Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

MABETSİZ ŞEHİR Bu şehrin insanlarının mabutları ceplerinde mabudeleri yataklarındadır Dünyanın başka yerinde var mı bilmem! Türkiye’de mabetsiz bir şehir var... Ankara’nın Yenişehir’i... Bir akşamüzeri bu şehirde dolaşıyorum. Sanki yürümüyorum; ayaklarım kendiliğinden gidiyor. Asfaltlar üzerinde otomobiller, otobüsler, troleybüsler yağ gibi kayıyor. Bu manzara bana Anadolu yolculuklarını hatırlattı. O yollar ne fena yollardı! Beş saatlik mesafeyi üç günde almıştık. Dağlarda kalmıştık. Otobüs bizi değil, biz otobüsü taşımıştık. Asfaltların üzerinde gençler, erkekli dişili paten kayıyorlardı. Kayarken belki düşmemek için, belki de bililtizam kızlar erkeklere, erkekler kızlara sarılıyorlardı. Bunlar çoluk çocuk değildiler. Yetişkin kızlar ve delikanlılardı. Önümden iki genç geçti. Bunlar yukarıya Kocatepe’ye çıkıyorlardı. Yine bir gün, güneş batıp, ay doğarken manzarası gayet güzel olan bu tepelerde dolaşıyordum. O zaman da çirkin manzaralara şahit olmuştum. Baktım ağaçların alımda açıkça münasebette bulunanlar vardı. Bu açık hava kepazeliğini görmemek için oradan uzaklaşmıştım, önümden geçen gençler de aynı hedefe doğru ilerliyorlardı. Günahlarına girmeyelim; belki de birbirlerine aşk şarkıları söyleyeceklerdir. Bu geliş gidiş, oynayış ve apaçık münasebetler bana Konya ve Akseki hapishanelerini hatırlattı. Bu hapishanelerde kız kaçırmaya teşebbüsten, zina suçundan, sarkıntılıktan mahkûm olmuş ne kadar genç insan vardı. Bunlar arasında Akseki’nin Fersin köyünden Koca Mehmet’i düşünmemek kabil mi? Ne kadar uslu ve namuslu bir çocuktu. Evlenmek gayesiyle köylerinden bir kızı kaçırmak istemiş. Sonradan köyün haberi olmuş, Mehmet’in elinden kızı almışlardı. Bana “Vallahi bir tüyüne bile dokunmadım. Bir şey yapsaydım neyse... Ona acımadım da 2,5 yıl Alanya Ağır Ceza Mahkemesine indim, çıktım. Beş çift çarık eskittim” diyordu. Mehmet’e mahkeme 18 ay mahkûmiyet vermişti. Ben böyle hapishaneleri ve orada yatan insanları düşünürken yanımdan mektep arkadaşlarımdan biri geçti. Selâm verdi, sadece selâm vermekle kalmadı, durdu. Çok neşeli görünüyordu. Konuştuk. Bana, öyle bir yere gitmeyeceğimi bildiği için, “Akşam seni bir yere götüreyim mi?” dedi. Lâf olsun diye sordum: Nereye? Bana biraz daha yaklaştı, bir elini omzuma koyarak anlatmaya başladı: Azizim bu akşam yine âlem var, anlıyorsun ya âlem!.. Poker âlemi. Ben: Galiba poker değil, bekâr âlemi, şeker âlemi var, dedim. Bu söz üzerine kayıtsız şartsız öyle bir kahkaha attı ki, neredeyse yolda hareket eden otobüsler duracaktı. Evet azizim bekâr âlemi, şeker âlemi var... Oraya ne şeker şeyler geliyor bir bilsen... O yaşını başını almış, içi geçmiş heriflerin öyle güzel, genç karıları var ki!.. Ey bunlardan sana ne? dedim. Sana ne olur mu be... Sen çocuksun galiba... Bu moruklardan bir kısmı oyuna meraklıdır. Poker masasına oturur, bir kısmı da koltuklara gömülür, horul horul uyur. İşte sen o zaman bir gör ağabeyini!.. Masa başında evvelâ alttan ayaklar anlaşır. Sonra gözler... Nihayet... Nihayet... Omzumu şiddetle bir daha sarstı. Nihayet bayanın ruhu sıkılacak, hava almak isteyecektir. Hava almasa fenalık geçirir. Sosyete kadınlarının ayılması, bayılması, fenalıklar geçirmesi âdettir. Sen bilmezsin bunları. Sen daha öküzün ektiğini yiyorsun. Balkona çıktık, biraz hava aldık mı, zaten orada yatak odaları da hazır, ne fenalık kalır, ne bir şey... Onlar içeride uyuya dursun, oynaya dursun!.. Karılarının kendilerine çok sadık olduklarından bahsededursunlar!.. Eski mektep arkadaşım bunları anlatırken bir elini cebine sokuyor, akşam hayal ettiği şehvet âlemlerine şimdiden hazırlanıyordu. Git ulan, dedim... Allah belânı vermesin... İnsanı akşam namazı günaha sokma. Ayrıldı. Ayrılırken elimi sıkmadı. Çünkü hâlâ bir eli cebinde idi. O gidince arkasından şöyle bir baktım ve eski günleri düşündüm. Bu çocuk mektep sıralarında iken çok temiz bir çocuktu, hatta idealistti. Şimdi ne olmuş? Nereye gidiyor? Bu yol nereye çıkar? Mabetsiz Şehir’e... İçki, kadın, kumar, ağız dolusu istifra, dalga... Sefih ve süfli bir hayat... Arkadaşıma acıdım. Kim bilir aklı sıra o da bana acımıştır. Hayatın hiçbir şeyinden tat almıyor, kendisini her şeyden mahrum ediyor diye... Etrafıma bakıyorum. Apartmanlar... Kırmızı kiremitli damlar, sarmaşıklar, güller ve çiçeklerle muhat evler. Galiba şu, sabık Ulus Başyazarının evi... Yazın İstanbul’da plajlarda, yalılarda... Kışın burada... Bu manzaralar beni tezatlara attı. Birer çöplükten ibaret olan Anadolu köylerini, gübre kokusundan yatılmayan han odalarını, perişan kasabaları hatırladım. Uzağa gitmeye ne hacet! Teneke damlarıyla Altındağ, Ankara’nın bu yeni mahallesi(!) karşımda sırıtıp duruyordu. Ben Altındağ’ı, 70.000 nüfusun barındığı bu mahalleyi iyi bilirim. Uzun zaman evsizlik yüzünden orada kaldım. O ne sokaklardı yarabbi!.. Kışın zaten yol üzerinde bulunan helâlar taşar, sokakları kaplar, çamur ve pislik deryası... Oturduğumuz odanın duvarlarında çayır çimen biterdi. Rüzgâr esince, damlardaki paslı tenekeler havaya kalkar, yıldızlar görünürdü. Kışın yağmur damlalarından, soğuktan; yazın tavuk biti ve pireden yatılmazdı. Elektrik, temizlik yok, su yoktu... Koskoca mahallede iki çeşme vardı. Halk bu çeşmelerin başında saatlerce nöbet bekler, bazen kavgalar oluşur, boş tenekeler, tangır mangır aşağılara yuvarlanırdı. Hâlbuki Yenişehir’de ağaçlar, çiçekler çürürcesine suların içinde yüzüyor. Şu ondüleli saçlılara benzeyen gürbüz akasya ağaçlan Altındağ’da yaşayan insanlardan daha mesuttur. Bir defa daha yazmıştık. Yenişehir’de bir akasya ağacının masrafı 146 liradır (1949 yılında). Altındağ’da bu para bir mahalleye sarf edilmez. Halkımızın bu adamlar nazarında bir ağaç, bir odun kadar kıymeti yoktur. Seçimlerde Altındağ, reyini istisnasız Demokrat Parti’ye verdi. Bu hâl sandalyecileri düşündürdü. Altındağ'ın varlığını o zaman hissettiler. Hâlbuki gözlerinin önünde yirmi beş yıldır durup duruyordu. Ancak seçimlerden sonradır ki yalnız ellerinde sandalyelerini tutabilmek iktidarında bulunanlar Altındağ’a yabancı bir toprağa basar gibi ayak bastılar. Bundan dört gün evvel Altındağlı bir komşumla konuşuyordum. “Bizim oralar” dedi, “Senin bildiğin zamanki gibi değil. Elektrik de geldi, su da... Hele gel de bir gör... Yaşasın Demokrat Parti!” Ayrıldı. Bu hâdise üzerine bir hayli akıl yordum. Bu millete az bir şey verilse onu memnun etmek kabil. Hatta yalnız hâl ve hatırını sorsan yine senden memnun olur! Fakat gel de onun en mukaddes bildiği şeyleri çiğne, hem söv, hem soy!.. Onun bayramını yalnız fitre zarfı dağıtırken, kurban derisi toplarken hatırla; onun varlığım vergi tahsil ederken hisset!.. Sen onun geçimini değil, kendi seçimini düşün! Çok yerlerde ekmek bile bulamayan halkın gözü önünde yerli malı ve tasarruf(!) haftalarında şuraya buraya onun sefaletiyle alay edercesine “vatandaş şeker ye”, “vatandaş reçel yap”, “Vatandaş yerli malı kullan” misalli afişler as... Evet Yenişehir’de dolaşıyorduk, işte bir süprüntü kamyonu geldi. Evlerin önündeki çöp tenekelerini kamyona boşaltıyordu. Tenekelere dikkat ediyorum. Çöp namına bir şey yok. Hep ekmek yemek artıkları, koca koca ekmek parçaları... Bunu görünce ekmek bulamayıp dağlarda palamut, acı pelit, armut kurusu toplayıp bunu süpürge tohumu, üzüm çekirdeği ile karıştırıp, içine bulursa bir parça arpa ve kaynatılarak acısı alınmış burçak karıştırıp un hâline getirerek ekmek yapan bizim köyler aklıma geldi. Acı acı, derin derin düşündüm. Komünizmle mücadele etmek istiyorsak, Anadolu’da yan yana yürüyen bu sefalet ve sefahati önlemeliyiz. İbret verici manzaralar mütemadiyen devam ediyordu. Bir asker geçiyordu, kucağında tahminen 10-11 yaşlarında koskoca bir kız çocuğu vardı. Annesi ve babası önde yürüyorlardı. Buraya yazılamayacak birçok şeyler düşündüm. Bu arada bizim memleketi, Anadolu’yu düşündüm. Bizde bu yaşlardaki kızlar yazın rençberlik yapar, harman sürer, kışın diz boyu karın içinde dağa gider, sırtında dağdan odun çeker. Yirmi kadar üstü başı perişan adam korkak korkak yürüyorlardı. İçlerinden biri elini kalbinin üzerine koyarak selâm verdi. Herhâlde ben kalender olduğumdan adamcağız beni kendine yakın hissetti. Selâmdan cesaret alarak adama sordum: Siz kimsiniz, nereye gidiyorsunuz? hemşehrim, dedim. “Biz Ankara’da çalışıyoruz yevmiye ile... S...ların apartmanının altına gidiyoruz. Sizden iyi olmasın... Bey iyi adamdır. Bize müsaade etti de bodrumda, kömürlükte yatıyoruz.” Apartman sahibine dua ediyordu. Kiminin arkasında yegane dünyalıkları, eski kirli yorganları vardı. Düşündüm, dünyanın başka bir yerinde bu tipte adamlar, patronlar bizi kömürlükte yatırdı diye apartman sahiplerine düşman olurlar; apartmanları uçurmaya kalkarlar. Bizimkiler dua ediyor. Mütevekkil, çilekeş Anadolu köylüsü... “Allah beş parmağı bir yaratmamış, kimsenin malında gözümüz yok!” diyen insanlar. Bu insanı anlamalıyız. Beş parmak dedim de aklıma bir şey geldi. Ben mahut fakültede iken solcu sosyoloji hocalarından biri anlatıyordu. Bu sosyolog (Behice Boran) Anadolu’da tetkik gezisine çıkmış. Anlaşılan köylüleri, şunun bunun var da, senin niye malın mülkün, paran pulun yok, diye kışkırtmış olacak ki, köylüler kendisine şu cevabı vermişler: “Allah beş parmağı bir yaratmamış ki...” Nereye vardıysa aynı cevabı almış. Bu beş parmak sayın Behice Boran’ın yüzüne bir tokat gibi inince neye uğradığını bilememiş. Bu cahil insanların arasına karışıp karışacağına bin kere pişman olmuş. Aynen bana kendisi anlatmıştı. Vakit bir hayli olmuştu artık. Mabetsiz şehri terk ediyordum. Dönüyordum. Yola, önüme yaşlıca birisi çıktı ve bana sordu: “Oğlum bu civarda camii şerif var mı?” “Babam, dedim burada nâşerifler, var.” Anlamaz gibi yüzüme baktı. “Bu şehirde mabut yok! Mabet yok!..” “Ne var ya?” dedi. “Burada oturan insanların ekseriyetinin mabutları cebinde, mabudeleri de yataklarında... İki yüzlü mabutlar, bir gecelik mabudeler...” Yaşlı adam bunları sessizce dinledi. Elindeki değneği ile heykelleri göstererek: Ya şunlar ne? dedi. Mabetsiz şehirle beraber ona da veda ettim. Hisar’da kaleler içinde güç belâ bulabildiğim yıkık dökük odama kendimi zor attım. Baktım yağmurdan yatağım ıslanmış. Fakat çaresiz yatacaktım. Yorulmuştum. Islak yatağa uzandığım zaman hapishanelerin yadigârı romatizmalı ayaklarım, mafsallarım sızlıyordu. O gün gördüklerim kafamdan şöyle bir geçti. Eski mektep arkadaşımı düşünüyordum. Poker âlemi, bekâr âlemi, baygınlıklar, fenalıklar geçiren kadınlar, balkonlar, içkiler, istifralar... Mabetsiz şehri düşünüyordum. 21 Haziran 1949 Ankara
·
260 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.