Gönderi

Niçin evlenmiyorlar? Bitmez tükenmez içtimaî dertlerimizden birisi de hiç şüphesiz, kadın olsun, erkek olsun birçok gençlerimizin evlenmemeleri, daha doğrusu evlenememeleri meselesidir. Bilhassa bu acıklı hâle münevverler arasında daha çok rastlıyoruz! Niçin evlenmiyorlar, evlenemiyorlar? Bu sualin cevabı yazımızın mevzuunu teşkil edecektir. Türkler Müslüman olduktan sonra, bu dinin insan ve cemiyet hayatını her yönden kavrayan emir ve nehiyleriyle karşılaştılar. İslâm dini cemiyet yapısında aileyi esas alıyor ve bütün içtimai münasebetleri ona göre tanzim ediyordu. Kur’anı Kerîm cinsiyete, koca, karı arasındaki münasebetlere, ana ve babaya itaati, hürmeti emreden ayetlerle doludur. Hatta bazı hain, değilse gafil Avrupalı yazarlar, insanın bu tabiî ve cinsî arzularını nazanitibara almayarak İslâm dinine kadından, kızdan, evlenmeden çok bahsediyor diye, ağır isnatlarda bulunmuşlar, onu materyalizmle itham etmişlerdir. Bu dinin kurucusu Hz. Muhammed de bu meseleler üzerinde zaman zaman ısrarla durmuş, ümmetine yol gösteren örnek hareketler, kutsî sözler hadîsler bırakmıştır. “Evleniniz! Çoğalınız.”, “Ananıza babanıza hürmet ediniz, onlara üf bile demeyiniz!”, “Çocuk kokusu cennet kokusudur”, buyurmuşlardır. Ecdadımız evlenmeyi yalnız cinsî sevkıtabiîlerin zoruyla değil, onu bir emir, Allah’ın emri, Peygamber’in sünneti telâkki etmişler, aile yuvasını yalnız beşerî duygularla değil, İlâhî emirlerle kuşatmış, kutsîleştirmişlerdir. Hemen hemen eskiden bülûğ çağına gelen her genç evlenirdi. Böylece ilk gençliğin, ilk şevkin ve aşkın taşkın hayatiyeti, tam manasıyla mecrasını bulup genç evlileri her bakımdan tatmin edilmiş bir şekilde birleştirirdi. Evlenecek olan gençler asla birbirlerini görmezler, aradaki münasebeti görücü denilen kimseler temin ederdi. Görücüler her bakından bu işin ehli, erbabı idiler. Evlenmelerde muvakkat, gelip geçici hissî tezahürler, gençlik İcabı cinsî meyiller değil, İçtimaî seviyeler, mantıkî ve zarurî bir ömür boyunca değişmeyecek olan iffet, namus, ahlâk gibi yüksek vasıflar göz önünde bulundurulurdu. Hayatında asla hiçbir erkekle münasebette bulunmayan genç kız, maddî manevî bekâretiyle, yarı mahcup, yan çekingen bir hâl ile kocasına teslim olur, kafasında ve gönlünde başka erkek hayalleri yaşatmazdı. Çünkü bu imkân ona verilmemişti. Erkek olarak yalnız, kocasını bilir, kocasını sever, kocasına bağlanırdı. Erkek çocuklar da sıkı ve nizamlı ahlâkı esas tutan bir cemiyet içinde yetişirler, onlar da saf ve bâkir olarak evlenirler; vatana, millete hayırlı evlâtlar yetiştiren aile yuvalarını kurarlardı. İş şimdi tam tersine dönmüştür. Kapalı ve inzibatlı ruhçu bir ahlâk görüşü ve terbiye sistemi yerine açık saçık, maddeci, zevkçi bir terbiye sistemi kabul edilmiş, bu görüş bu milletin örflerini, geleneklerini, ahlâkî telâkkilerini nazanitibara almadan Avrupa’dan roman tercüme eder gibi tercüme edilen kanunlarla kuvvetlendirilmiş, kabul olunmuştur. Ailesine, kocasına, çocuklarına bağlı eski namuslu Türk hanımı, asri bayan adıyla piyasaya bol bol sürülerek, bugünkü ahlâkî çöküntümüzün belli başlı âmillerinden biri olmuştur. Kadın evinde mi kalmalıdır, yoksa o da erkekler gibi cemiyet hayatına mı atılmalıdır? Bu sualin cevabını bütün dünyaca tanınmış biyoloji ve fizyoloji âlimlerinden Dr. Alexıs Carrel ilim ve fikir âleminde bir hâdise teşkil eden (Bilinmeyen İnsan) adlı eserinde vermektedir. Büyük âlim diyor ki: Erkekle kadın arasındaki farklar yalnız tenasül cihazlarının hususî şekillerinden, rahmin mevcudiyetinden, âdet görmekten veya terbiye tarzından ileri gelmemektedir. Bunun sebebi çok daha derindir. Ve tenasül guddelerinin mahsulü olan şimik maddeler tarafından bütün uzviyetin işba’ına bağlıdır. Feminizm taraftarlarını, iki cinsin de aynı terbiye usulüne göre yetiştirilebileceği, aynı meşguliyetlere, aynı salâhiyet ve mes’uliyetlere malik olabileceği fikrine işte bu esaslı hâdiseleri bilmemek sevk etmiştir. Hakikatte kadın, erkekten çok daha başkadır: Vücudundaki hücrelerden her biri cinsinin izlerini taşımaktadır. Uzviyet asabı cümlesi de böyledir. Fizyoloji kanunları da yıldızlar âleminin kanunları kadar merhametsizdir. Onların yerine insanoğlunun keyif ve arzusunu koymak imkânsızdır. Onları oldukları gibi kabule mecburuz. Kadınlar erkekleri taklide kalkışmayarak kendi istidatlarını inkişaf ettirmelidirler. Onların medeniyetteki rolü erkeklerinkinden daha yüksektir. (Bilinmeyen İnsan, 127). “Kadını analıktan alıkoymak manasızdır. Delikanlılara verilen entelektüel terbiyeye, yaşayış tarzına, ideale, genç kızları bir tutmamak lâzımdır. Terbiyeciler erkeklerle dişinin uzvî, dimağî aynlıklannı, ikisinin de tabiî rollerini göz önünde bulundurmalıdır. İki cins arasında uzlaştınlmaz başkalıklar vardır. Medenî dünyanın kuruluşunda bunlar dikkate alınmak zorundadır.” Fikir âleminin en salâhiyetli adamları, doktorlar, ruhiyatçılar erkekle kadın arasındaki farkları saya saya bitiremiyorlar. Esasen bizde yapılan inkılâplardan birçoğu bir heves ve gösteriş eseridir. İhtiyaca, zarurete dayanmıyor. Sadece “yaptık!”, “yarattık!”, “benzedik!”, “benzettik” demek, bol bol övünmek, nefsini tatmin etmek için... Kadınlara verilen hürriyet de bunlardan biridir. Bu görüşün yanlışlığını sadece kitaplara, fikirlere dayanarak gösterecek değiliz. İçinde bulunduğumuz cemiyet, onun feci manzarası bize bu hususta sayısız deliller vermektedir. Görüyoruz, düşünüyoruz! Daha 12, 13 yaşındaki çocuklarımız, şehvet gıcıklayan romanlar okuyarak, hemen her adım başında, kucak kucağa, dudak dudağa, sinema, tiyatro reklâmlarını seyrederek çileden çıkıyorlar. Böylece mühitin tahriki ve teşviki ile cinsî duygular, hazlar, meyiller vaktinden evvel inkişaf ediyor ve genç çocuklarımızı vücut ve ruh bakımından telâfisi kabil olmayan yıkımlara sürüklüyor. Orta mekteplere devam eden çocuklarımız ders kitaplarından çok, sevişme, birleşme sahneleriyle dolu, aşkı romanlar okuyorlar. “Hıçkırıklar”, “Kalp Ağrıları” ellerinden düşmüyor. Sevgilerinin arkasından hıçkırıyorlar. Hatıra defterlerine “Beni annem babam anlamıyor. Arkadaşlar mı? Onlardan da hayır yok! Onu zaten ilk gördüğümde sevmiştim. Onu, hep onu düşünüyorum. Ruhum ruhunu okşuyor.” Şu satırları 15 yaşında bir gencin hatıra defterinden alıyorum. İşte böyle ailelerden, dostlardan, arkadaşlardan ümitlerin kesildiği bütün duyguların “O!” denilen meçhule doğru yöneltildiği bu anlar gençlerin en tehlikeli anlarıdır. 14,18 yaşları arasındaki bu devre baharlar gibi aşkla, hayatla, romantik hayallerle, ideal sevgililerle doludur. Kapalı, disiplinli terbiye sistemlerine dayanan idealist cemiyetlerde bu yaşlarda bulunan gençler, ailenin ve cemiyetin kıymet hükümlerini, zihniyetlerini, ideallerini benimseyerek bünyeden, gençlikten gelen bu coşkunluklar yıkıcı olmaktan çok yapıcı, yaratıcı olurlar. Hâlbuki bizim cemiyetimiz nizamsız, kontrolsüz ve idealsizdir. Gençlik neye bağlanacak, neyi benimseyecek, niçin yaşayacak; icabında niçin, kimin ve neyin uğruna ölecektir? Etrafımızda örnek insan, şahsiyet sahibi kimseler yoktur. Varsa zamanın şerrinden korkarak bir köşeye çekilmiş, ya tahammülü tükenmiş, söylemiş haykırmış, bu suretle ya işinden ya başından olmuştur. Cemiyette ve millet hayatında benimseyecek hiçbir şey bulamayan genç insan, kendi insiyaklarıyla baş başa kalacak, ister istemez etinin, bedeninin esiri olacaktır. Zaten cinsî duygu denilen kuvvet, şehvet her insanda lüzumu kadar hatta lüzumundan fazla vardır. Bunu teşvik etmeye, kamçılamaya ne lüzum var? Millet için, insanlık için zarurî, insanlarda pek az olan, ancak terbiye ve telkinle meydana gelebilen iffet, fazilet, fedakârlık gibi yüksek kıymetleri yaratacak faaliyetler sarf etmeliyiz. Bilmeliyiz ki çekiştire çekiştire bitiremediğimiz Rusya’da bile cinsî hayat bu kadar başıboş bırakılmamış, çıplak kadın resimleri, baldır bacak edebiyatı iş verimini, randımanı azaltır düşüncesiyle menedilmiştir!.. Neşriyatımıza bakınız!.. Sanat ve ileri fikir maskesi altında ne rezaletler işleniyor! Sinemalara gidiniz o dudak dudağa gelmeler... “Bize de bize de” diye haykırmalar... Islıklar... Ve sonra tramvay, troleybüs, otobüs âlemleri. Burada yazamayacağımız, söyleyemeyeceğimiz malûm ve mahut, her biri bir devir için, bir millet için yüz karası olan şeyler!.. Birçok gençler pek haklı olarak böyle bir cemiyet içinde evlenmenin doğru olmadığı fikrindedirler. Sokağın, sinemanın mahsulü olan bir kadından hayır gelmeyeceğini söylüyorlar. Gençler bu iddialarında haklıdırlar. Çünkü evlenenleri görüyorlar. Daha birkaç gün evvel “ölünceye kadar, ebediyen birbirimizden ayrılmayacağız sevgilim” diye mektup yazan, sevişen, nihayet evlenen sevgililer, aradan bir hafta geçmeden ayrılıyor, doğru mahkemeleri boyluyorlar. Hiçbir zaman nikâh daireleriyle mahkemeler birbirlerine bu kadar yaklaşmamışlardır. Aralarındaki mesafe bir adımdır ve genç evliler bu adımı tereddütsüz atıyor. Kanunlar karı ile kocayı yekdiğerine sımsıkı bağladığı hâlde, boşanmalar eskisine nazaran mukayese edilemeyecek kadar çoktur. Hâlbuki eskiden bir erkek “Şart olsun” deyince kansını boşayabilirdi. Fakat bu, lâfzı manada bir şeydir. Her erkek ağzına, karısına sahipti. Onlar kanunu içlerinde, kalplerinde yaşıyor, yaşatıyorlardı. Bu kanun tercüme değil, devşirme değil, kalplerin, vicdanların kanunu idi. Birbirini görmeden, tanımadan evlenen gençler (nikâhta keramet var) sözünün sıhriyeti altında ebediyen birleşirlerdi. Hâlbuki zamanımızda evliler erkek olsun, kadın olsun, cemiyetle ve diğer insanlarla sık sık temas etmek imkânını buluyorlar; bilhassa sosyete ve modernlik icabı eğleneceklerde iradelerin çözüldüğü, sevkıtabiîlerin işlediği, perdelerin alabildiğine kaldırıldığı bu dans ve sefahat âlemlerinde ruhlarda bu türlü hayatın meydana getirdiği değişiklik genç evlileri birbirinden soğutuyor. Fazla görüş, fazla temas, fazla insanlar, tek yol üzerinde yürümesi, evinde çoluğuyla çocuğuyla meşgul olması lâzım gelen kadını sokağa, sosyeteye çekiyor. Bu hâli gören gençlerimiz cinsî arzularını da bol bol kolayca tatmin edecek imkânları buldukça niçin evlensinler?! Yukarıda arz ettiğim gibi daha doğrusu itimat edemiyor, evlenemiyorlar. Buna karşılık birçok genç kızlarımız kocasız kalıyor. Hayatlarını kazanmak için hayata atılıyorlar. Kızlıklarını, kadınlıklarını unutuyorlar. Kadınla erkek arası acayip bir mahlûk hâline geliyorlar. Dairelerin, iş yerlerinin ciddiyetini bozuyorlar, bu kadınlar evlenmiyorlar. Evlenmek isteseler de artık bunları kimse almıyor. Bilhassa hükümet merkezi bulunan Ankara’da bunlardan pek çoktur. Umum müdürlerin, müdürlerin etrafı bu kısa saçlı, uzun tırnaklı bayanlarla çevrilmiştir. Diğer taraftan birçok erkeklerimiz işsiz güçsüz boş gezmektedirler. Çünkü yerlerini bayanlar işgal etmiş, onlar bu işlere tercihen alınmıştır. Her gün görüp duyduğumuz bu acı hakikatler cemiyet nizamını içten içe kemirmekte, milletin istikbalini tehdit etmektedir. Çünkü kadınların iş hayatına atılmasıyla çoğalan boşanmalar, evlenmelerin azalması nüfus siyasetine aykırı bir harekettir. Gün geçtikçe yaşlı bekârlar çoğalmaktadır. Bilhassa şehirlerimizde bu hâl ciddî surette kendini göstermektedir. İtimatsızlık, bağsızlık, serazatlık alıp yürüyor. Uçurumun kenarındayız. Gençlerimiz kendilerini vatana, millete, büyük ülkülere verecek yerde, kaldırımlara veriyorlar, ders kitaplarından çok aynaya bakıyorlar. Kız kafesliyorlar, kafese koyuyorlar. Bütün kabiliyetlerini bu sahada kullanıyorlar. Kızlarımız daha çocuk denilecek yaşlarda dostlar ediniyorlar. Namuslu, edepli eski Türk hanımları, bir yastıkta kocayan evliler, ağır ve olgun aile reisleri tarihe karışmak üzeredir. Uçurumun kenarındayız. Namuslu, şerefli bir şekilde yaşamak istiyorsak, mes’ut aile yuvalan kurmak istiyorsak, her şeyden evvel kadın meselesini ele almak zorundayız. Onları hakikî yerlerine, evlerine iade etmeliyiz. Yarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklannın omuzlannda yükselecektir.
·
114 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.