Gönderi

Can sıkıntısının tekrara düşmesi üzerine
Hayat olabildiğince sıkıcı bir hal almıştı. Yemek yemek dışında hiçbir eylem onu mutlu etmiyor, hiçbir eyleme girişmek için bulunduğu yerden adım atmıyordu. Ancak gelin görün ki adım atmayı başardığı an hayatın o anki büyüsüne kendini kaptırabiliyordu. Adını BG ile kısaltarak anlatacağımız (BoredomGirl) kişi Mart ayının başlarına kadar belli bir belirsizliği yaşıyordu: Can sıkıntısı. Can sıkıntısının ona yaptıramayacağı yoktu doğrusu. Ancak hayat öyle bir hayattı ki daima ironileriyle, sürprizleriyle, kötü yönleriyle insanın şirazesini kaydırmayı başarırdı. BG de Mart ayının başına kadar hayatında değişiklikler arzuluyordu. Hayalinde yaşamaktan sıkılmıştı yaşamın sosyal medyadan uzanan o mükemmelliğini. Kendisinin kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlarını karşılamakta olduğunu hissediyordu. Müthiş bıkkınlığındaki soru cevap döngüsü işte bu tandemde gizliydi. Mart ayının başı. Kara gün. Ülkenin başına musallat olan virüs o günlerde girdi hayatına. Daha düne kadar aklına meşk ettiği tüm sıkıntıların bir anda silinip gideceğini nereden bilebilirdi. Sığamadığı koskoca kentten de ayrılacağının haberini aldı birkaç gün sonra. Mutluydu, çünkü değişiklik daima damarlarında gezen bir ihtiyaçtı onun için. Otobüse binip herkes gibi kavuştu ailesine, zehirli bir sarmaşık olan sıkıntılarını bir süre uzaklaştırmıştı hücrelerinden. Yüzü de gülüyordu, dışarıda insanların yaşamlarında oluşan değişimlere sırt çevirmişti. Çevirmeliydi de hiçbir dil ya da lisan çıldırmış bir dünyanın anlattığı meselelere hakim olamazdı. Komplo teorileriyle de işi olmazdı zaten. Hayatı dümdüz yaşamanın belirli getirilerinden biriydi bu da. Ve tüm son kullanma tarihi olan ürünler gibiydi hayat. Bu mutluluğun da sonu gelmişti. Dört tarafı dağlarla çevrili bir mecrada, virüsün dahi uğramaktan imtina edeceği bir uzaklıkta bulmuştu kendini. Ancak asıl virüs öldürmeyen ancak süründüren cinstendi. Kontrol altına alınamayacak türdendi. İnsan en çok da dokunamadığı, gözle göremediği tehlikelerden korkmalıydı. Eskiden çok kitap okurdu. Bununla da belirli bir kültür seviyesine ulaştığını zannederdi. Etrafındaki okumayan insanlara kendinden emin bir ifadeyle hafif bir küçümse ile bakardı. Dünyayı kurtarmışlığın resmiydi bu. Ancak kendini kurtaramıyordu bu içindeki lanetten. Can sıkıntısı ordular halinde ilerliyordu iç dünyasında. Bir şeyler yapmalıydı. Penceresinden baktığında gördüğü manzaranın sığlığı ile eşitti içindeki olanlar. Sığ idi ama onu boğmayı başarabiliyordu. Şimdi geçmişi yoklamanın tam zamanıydı. BG, kendisini çevresine kabul ettirmeyi çok önemserdi. Bilgiyi hazır ister, ona ulaşmak adına girişilen tüm çabaları masum bulurdu. Kendisi de masumdu ona göre. Tüm sorgulamalardan uzak yorgan altı ağlamaların karşılığıydı. Geçmiş demiştik evet geçmiş. Düz yaşamının sığ tarihine baktığında geçmişte onu avutan eylemlerin merkezinde buldu kendini. Eskiden olsa anlatacak, onu anlayacak birinin olmasını isterdi. İçindeki tüm o benmerkezci bunalımları rüzgarlar halinde ona savurmak isterdi. Şimdi geçmişinde aramaktaydı onu. Yeniden kitap okumaya başladı. Artık kültür veyahut bilgi umrunda bile değildi. Sadece sığınacak bir liman arayışındaydı lodosların içinde kalmış gemi. Bunu bulmak hiç zor değildi. Ancak dayanıklı bir liman olmalıydı. Doğal olmasına hiç gerek yoktu. Sadece tutunabilmekti amaç. BG, bu amacında belki biraz acımasız olabilir. Yani bir dala sırf kendin için asılmak, kırılana kadar asılıp, başka bir dala gidene kadar orada kalmak. Hayat zaten acımasızdı, kendisinin acımasızlığında garip bulunacak bir taraf yoktu. Zaten ne zaman içine doğardı bir haksızlık gözleriyle boğar dışarı akıtırdı. Ağlamak onun için bir sanattı belki, gözlerin temasına bile gerek olmadan. Can sıkıntısı, hayatın boşluğu hissinden başka bir şey değildir diyordu Schopenhauer, kendisi de vakti zamanında çok can sıkıntısı gebertmişti illa ki. Ancak onun zamanında birilerine sırf bu sebepten can sıkıntısından ötürü gelmenin ayrı bir ızdırap verici noktası da vardı. Tüm bu sisin çekilip gittiği anda kırılmış bir kalbin otosansüre bile uğramadan vicdana güneş gibi doğması mesela. Hiçbir gölgeye kaçamadığı an insan tüm çıplaklığıyla vicdanının karşısında muhakeme edilirdi. BG de ara sıra bunu kendisine söyler ancak uzun sürmezdi bunlar. Yastığa başını koyup uyumayla halledilirdi tüm sorunlar. 60 ortalama yıllık yaşamın nöbetini uykuya tuttururdu insanlar. Ve Abel Korzeniowski'nin tüm melodilerinin çaldığı bir dünya için uzundu bu nöbetler. BG, acımasız çağın acımasızlığını duyumsuyor şimdi içinde. Ancak acımasızlık bile sığ kalabiliyor eylem kalabalığından. Çünkü bir virüsten daha önemsiz hale geldiğinde yaşama kafa tutmanın anlamını kaybettiğini anlıyor insan. Evlere çekilip dışarıda olan biteni dışarının hallettiğini anladığı zaman garip bir rahatlamayı ziyadesiyle hissediyor. BG şimdi geçmişini tekrar edecek. Geçmişinde kalanlara ise uzak bir resme bakar gibi bakacak. Aynı şeyleri tekrar edip farklı sonuçlar bekleyen aptalların kaderine mazhar olacak. Üzüleni bile olmayınca insan üstündeki giysi ona kefen olur. İster beyaz olsun ister olmasın. Birer birer ayrılınca masadan dostların, Yalın'ın 'keşke oyunlar oynamasaydık' şarkısını ritmiyle beraber hatırlarsın. Şimdi düşüncelerin düşlere uğramadığı bir noktada, en iyi ihtimal ölmek midir BG?
··
43 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.