lakabını alan ihtiyar Togrul’a hediye edilmek
üzere alıkonulacaktı. Keraitler, Moğollara karşı küstahça hareket etmekteydiler. Temuçin’in adamlarının
hakkı olan ganimet, Wang Han’ın adamları tarafından alınmış ve Moğol, buna tahammül etmişti.
Keraitlerin memleketinde, Burçukinlerden inen birçok düşmanları vardı ki, onun üzerinden hem Hanlık
unvanını, hem de Kerait hükümdarının beğenisini almak istiyorlardı. Bundan dolayı gidip babalığına
müracaat etti. Şayet bir anlaşmazlık çıkarsa, biri diğerinin aleyhine hareket etmeden önce, işi açıklığa
kavuşturmak için toplanmak için aralarında kararlaştırmışlardı.
Temuçin, yaşadıklarından, tecrübelerinden çok şey öğrenmişti. Biliyordu ki Wang Han ölünce savaş
yeniden alevlenecekti. Fakat Keraitler içinde Temuçin'e taraftar olan savaşçı grupları da vardı. Düşmanları
tarafından Moğol’u yakalamaları için baskı yapılan Wang Han’ın muhafızları, bunu reddetmekle kalmamış,
daha sonra Moğollara evlilik teklifleri bile gönderilmişti.
Keraitler, reislerinden birinin kızını Cuci’ye nişanlamak istiyorlardı. Fakat Temuçin tedbirli davrandı.
Adamlarını yolun güvenli olup olmadığını anlamak üzere gönderdiği zaman, kendisi Kerait ordularından
oldukça uzaktaki karargahında kaldı. Temuçin’in süvarileri geri dönmediler, fakat gecenin bir yarısı iki at
bekçisi dörtnala gelerek Keraitler’den can sıkıcı haberler getirdiler.
Temuçin’in Batıdaki düşmanları şunlardı: Hilekar Şamuk, zorlu Merkitlerin reisi olan Tugta Bey, Wang
Han’ın oğlu ve Temuçin’in amcaları. Bunlar, Temuçin’i öldürmeye azmetmişlerdi. Camuka’yı baş olarak
seçtiler ve ihtiyar olduğunu söyleyerek kararsızlık gösteren Wang Han’ı da kuwetlerini kendilerininkine
katmaya ikna ettiler.
Temuçin’in içinde kısmen şüphe duyduğu gibi, evlilik teklifleri, hileden başka bir şey değildi.
Siyasi teşebbüsleri sonuçsuz kalmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, kendisi doğu tarafında gitgide kuvvetlenirken,
Keraitleri, batı havalisindeki Türk kabileleriyle savaş halinde tutmaya çalışmıştı. Doğudaki kabileler
Keraitlere karşı koyabilecek derecede kuvvetli, onlara denk hale gelinceye kadar Wang Han’ın müttefiki
kalmaya çalışmıştı. Politikası gayet iyi düşünülmüştü, fakat harekatı önce bir hile ve daha sonra da bir ihanet
sonucunda başarısızlığa uğradı.
İki sürü bekçisinin söylediklerine göre, Keraitler gece vakti saldırmak ve Han’ı çadırında oklarla
öldürmek amacıyla yaklaşıyorlardı.
Durum neredeyse ümitsizdi. Keraitler, Temuçin’in kuvvetlerinden sayıca üstün oldukları gibi, Temuçin,
savaşçılarının ailelerini de korumak zorundaydı.
Temuçin’in altı bin silahlı adamı vardı. Bazı rivayetlere göre ise Temuçin 3.000’den daha az adama
sahipti. Haberi alınca, hiç zaman kaybetmeden harekete geçti. Uyuyanları uyandırmak, reisleri haberdar
etmek ve mümkün olduğu kadar şafaktan önce uzaklaştırılıp dağıtılmaları gereken çobanlarla sürülerini
kaçırtmak için, kendi yurdunun adamlarını gönderdi. Onları kurtarmak için bundan daha güvenli bir yol
yoktu. Ordu adamları alelacele atlarına bindiler. Zaten atları daima ellerinin altındaydı. Sandıklarla kadınları
develerin çektiği hafif arabalara yerleştirdiler. Kadınlar itirazsız, şikayetsiz yola koyuldular.
Temuçin, yurtları ve büyük öküz arabalarını olduğu gibi bıraktı ve iyi birkaç atla adamlarından birkaçını,
meşaleler yanar halde olmak üzere orada bıraktı. Kurmaylarını ve en sadık yandaşlarını alarak yavaş yavaş
ve geri çekildiğini belli etmeden hareket etti. Karanlıkların içinden yaklaşan kasırgadan kurtulabilmek için
hiç bir ümit yoktu.
Dağılmaya mecbur kaldıkları takdirde sığınak olabilecek tepelere doğru, sekiz-dokuz mil kadar geri
gittiler. Bir dereyi geçtikten sonra, Temuçin, daha atlar yorulmadan, süvarilerini bir boğazda durdurttu.
Bu sırada Keraitler, şafaktan önce terk edilmiş karargaha saldırıp muhitin sessizliğini, sürülerin ve
bayrağın yokluğunu fark etmeden önce, Han’ın beyaz çadırını oklarla delik deşik etmişlerdi. Durumu
anlayınca bir anlık şaşkınlık geçirdiler ve sonra aralarında tartışmaya başladılar. Yanan meşalelerden dolayı
Moğolların henüz yurtlarında olduklarını zannetmişlerdi. Çadırların, halıların, hatta yedek eyerlere ve süt
tulumlarına varıncaya kadar her şeyin alınıp götürülerek karargahın terkedilmiş olduğunu anlayınca,
kendilerinin yaklaşması üzerine Moğolların korku ve bozguna uğrayarak kaçtıklarına hükmettiler.
Zifiri karanlık doğu yönünde çizilmiş olan taze izleri örtmüyordu ve Keraitler hemen Moğolların
peşlerine düştüler. Dörtnala hareket ettiler ve şafaktan biraz sonra arkalarından tozu dumana katarak
tepelerin eteklerine geldiler.
Temuçin onların yaklaşmalarını seyrediyor ve süratle yürüyüşleri sırasında birbirlerinden çok
açıldıklarını görüyordu. En iyi atlar öne geçtikleri için kabile dağılmış haldeydi.
Temuçin, boğazda daha fazla beklemeye gerek duymadan savaşçılarını sıkı savaş düzeninde ortaya
çıkardı. Atlar adam akıllı dinlenmişti. Dereyi geçtiler, Keraitlerin ön saflarını dağıttılar ve ordunun geri
çekilme hattını kesecek bir engel teşkil eden çayırın etrafında sıralandılar. Wang Han ve askerleri
geliyorlardı. Keraitler sıraya dizildiler ve ümitsiz bir imha savaşı başladı.
Temuçin, hiç bir zaman bu kadar kötü bir durumda kalmamıştı. Bu zorlu anda, kudurmuş sellerinin bütün
kişisel kabiliyetlerine, kendisine akraba ve yakın olan göçebelerin, ağır silahlarla donanmış, kendisine daima
hizmet etmiş Urut ve Manhut süvarilerinin karşı koyuşuna çok muhtaçtı.
Adamlarının sayısı cepheden bir hücumda bulunmasına müsait değildi ve bir Moğol için artık son hadde
gelip dayanmak demek olan arazinin uygunluğundan yararlanma yoluyla yetinmek zorunda kalıyordu. Gün
batıyor ve önüne geçilmez bozgunu da beraberinde getiriyordu. Temuçin, ant kardeşlerinden Gildar’ı
çağırdı. Bu ordunun bayraktarı ve Manhutların serdarıydı. Temuçin ona. Keraitlerii arkadan çevirmesini ve
düşmanın gerisinde olan Gupta tepesini zapt etmesini emretti.
Savaşmaktan yorgun olan bu savaşçı, emri yerine getirmek üzere hareket etmeden önce Temuçin’e şöyle
söyledi:
“Ey kardeşim olan Han! En iyi atımın üzerine binerek, bütün engelleri yıkıp devirerek gideceğim. Senin
yırtmaçlı bayrağını Gupta’ya dikeceğim. Sana değerimi göstereceğim. Eğer ölürsem, evlatlarımı sen besle,
büyüt! Bana gelince, ölüm benim için hiçtir!”
Bu çevirme hareketi Moğolların Tulugma ismini verdikleri ve çokça kullandıkları manevralarından
biriydi. Strateji, düşmanı yanlarından çevirip arkadan hücum etmekten ibaretti.
Göçebeleri dağılmış Keraitler hatlarına saldırırken gece oluyordu. Temuçin’in yaptığı, ümitsiz bir çabadan,
bir meydan okumadan başka bir şey değildi. Fakat Bahadır Guyldar, tepeyi tutmayı, bayrağı dikmeyi ve
burada tutunmayı başardı. Keraitler, Wang Han’ın oğlu bir okla yüzünden yaralandığı için, hücumlarını
durdurmak zorunda kaldılar.
Güneş batarken, biraz geri çekilenler Moğollar değil, Keraitler olmuştu. Temuçin, Guyldar’ın geri
çekilişini seyrederek, ana kütleye yetişmek için çoğu yağma edilen atlara ikişer ikişer binen yaralılarınıve bu
arada iki oğlunu toplamaya yetecek kadar bekledi. Ardından doğuya doğru kaçtı.
Ertesi gün Keraitler Temuçin’i takibe koyuldular. Bu savaş Temuçin’in giriştiği bütün savaşlar içinde en
ümitsizi oldu. Fakat bozguna uğramış olmasına rağmen taraftarlarının özünü sağ ve salim korumayı başardı.
Kendisi yaşıyordu ve ordu korunmuştu.
Wang Han:
“Hiç bir zaman mücadele etmememiz gereken bir adama karşı savaşa girdik!” diyordu.
Moğol efsanelerinde bugün bile, Guyldar'ın nasıl bayrağı götürüp Gupta’ya diktiğinin hikayesi
anlatılmaktadır.
Fakat uzun süren geri çekilme sırasında çöl hayatının zorlukları baş gösterdi. Savaşçılar, bitkin atlarının
üzerinde yaralarını emerek antilop, sırtlan ve oklarının vurabileceği her şeyi vurabilmek için av dairelerini
açmağa mecbur oldular. Onları buna sevk eden av aşkı değil, fakat ordu için yiyecek bulmak
mecburiyetiydi.
JEAN LE PRETRE ÖLÜYOR
Keraitlerin zaferinin sonucu, Temuçin aleyhindeki ittifakı kuvvetlendirmek oldu. Göçebe reisler büyüyen
bir kuvvete katılmakta güvenilir bir koruma ve zenginleşmek ümidi görmekteydiler.
Hiddetlenen Moğol, Wang Han’a serzenişlerde bulundu:
“Ey babam olan Han!” diyordu, “düşmanların tarafından takip edildiğin zaman dört kahramanımı senin
yardımına göndermedim mi? Sen bana kör bir at üzerinde, elbiselerin lime lime, vücudun yalnız bir
koyundan gıda almış olarak geldin. Hem koyunları, hem atlan sana bol bol vermedim mi?
Vaktiyle senin adamların benim hakkım olan ganimetleri alıkoydular. Sonra, bütün bunları bıraktın,
düşmanlar aldı. Kahramanlarım onları tekrar sana iade ettiler. Ve kara nehrin yanında, bizi ayırmak
isteyenlerin kötü sözlerine kulak asmamaya ve anlaşmazlıklarımızı aramızda görüşerek halletmeye ant içtik.
‘Mükafat azdır, çoğunu isterim!’ demedim.
Bir öküz arabasının tekerleği kırılınca öküzler ilerleyemezler. Ben senin kibitkanın bir tekerleği değil
miyim? Bana karşı neden kızgınsın? Neden şimdi bana hücum ediyorsun?”
Bu sözlerde bir küçük görme edası fark edilir. Serzeniş, özellikle ne istediğini bilmeyen, kararsız adama,
kör bir atın üzerine binmiş Jean le Pretre’e yöneltilmiştir.
Temuçin, kesin bir kararlılıkla mevcut durumdan en iyi şekilde yararlanma yoluna koyuldu. Etraftaki
kabilelere postacılar gönderdi ve çok geçmeden kendi arazisinin Hanları ile komşuları, Moğol reisinin beyaz
atının iki tarafında diz çökmeye başladılar.
Adet olduğu üzere süslü kemerlerle çevrilmiş uzun elbiseler giymişler, tabanları üzerine oturuyorlardı.
Yurdun tüten dumanı arasında, bunların çizgili ve bakır renkli yüzleri görünüyordu.
Bu, “Hanlar Meclisi” idi.
Birçokları Temuçin tarafından mağlûp edilmiş olan bu çakır gözlü adamlar, sırayla konuşuyorlardı.
Bazıları kuvvetli Keraitlere boyun eğmek ve Jean le Pretre ile oğluna tabi olmak istiyorlardı. Daha
mücadeleci olanlar, savaş isteğinde bulunuyorlar ve kumandanlık asasını Temuçin’e sunuyorlardı. Nihayet
bu fikir galip geldi.
Temuçin asayı kabul ederken emirlerine bütün kabileler tarafından itaat edilmesi gerektiğini ve suçlu
gördüklerini cezalandırma hakkına sahip olacağını beyan etti.
“Daha en başta, üç nehir arasındaki arazinin tek bir hakimi olması gerektiğini size söyledim. O zaman
bunu anlamak istemediniz.
Şimdi, Wang Han’ın, size karşı da, bana karşı yaptığı gibi hareket etmesinden korkuyorsunuz ve beni reis
olarak seçiyorsunuz. Sizlere esirler, kadınlar, yurtlar ve hayvan sürüleri verdim. Şimdiyse topraklarınızı ve
atalarınızın adetlerini muhafaza edeceğim.”
Baykal Gölü’nün doğusundaki halk, bütün bir kış boyunca doğu konfederasyonuna karşı silahlanarak,
Gabi, iki düşman ordugaha bölündü. Bu kez Temuçin, daha kar yaylalardan kalkmadan, ilk olarak savaşa
girdi.
Yeni müttefikleriyle beraber, hiç haber vermeden, Wang Han’ın ordugahına doğru ilerlemeye başladı.
Tarih, göçebelerin hilekarlığı hakkında, bize eğlenceli bir özet sunuyor. Temuçin adamlarından birini
düşman hatlarına gönderdi. Bu adam, kötü muamele gördüğünden şikayet ettikten sonra, Moğol sürüsünün
ordugahtan henüz uzakta olduğunu söyledi. Elbette ona hemen inanacak kadar saf olmayan Keraitler, bu
adamın yanına, iyi atlara binmiş bir kaç süvari katarak söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için
adamın geldiği yola çıkardılar.
Gözü tetikte olan Moğol, Keraitlerin ordugahından biraz ileride, yanındakilerle beraber bir sırtı çıkarken,
sırtın arkasında Temuçin kabilesinin bayrağını gördü. Keraitlerin iyi atlar üzerinde olduğunu ve bayrağı
görürlerse dörtnala kaçacaklarını biliyordu. Bu yüzden atından indi ve hayvanıyla meşgul olmaya başladı.
Ne yaptığını sordukları zaman:
“Atımın nalına bir taş saplanmış!” cevabını verdi.
Hilekar Moğol’un atının ayağındaki hayali taşı çıkarmak için harcadığı zaman zarfında, Temuçin’in ileri
kolu yetişerek Keraitleri esir etti. Wang Han’ın ordugahına hücum edildi ve müthiş bir boğuşma başladı.
Gece olduğu zaman, Keraitler bozguna uğramış haldeydiler. Wang Han ve oğlu yaralanmış, kaçıyorlardı.
Temuçin, at üzerinde zaptettiği ordugaha girdi. Keraitlerin servetlerini, kırmızı yumuşak deri ve renkli
ipeklerle örtülü eğerleri, iyi bilenmiş kılıçları, gümüş takımlarını adamlarına dağıttı. Bunlar onun işine
yaramazdı. Wang Han’ın sırma işlemeli çadırı, olduğu gibi, ilk gece, Gupta yakınında Keraitlerin
yaklaştıklarını Temuçin’e haber veren iki sürü bekçisine verildi.
Keraitlerin ordusunun merkezini takip ederek savaşçılarıyla onu kuşattı ve teslim oldukları takdirde
hayatlarını kendilerine bağışlayacağını bildirdi.
“Efendileri için sizin gibi savaşan adamlar, kahramandırlar. Benim adamlarımdan olunuz ve bana hizmet
ediniz!”
Kerait ordusundan arda kalanlar onun bayrağının altına sıralandılar.
Bundan sonra onların çöldeki şehirlerine, Karakurum’a kadar ilerlediler. Bir süre sonra, Temuçin’in
halazadesi hilekar Camuka esir edildi ve huzuruna getirildi.
Temucin ona:
“Ne akıbet bekliyorsun?” diye sordu.
Camuka, hiç tereddüt etmeden:
“Seni yakalamış olsaydım sana çektireceğimin aynını!” cevabını verdi.
Camuka, birinci gün küçük parmakların eklemlerini ve devam eden günlerde bütün uzuvları kesmekten
ibaret olan Çin işkencesini kastetmekteydi.
Görüldüğü üzere, Burçukinlerin torunlarında gözü peklik eksik değildi. Bununla birlikte Temuçin,
yüksek sınıfa mensup bir reisin kanını akıtmayı meneden kendi halkının ananesine sadık kalarak Camuka’yı
yay kirişi ile boğulmaya mahkûm etti.
İstemeyerek savaşa giren Jean le Pretre ise kendi topraklarının ötesinde alabildiğine kaçıyordu. O da bir
Türk kabilesinin iki savaşçısı tarafından ele geçirilerek öldürüldü. Tarihin anlattığına göre gümüşle
kaplatılan kafatası, reisin çadırında, bir takdis eşyası halini aldı. Oğlu da tamamen aynı şekilde ortadan
kaldırıldı.
Bir göçebe reisinden böyle bir zaferin onuru ve getirileriyle yetinmesi beklenir. Bir göçebe fethinin
sonuçları daima aynı şeyler olmuştur: Ganimet toplanır, işsiz ya da heyecan içinde yaşanır, sonra savaşlar
olur ve maceraperestlerin tesadüfi saltanatları parçalanmaya uğrar. Oysa Temuçin kendisini bambaşka
vasıflarda gösterdi.
Keraitlerin memleketinde şimdi bir saltanatın özüne sahip bulunuyordu. Gerçekten bunlar toprağı
ekmişler, kerpiçten de olsa daimi şehirler kurmuşlardı. Temuçin, bütün kuvvetini Keraitleleri barış ve
sükûnet içinde bulundurmak için kullanarak, bir an olsun durup dinlenmeden, sürülerini yeni fetih
hareketlerine sevk etti.
Oğullarına şöyle diyordu:
“Bir hareketin başarılı olabilmesi ancak tamamen olgunlaşmasıyladır.”
Gobi üzerinde hakimiyet kurmasını sağlayan zaferi takip eden üç sene zarfında tecrübeli savaşçılarını
Batı Türklerinin, daha yüksek bir medeniyete sahip bulunan Naymanların ve Uygurların yaylalarına doğru,
çok ilerlere saldırdı.
Jean le Pretre’in eski düşmanları olan bunlar, Temuçin’e karşı koymak için birleşebilirlerdi, Fakat
Temuçin, kendilerini hangi akıbetin beklediğini birbirlerine sorabilmeleri için onlara zaman bırakmadı.
Kuzey dağlarının beyaz silsilesinden, bütün Çin Seddi boyunca ve kadim “Hanbalık” ve “Hoten” şehirleri
etrafına kadar, askerleri dörtnala dolaşmaktaydılar.
Marev Dolo, bu vesileyle Temuçin hakkında bize şunu söylüyor:
“Bir yeri zaptettiği zaman, oranın halkına ve onların mallarına zarar vermekten kaçınırdı. Yalnız
adamlarından birkaçını orada yerleştirir ve sürüsünün kalanını alıp başka yerlerin fethine giderdi.
Bu suretle fethettiği yerlerin halkı da kendilerinin onun koruması altında başkalarına karşı güvende ve
onun tarafından da hiçbir zarara maruz kalmamış görünce, ne asil bir prens olduğunu anlayınca, bütün
canları ve kalpleriyle ona bağlanıyorlar ve Temuçin’in en fedakar taraftarları oluyorlardı.”
Ve bu suretle dünyayı kaplayacak yoğunlukta bir halk kalabalığı topladıktan sonradır ki, dünyanın büyük
bir kısmını istila etmek düşüncesini beslemeye başladı.
Eski düşmanları bu kadar imrenilecek bir durumda değillerdi. Moğol, düşman bir kabilenin ordusunu bir
kere mahvedince, hanedanın bütün üyelerini takip ediyor ve onları öldürtüyordu. Kabile adamlarına
gelince, onları da, daha güvenilir adamlarının arasına dağıtıyordu. En güzel kadınlar savaşçılarına eş,
diğerleri ise esir oluyorlardı. Terk edilmiş çocukları Moğol kadınlar evlat ediniyorlar ve bozguna uğrayan
kabilenin otlakları ve sürüleri yeni sahiplerin eline geçiyordu.
Temuçin’in hayatı bu zamana kadar düşmanlarının hareketlerine göre şekillenmişti. Düşmanlarının
sayesindedir ki, kendisine en uygun hareketi doğal bir yönlenme halinde yaptırır gibi görünen o beden
kuvvetini ve kurt aklını kazanmıştı.
Temuçin artık kendi adına fetihlere girişebilmek için yeteri derece kuvvetli bulunuyordu ve kendisine
silahla karşı koyan adamları ezdikten sonra, hoşgörülü bir hükümdar olarak kendini gösterdi. O sırada da
dünyanın önemli kervan yolları üzerindeki yeni havalisine, Orta Asya’nın en eski şehirlerine giriyor ve
kendisinde büyük bir merak uyanıyordu.
Esirler arasında bulunan zengin bir şekilde giyinmiş, mağrur tavırlı bazı kimseler dikkatini çekti. Bunlar
savaşçı değildi. Temuçin bunların alimler, yıldızları tanıyan müneccimler, otların kullanım tarzını ve kadın
hastalıklarını bilen hekimler olduğunu öğrendi.
Temuçin’in mağlup ettiği reislerden birine hizmet etmiş olan bir Uygur, elinde acayip bir şekle sahip
küçük altın bir şeyle huzuruna getirildi.
Temuçin ona:
“Niçin bunu elinden bırakmıyorsun?” diye sordu.
Sadık hizmetkar:
“Onu, bana emanet eden adamın ölümüne kadar itinayla korumak istiyorum” cevabını verdi.
Han:
“Sen mert bir adamsın,” dedi, “fakat efendin öldü ve onun bütün malı, mülkü şimdi benimdir. Söyle
bakalım, bu neye yarar?”
, “Efendim para veya buğday toplamak istediği zaman tebaasından birine vekalet verirdi ve emirlerinin
gerçekten hükümdar emirleri olduğunun anlaşılması için, altlarının bunlarla mühürlenmesi gerekirdi.”
Temuçin bunu öğrendikten sonra derhal kendisi için bir mühür kazılmasını emretti ve bir damga imal
ettiler. Esir Uygur’u affetti ve ona sarayda çocuklara Uygur yazısını öğretme görevini verdi.
Serdarlarına, zorlu anlarda Han’a yardım edenlere mahsus olan en yüksek mükafatı bahşediyordu. Bunlar
TarHan lakabını alarak bütün diğerlerinin üstünde bir mevkiye yükseltilmişlerdi.
Herhangi bir saatte ve hiçbir adete uymaya mecbur kalmadan Han’ın çadırına girmek hakkına sahip
bulunuyorlardı.
Kendi ganimet hisselerini herkesten önce ayırabilirlerdi ve her tür vergiden muaftılar. Üstelik suç işleyemez
kabul edilmişlerdi. Haklarındaki idam cezaları, dokuz defa ertelenirdi. Yağmaladıkları bütün topraklar
kendilerine verilir ve bu imtiyazlar, dokuz nesle kadar ardıllarına intikal ederdi.
Temuçin’in göçebelerinin zihninde hiçbir şey, bu Tar-Hanlar arasında olabilmek fikrinden daha büyük
bir şiddetle arzu olunamazdı. Zaferle, üç seneden beri yeni arazi etrafındaki çılgınca harekatlarla ateşli bir
halde ve şimdilik Han korkusuyla hürmetkar bir durumdaydılar.
Bütün Asya’nın en kızgın ve vahşi kişilikleri, Temuçin’in şahsı etrafında toplanmış bulunuyordu.
Denizden, Kuçluğ’un biraz sonra hakim olacağı Kara Kıt’ın da dahil olduğu Tiyan-Şan’a kadar Türk -
Moğol savaşçıları görünüyordu.
Şimdilik kabile kinleri unutulmuştu. Şamanist veya papaz, Muhammedi veya Nesturi Hristiyan, gelişen
olaylar üzerine herkes kardeş gibi, beraber oturmuştu.
Her şey olabilirdi.
Bir olay yaşandı: Moğol Hanı, atalarının durduğu sınırları geçti. Bütün yukarı Asya milletlerini idare
edecek bir tek adam, bir imparator seçmek üzere Hanlar Meclisini, Kurultayı topladı.
Onlara diğerleri üzerinde nüfuz sahibi olmak üzere içlerinden birini seçeceklerini anlattı. Son üç senenin
olaylarından sonra doğal olarak, Kurultay Temuçin’i seçti.
Meclis, Temuçin’in üstlendiği göreve uygun bir de unvana sahibi olması gerektiğine karar verdi.
Bunun üzerine _ mecliste bulunan bir kahin ilerledi ve Temuçin’in yeni isminin “Cengiz Han” yani
hükümdarların en büyüğü, bütün insanların imparatoru olacağını söyledi.
Meclis bu tekliften hoşnut kaldı ve Hanların ortak ısrarları üzerine Temuçin, yeni unvanını kabul etti.
YASA
Kurultay 1206’da toplanmıştı. Aynı yıl, Katay’ın bir memuru Çin Seddi manevrasında barbarları
gözlemek, denetim altında tutmak ve onlardan vergi toplamakla görevli Batı kuvvetleri kumandanı, sunduğu
raporda, “Uzak malikanelerde tam bir sükûnet hakimdir.” şeklinde bilgi veriyordu.
Cengiz Han’ı kendilerine lider olarak seçtikten sonra, Türk-Moğol kabileleri, asırlardan beri ilk defa
olarak kendilerini birleşmiş buldular. Heyecanlarının humması içinde, şimdi Cengiz Han olan Temuçin’in, gerçekten bir boğdo, göksel güçlerle donatılmış bir ilahi bir önder olduğuna inanıyorlardı. Fakat bu disiplinsiz sürüleri, hiçbir heyecan
durduramazdı. Çok uzun zamandır kabile adetleri içinde yaşıyorlardı ve örf ise, insanların huy ve
karakterleri gibi değişir.
Bunları itaat altında tutmak için, Cengiz Han, Moğollarını askeri bir nizama koymuştu. Aslında
bunlardan geneli kıdemli savaşçılarıydı. Cengiz Han, kendilerini idare etmek için bir Yasa düzenlediğini
bildirdi. Yasa onun kanunları, kabilenin en önemli adetleriyle kendi arzusunun karışımından meydana gelen
bir düzenlemeydi.
Yasada, hırsızlık ve zinanın ölümle cezalandırılması, bu suçlardan özellikle nefret ettiğini gayet açıkça
gösteriyordu. Çalınan bir at için verilen ceza ölümdü. Cengiz Han bazı şeylerin özellikle gazabını çekeceğini
söylüyordu. Örneğin bir evladın ana babasına, küçük kardeşin büyük kardeşe itaat etmemesi, bir kocanın
kansına karşı güvensizliği ve yahut kadının kocasına itaatte kusur göstermesi, bir zenginin bir fakirin
yardımına gelmeyi reddetmesi, bir astın üstüne karşı hürmetsizliği gibi. ..
Moğollann zayıf noktası olan sarhoşluk hakkında diyordu ki:
“Sarhoş olan insan, kafasına bir yumruk yemiş adam gibidir. Zekası ve ustalığı, hiçbir şeye yaramaz.
Ayda en çok üç defa sarhoş olunuz. Hiç sarhoş olmamak herhalde daha iyidir. Fakat kim nefsini bundan
tamamen men edebilir?”
Moğolların diğer bir zaafları da, gök gürlemesinden korkmalarıydı.
Gobi’nin şiddetli fırtınaları esnasında, bu korku onları o derece sarıyordu ki, bazen göğün hışmından
kurtulabilmek için, kendilerini göllere ve nehirlere atıyorlardı. Değerli seyyah Frere Rubriqus, bunu böyle
nakletmektedir: “Yasa, banyo yapmayı veya fırtına sırasında suya dokunmayı da menetmekteydi.”
Üstün bir zekaya sahip bir adam olan Cengiz Han, tebaasını, en çok sevdikleri şey olan şiddetten
alıkoyuyordu. Yasa, Moğollar arasında kavgayı men ediyordu. Diğer bir hususa. göre, Han eşsizdi. Başka
bir Cengiz Han olamayacaktı. Kendisinin ve oğullarının isimleri ya altın harflerle yazılır ya da hiç
yazılmazdı. Yeni imparatorun tabileri, 'Han’ın ismini saygısızca telaffuz etmemek emrini almışlardı.
Kanunnamesinde dini konuları hoşgörüyle ele alıyordu. Başka mezheplerin önderleri, mutaassıplar, cami
müezzinleri, amme hizmetlerinden muaf tutulmuşlardı ve aslında, Moğol ordugahlarının gerisinde, alacalı
bulacalı bir ruhban alayı sürükleniyordu. Sarı ve kırmızı abalar, ellerindeki dua değirmenlerini sallayarak
dolaşıyorlardı.
İçlerinden bazıları, üzerine “hakiki Hristiyan şeytanının resimleri” yapılmış cübbeler taşıyorlardı. Frere
Rubruqus, böyle naklediyor.
Marco Polo diyor ki:
“Bir savaştan önce, Cengiz Han, müneccimlere, kehanette bulunmalarını emretti. Sarasin kahinleri, esaslı
bir kehanette bulunamadılar. Fakat Nesturi Hristiyanları, bir taraftan dua kitaplarının bazı fıkralarını
okurken, diğer taraftan, üzerlerine iki düşman reisin isimleri yazılı iki saz yaprağını birbirinin üzerine
düşürtmek suretiyle, daha fazla başarı gösterdiler. Cengiz Han’ın bazen kahinlerin sözlerini dinlemiş olması
mümkündür ve daha sonraları, bir Katay münecciminin uyarılarını da dikkate aldı. Bununla birlikte,
müneccimlere, kehanetlere kulak vererek herhangi bir teşebbüsünden vazgeçmiş olduğu da görülmüş
değildir.”
Yasa; casusları, zina işleyenleri, yalancı şahitleri ve kara sihirbazları gayet basit bir tarzda muameleye
tabi tutuyordu: Bunlar idam ediliyordu.
Yasanın birinci kanunu oldukça dikkat çekicidir:
“Bütün insanlara, yeri ve göğü yaratan, zenginlik ve fakirliği dilediğine veren, hayatı ve ölümü yegane
dağıtan ve her şey üzerinde kudreti mutlak olan bir Allah’a itikat etmeleri emir olunur.”
Burada Nesturi düşüncesinin bir yansıması görülür. Fakat bu kanun hiçbir zaman aleni surette beyan
edilmezdi. Cengiz Han tebaası arasında hiçbir şekilde ikilik oluşmasını, yahut külleri karıştırarak mezhep
anlaşmazlıkları kıvılcımının tekrar ateşlenmesini arzu etmiyordu.
Yasanın üç şeyi hedeflediği söylenebilir:
- Cengiz Han'a itaat
- Göçebe kabilelerin birleşmesi
- Suç işleyenlerin merhametsiz bir surette cezalandırılması
Yasa mal ve mülk ile değil, insanlarla meşgul oluyordu ve bir adam, kendisi itiraf etmedikçe, ancak
suçüstünde yakalanması halinde suçlu kabul ediliyordu. Şunu da hatırda tutmak gerekmektedir ki, okuma
yazması olmayan bir halk olan Moğollarda, bir adamın sözü, kutsal sayılırdı.
Genel durumlarda, itham edilen bir göçebe, suçlu ise, kabahatini kabul ediyordu. Cezalandırılmak üzere
gelip Han’a müracaat eden insanlardan örnekler mevcuttur.
Sonuçta, Han’a itaat, mutlak bir hal aldı. Saraydan 1.600 kilometre uzakta kurulmuş bir takımın
komutanı, sıradan bir postacının getirdiği emir üzerine, kumanda görevinden alınmayı ve idam edilmeyi
kabulleniyordu.
Rahip Garpin diyor ki:
“Onlar büyüklerine diğer bütün kavimlerden fazla itaat ederler, büyüklerine karşı sonsuz bir hürmet
beslerler, onları ne sözlü, ne de fiili olarak kesinlikle aldatmazlar. Aralarında nadiren kavga ederler,
kavgalar, dövüşler, katiller neredeyse hiç olmaz. Hırsızlara hemen hiçbir yerde tesadüf edilmez; o kadar ki
bütün mallarının, hazinelerinin durduğu evler, arabalar kesinlikle kilitli bulunmaz.
Sürülerinden bir hayvan kaybolacak olursa, onu bulan kimse ya hayvanı kendi haline terk eder ya da
kaybolmuş hayvanları korumakla görevlendirilmiş askerlere getirip teslim ederler.
Birbirlerine karşı nezaketle davranır, yiyecek kıt olmakla birlikte bulduklarını aralarında cömertçe
paylaşırlar. Mahrumiyet karşısında çok sabırlıdırlar, hatta bir iki gün aç kaldıkları zaman bile şarkı söyleyip
eğlenirler. Seyahatte soğuğa, sıcağa hiç şikayet etmeden katlanırlar. Hiç kızmazlar, sıklıkla sarhoş oldukları
halde sofra başında katiyen kavga etmezler (Avrupa’dan gelen seyyahlar özellikle bu duruma çok hayret
ederlerdi).
Sarhoşluk aralarında şeref sayılırdı. Biri fazla içip kustu mu, tekrar içmeye başlar. Yabancılara karşı
gayet mağrur ve küstahtırlar, başkalarını, ne kadar asil olursa olsunlar, mutlaka hor görürlerdi. İmparatorun
sarayında, Gürcistan Kralı’nın oğlu, Rusya Grandükü ile birçok sultanlara ve diğer büyük adamlara hürmet
ve itibar edilmediğine şahit olduk. Hatta kişizade esirleri muhafaza etmekle görevli olan Tatarlar bile,
vaziyet bakımından çok aşağı olmalarına rağmen, bu asil esirlerden yüksek kabul edilirler, daima onların
üstüne, onlara göre üstün mevkilere geçerlerdi.
Yabancılara karşı aşağılamayla, hor görmeyle muamele ederler.
Bir kötülük yapacakları zaman niyetlerini o kadar iyi saklarlar ki, kimsenin bu niyete karşı bir tedbir
almasına fırsat vermezler. Bir yabancıyı öldürmek, onların gözünde öldürmek sayılmaz.”
Birbirine yardım etmek ve başkalarını öldürmek yasanın bir yansıması hükmündedir.
Bu adamlar savaş konusunda hırslıydılar. Eski kinlerin acısını daima içlerinde duyuyorlardı. Yalnız
ortak bir düşmana karşı durma çabası onları birleştirebilirdi.
Kendi hallerine terk edilmiş olsalar, eskiden olduğu gibi birbirini doğramağa, ganimeti ve meraları
paylaşırken aralarında dövüşüp boğuşmaya koyulurlardı. Kızıl saçlı Han, geçtiği yerlere rüzgar ekmişti,
şimdi de fırtına biçiyordu.
O bunu anladı, hareket tarzı bunu anladığını gösteriyordu. Kendisi göçebeler arasında büyümüştü, bu
adamların aralarında boğuşmalarına engel olmak için tek çarenin, onları başka taraflarda savaşa sevk etmek
olduğunu biliyordu. Onun için fırtınayı zapt edip, onu Gobi dışına yönlendirdi.
Vakayinameler onun, uzun kurultay şenliklerinden önceki halini bize az çok tanıtıyorlar. Doğduğu
memleketi idaresi altına alan Cengiz, Budak Dağı eteğinde, üç beyaz kuyruklu bayrağı altında, ayakta
durmuş, kendisine karşı sadakat yemini etmiş olan Burçukinlere ve reislere şu sözleri söylemişti:
“Gelecekte talihin lütuf ve sitemlerini benimle paylaşacak olan bu adamlar, dostluk ve sadakatleri kaya
billuru gibi olan bu adamlar, isterim ki kendilerine Moğol ismini versinler. Yeryüzünde yaşayan bütün
mahlûkatın üstünde bir kuvvetle yükselsinler.”
Cengiz, bu disiplinsiz zihniyetler karışımını tek birlik halinde toplanmış görmek istemeye yeterli bir
düşünce gücüne sahipti. Akıllı ve esrarengiz Uygurlar, er Keraitler, cesur Moğol yakaları, vahşi Tatarlar,
sakin ve sabırlı, karlı ovalar sakinleri olan inatçı Merkitler, avcılar, yukarı Asya’nın bütün atlıları, hepsi bir
araya toplanmıştı ve kendisi de onların reisiydi!
İstediği de buydu.
Bunlar bir zamanlar, kendilerini içeri girmekten meneden Çin Seddi’nin inşasına kadar Katay’ı
örseleyen, Hiyung-Nun isimli hükümdarların idaresi altında (Hunların hakimiyetinde) kısa bir süre için
birleşmişlerdi.
Cengiz Han bunların derin heyecanlarını harekete getirebilecek hitap kabiliyetine sahipti ve kendisinin
onları idare etme yeterliliğinden de hiçbir zaman şüphe etmedi.
Onların gözleri önünde meçhul memleketlerde yapılacak fetih manzaraları parlıyor ve Cengiz, bütün
kuvvetiyle yeni topluluğunu seferber hale koymaya uğraşıyordu. Yasayı da bu amaçla oluşturmuştu.
Ordunun her savaşçısına, arkadaşlarını, yani 10’luğunun adamlannı terk etmek ve lO’luğun her üyesine
de gerilerinde bir yaralı bırakmak yasaklanmıştı. Yine ordunun her neferine, bayrak savaş meydanından
çekilmedikçe, kaçmak ya da komuta eden subay tarafından izin verilmeden yağmaya başlamak yasaktı.
Bu adamların bulduğu her fırsatta çapulculuk etme arzusu, eline geçirdiğini üst rütbelilere rağmen
muhafaza edebileceğine dair olan bir kanun ile tatmin edilmiş oluyordu.
Frere Carpın, kendi gözlemleriyle tanıklık ediyor ki, Cengiz Han yasanın bu kısmının uygulanmasını
sağladı. Çünkü Moğolları bize “Bayrak dalgalandığı müddetçe savaş meydanını terk etmeyen, mağlûp
oldukları zaman bir şey istemeyen ve hiçbir zaman canlı bir düşmanı korumayan insanlar” şeklinde tasvir
etmektedir.
Ordu, tesadüfen toplanmış kabilelerden oluşmuş değildi. Tıpkı Roma ordusu gibi, daimi teşkilatı, lO’dan
10.000’e kadar olan kısımları, bir fırka oluşturan Tümen’i vardı. Bu fırkanın süvari fırkası olduğunu
söylemeye gerek yoktur. Orduların başında Orhanlar, Hanın generalleri olan bükülmez Subotai, ihtiyar ve
tecrübe ile mahmul Muhuli ve kızgın Cebe Noyan da vardı. Bunlar on bir kişiydi.
Silahlar, yani oklar, ağır zırhlar ve ordunun kalkanları, onlara bakmak ve temizlemekle özel olarak
görevlendirilmiş subaylar tarafından, tersanelerde muhafaza ediliyordu.
Savaşçılar sefere çıkmak üzere toplanmaya davet edildikleri zaman silahlar kendilerine dağıtılır, resmi
geçit yapılır ve asker, Gur-Hanlar tarafından teftiş olunurdu. Akıllı Moğol, bir buçuk milyon
kilometrekarelik bir dağ ve ova sahasına dağılan yüz binlerce kişiyi serbest olarak silahlı bulundurmak
istemiyordu.
Ordunun kuvvetlerinden faydalanmak için yasa, kışın, yani büyük karlarla ilk yeşilliklerin peyda olduğu
zaman arasında, ordunun antilop ve sırtlanlara karşı büyük av seferlerinde görev almasını emrediyordu.
Cengiz Han, meclislerin baharda toplanacağını ve üst rütbelilerin bu meclislerde hazır bulunmaları
gerektiğini bildirdi:
“Onlar ki, talimatımı almak için bana gelecek yerde, kendi bulundukları yerde kalarak ortada
görünmezler, derin suya atılmış bir taşın veya sazlara saplanmış bir okun akıbetine uğrayacaklardır;
kaybolacaklardır!”
Hiç şüphe yok ki, Cengiz Han, atalarının geleneklerinden ilham alıyor ve mevcut alışkanlıklardan
faydalanma yoluna gidiyordu. Fakat ordunun sürekli bir askeri teşkilat halinde teşkilatlandırılması, onun
kendi eseridir.
Yasa, bu topluluğu idare ediyordu ve itiraz edilemez nüfuzun korkusu da aradaki bağı oluşturmaktaydı. .
Cengiz Han’ın elleri arasında yeni bir askeri kuvvet, her türlü havalide seri şekilde yer değiştirmeye
kabiliyetli, disiplinli ağır bir süvari kütlesi vardı. Ondan önce, eski zamanlarda, Acemler ve Persler de belki
bu kadar çok atlıya sahip olmuşlardı. Ancak onlar, Moğolların yay kullanmaktaki öldürücü ustalıklarından
ve vahşi cesaretlerinden yoksunlardı.
Cengiz Han’ın ordusu, iyi kullanılmak şartıyla, olağanüstü öldürücü bir silah olabilirdi ve o bunu Katay’a, Çin Seddi’nin gerisinde oturan o durağan, ihtiyar imparatorluğa karşı kullanmaya kesin olarak azmetmişti.