“Yapma Bayan Jane,” dedi. “Ağlama.” Bu, ateşe “Yanma,” demek gibi bir şeydi.”
Bugün size şaşaalı sözlerle bile benim için önemini anlatamayacağım bir kitap ile geldim, Charlotte Brontë'nin Jane Eyre'siyle.
Bu kitapla henüz küçükken tanışmıştım. Elime aldığım ilk andan bitirdiğim ana kadar büyülemişti. Büyüdüm ve kitabı tekrar okudum. Küçükken büyülendiğimi düşündüren duygudan çok daha ötesi ile bitirdim bu sefer.
Kitabın her satırı, beni kendine esir ettikçe içimdeki huzuru da terfi ettiriyor gibiydi. Okumak, daha çok okumak, bir an önce sonuna varmak istiyordum. Bakın, çok saçma gelecek belki; ama kitapla veda etmem de bir o kadar zor oldu. Bitirmek için yanıp tutuşan yanım, kitabın son anlarına doğru söndü, küle döndü...
Konusunu özetlersem; Jane Eyre, küçük yaşta ailesini kaybedince gaddar yengesinin evinde yaşamak zorunda kalıyor. Biz, Jane ile dokuz yaşındayken tanışıyoruz. Büyümesine, duygularına, düşüncelerine, günden güne değişen hayatının her detayına şahit oluyoruz. Jane Eyre’nin bir dostu haline geliyoruz. Bu lafta değil, yazarın eşsiz samimiyetiyle gerçekten içimizde hissettiğimiz bir dostluk. Jane, “Sevgili okurum” diye sesleniyor bize kitapta.
Jane Eyre’ye kitap boyunca hayranlık duydum.
Aşk romanlarındaki dünyalar güzeli, herkesin etrafında pervane olduğu, masumiyetin temsilcisi bir prenses değildi. Kusursuz bir adama da aşık olmadı. Tam tersine, yıkıntılı döküntülü bir hayatın esiri olmuş, görselliklerinde hiçbir güzellik olmayan bir kadınla adam vardı. Ama okuduğum en güzel çiftlerdi diyebilirim. Tutarsız eylemleriyle sakladıkları saf duygularında hüzün, öyle bir yer edinmişti ki...
Kitabı ne kadar översem öveyim, hep daha fazlasını söylemek istiyorum.