Haydut Karokep
Jarvinen konuşmasında Haydut Karokep’in hayatını hatırlattı:
-Efendiler! Bundan yirmi beş yıl önce bütün Finlandiya’yı heyecan ve
dehşet içinde bırakan Johan Karokep ismini hatırlıyor musunuz?
Karokep, bir hırsız ve hayduttu. Büyük şehirlerdeki bankaları, işyerlerini ve kiliseleri
soyardı. Hırsızlık yaparken âdeta polise meydan okurdu. Gereksiz yere
cinayetler işliyordu. Bu yüzden tutuklandığında akli dengesinin yerinde
olup olmadığının anlaşılması amacıyla önce akıl ve ruh hastanesine
gönderilmişti.
Karokep, oradan büyük bir cesaretle kaçtı ve izini kaybettirdi. Finlandiya’da
ismi artık anılmaz oldu. Belki de izlendiği sırada açılan ateşlerden ağır
bir şekilde yaralandı, öldü ve arkadaşları da cesedini meçhul bir yere
gömdüler. Herkes böyle düşünüyordu.
Artık Karokep’ten bahsetmekten vaz geçtiler.
Efendiler Karokep yaşıyor!
Geçen yıl, İtalya’da bulunduğum sırada, Napoli’de kendi siyle görüştüm.
Ben onu tanıyamadım. Finlandiya’da yaşayan herkes gibi ben de onu ölü
sanıyordum. Bir lokantada yemek yerken o beni tanıdı ve masama geldi.
Yanında da çok yakışıklı üç oğlu vardı. Fin milletinin en gürbüz ve en
güzel örnekleriydi sanki. Uzun boylu, geniş omuzlu, yiğit duruşlu, kumral saçlı
ve mavi gözlüydüler. Yüzleri Güney Amerika’nın yakıcı güneşinin etkisiyle
esmerleşmişti. İtalyanlar bunlara “Apollon Oğulları” diyorlardı.
Üçü de Avrupa’nın üç ayrı üniversitesinde eğitim görüyorlarmış.
En büyüğü İsviçre’de Ormancılık Fakültesi’nde okuyor ve Kaliforniya’da
bir ormancılık işletmesinin yöneticiliğini yapıyormuş.
En küçüğü Fransa’da Ziraat Fakültesi’nde, ortanca olanı da Almanya’da Kimya
Fakültesi’nde eğitim görüyormuş. Deri, odun ve yağların kimyasal işlemleri
konusunda yaptığı incelemeler, ünlü Alman üniversitelerinden birinin
dikkatini çekmiş. Bu gencin ünlü bir kimya mühendisi olması bekleniyormuş.
Bu üç zeki, güzel ve kibar çocuk, ülkemizde bir zamanlar haydutluk yapan
Karokep’in oğullarıdırlar.
O zamanlar gazeteler, Karokep’in bir ailesi olduğunu, eşinin kocasının işlediği
cinayetlerden habersiz yaşadığını ve Karokep’in gayet sevgi dolu bir eş ve
iyi bir baba olduğunu yazmışlardı. Sonra Karokep’in eşi ve çocukları da
unutuldu.
Fakat babaları onları unutmamış ve dostları aracılığıyla Amerika’ya
getirtmiş. Ancak eşi Amerika’ya giderken yolda sarı humma hastalığına
yakalanmış ve ölmüş. Karokep üç çocuğunu bizzat kendisi
yetiştirmiş, onlara hem analık, hem babalık yapmış. Çocuklarıyla birlikte
eğitim görmeyi sürdürmüş.
Karokep -şimdi ismini değiştirmişse de burada yeni ismini söylemeye gerek
görmüyorum- iki transatlantik gemisiyle Cenova’ya buğday göndermişti. Aynı
zamanda kendisi de çocuklarıyla birlikte İtalya’yı görmek istemişti.
Karokep, yeni ismiyle, yeni yurt edindiği Güney Amerika ülkelerinden
birinde ticaret yapmış, para kazanmış ve buğday kralı olmuştu. O kadar çok
zengin olmuş ki, sizin Reçel Kralı Jarvinen bile onun yanında yoksul kalır.
Çocukluğumuzda ve sonraları gençliğimizde biz Karokep’le dosttuk,
ikimizin de ailesi yoksul katrancılardı. Karokep’le birlikte büyüdük, öyle
tesadüfler oldu ki aynı zamanda babalarımız vefat etti ve yetim kaldık.
Dul kalan annelerimiz bizi şehre götürdüler. Beni bir fırıncının yanına
çırak verdiler; Karokep de zengin bir tüccarın yanına yerleştirildi.
Bu tüccar, ülkede yün, yapağı, ve çamsakızı toplar ve ihracat yapardı.
Ticaret yaptığı yerlerde yetişen buğday ihtiyacı karşılamadığından, dışardan
ithal ettiği buğdayı köylülere sa tardı. Karokep, yakışıklı, zeki, namuslu ve
çalışkan bir çocuktu. Yalnız son derece hiddetli ve taşkın bir çocuktu.
Kendisini tahkir edenlere karşı herşeyi yapmayı göze alan bir gençti.
Kızdığı zaman kendisini bir titreme alır, benzi sararır,
dişleri gıcırdar ve yılan gibi tıslayarak “ben sana Karokep’in kim olduğunu ve
onu tahkire nasıl cesaret edildiğini öğretirim..” diyordu.
Bu tüccar, Karokep’i sevdi. Her yerde onun namuslu oluşundan bahsediyordu.
Birkaç yıl sonra önemli satın almaları ona devretmeye ve kendisine
oldukça yüksek miktarda paralar teslim etmeye başladı. Nihayet
onu büyük depolarından birinin müdürlüğüne tayin etti.
Burada alışılmışın dışında ve anlaşılmaz bir olay meydana geldi.
Karokep hiçbir dayanağı olmadan efendisinin kendisine teslim ettiği
yüksek miktardaki parayı köylülere dağıtmış ve tüccarı oldukça büyük
zarara sokmuş. Bundan başka efendisine de adamakıllı bir dayak atmış.
Mahkemeye verilmiş. Karokep mahkemede ağzını açmamış. Sadeci
sinirli sinirli gülmüş. Mahkeme sonunda, “Benim yerime onu mahkûm etseydiniz
daha iyi yapardınız.” demek le yetinmiş. Tüccar sonradan “Karokep galiba
delirdi!” demiş.
Karokep birkaç ay cezaevinde yattı.
Bu süre içinde kimseyle ilişki kurmamış, sadece okumakla meşgul olmuş.
Yalnız zincire vurulmuş olan mahkûmların işledikleri cinayetleri dinlemekten
zevk almış.
Karokep cezaevinden çıktıktan sonra eşini ve çocuklarını alıp yabancı
ülkelerden birine göndermiş. Bundan sonra Finlandiya’da korkusuzca yapılan
hırsızlıklar, soygunlar ve cinayetler başlamış. İki yıl içinde birkaç banka ve
on kadar kilise soyulmuş, üç papaz cinayete kurban gitmiş.
Herkesin sevgisini kazanmış olan bir belediye doktoru, hasta ziyaretine
giderken yol üstünde öldürülmüş. Fakat üstünde bulunan hiçbir şeye
dokunulmamış, öldürülmesi için mantıklı hiçbir neden de bulunamamış.
Son olarak da bir şehrin kıyısındaki mezarlık kilisesine hırsız girmiş.
Kilisenin yanında oturan papaz, tesadüfen kilise pencerelerinden
birinden ışık geldiğini görmüş. Hizmetliyi çağırarak birlikte kiliseye
doğru gitmişler. Yüksek binanın kapısında hırsızla burun buruna
gelmişler. Adam bir darbede hizmetliyi yere sermiş. Arkada duran papazın
başına da demir bir çubukla vurmuş ve kafasını parçalamış.
Papaz yine de bağırarak yardım istemeyi başarmış.
Ayışığının olduğu karlı bir kış gecesiymiş. O sırada birkaç köylü
tesadüfen mezarlığın yanından geçmekteyken imdat sesini duymuşlar ve
hemen oraya koşmuşlar. Birisinin kaçmakta olduğunu görmüşler. Peşine
düşüp yakalamışlar ve polise teslim etmişler.
Sorguda ismi sorulunca “Haydut ve Katil Karokep” demiş.
Sinirli bir gülüşle ve sükûnetle, banka, işyeri ve kiliseleri nasıl soyduğunu,
üç papazı ve bir doktoru nasıl öldürdüğünü anlatmış.
“Kimden yardım gördün?” sorusuna da “Hepsini kendim yaptım.
Yardımcılarım sadece bana bilgi verdi. Hiçbirinin ismini de söylemeyeceğim.
Bütün bunları kendi hesabıma yaptım ve tüm sorumlulukları üzerime alıyorum.
Oyunu kaybettim. Alınız kaderim sizin elinizde. Her şeye razıyım, isterseniz
öldürün ama yardımcılarıma dair bana soru sormayın.” cevabını vermiş.
Bundan sonra Karokep hastaneden kaçtı ve hiçbir iz bırakmadan ortadan
kayboldu. Bu olayların üstünden yıllar geçti ve her şey unutuldu.
Şimdi Napoli’de, bizzat Karokep, yemek yediğim masanın yanına gelip,
Fince bana:
-Afedersiniz, siz Jarvinen değil misiniz? diye sordu.
Ben, “Evet.” dedim ve şaşırdım.
-Jukko Jarvinen? diye tekrar sordu.
-Evet... dedim.
-Tomerfors civarındaki Kolmarvi’den değil misiniz?
-Evet, evet ama siz bunları nereden biliyorsunuz? Ben sizi ilk kez görüyorum.
-Ben eski Karokep’im... diyebildi.
-Jukko, benim eski arkadaşım Jııkko!.. Ah benim sevgili çocukluğum...
O zamanki küçük dostun Johan’ı hatırlıyor musun? Eski Karokep’e elini
uzatacak mısın? Karokep’le birlikte odama gittik.
Gece geç vakte kadar Fince söyleştik.
Bana şunları söyledi:
-Oğullarım Karokep’in kim olduğunu bilmezler.
Amerika’da iki kez vatan değiştirdim ve iki kez de ismimi
değiştirdim. Ailemi Güney Amerika’ya götürdüm, kendim Kıızey’de çalıştım.
Ben doğuştan yarı Amerikalı, yarı İspanyol’um. Ama ruhum Fin’dir.
Şimdi nasıl yaşadığımı görüyorsun. Günahlarımı itiraf etmek istesem beni
dinler misin? Benim izimi kimseye söylemeyeceğine dair namusun üzerine
söz veriyor musun?
Jarvinen, ben senin hayatını biliyorum. Bizim Suomi’nin gelişmesini
de izliyorum. Sen daha çocukken, ben seni çok severdim. Şimdiki Reçel
Kralı’nı da çok seviyorum. Gençlik dostunun nasıl biri olduğunu
anlamanı isterim. Johan Karokep’ten nefret etmeni istemem.
Johan Karokep cani değildi.
-Sen o zaman ruhen hastaydın değil mi?
-Sen ne kadar hasta idiysen, ben de o kadar hastaydım.
O zamanlar ben cahildim.
Bir kere düşün. Kapkaranlık bir evin içinde dolaşıyorsun.
Yüzlerce odanın içinde çeşit çeşit şeyler var. Ama hiçbir ışık zerresi yok.
El yordamıyla gidiyorsun. Elbette çevredeki eşyalar kırılır.
Hem başkalarının eşyalarını kırar döker, hem kendin yaralanırsın.
İnsan böyle bir yerde yalnız kalınca deli mi, cani mi, yoksa ışıktan yoksun
bedbaht mı olur? İşte o zaman biraz sevdiğin Johan bu hâldeydi. Böyle
karanlıkta kalmış daha kaç mil yon Johan vardır.
Karokep elimi tutarak sözlerine devam etti:
-Ah Jukko’cuğum, hayatın bu zalim anlarında senin de bir tarafa yalpalayıp
devrilmediğine seviniyorum. Ana ben efendimin depolarında çalışırken
sıkılıyordum. Bir şeyler bana dar geliyordu.
Ben, “O sıralar ben de bir darlık sıkıntısı yaşıyordum.” diye karşılık verdim.
“İşte görüyorsun ya!” dedi Karokep. “Milyonlarca Jarvinenler, Karokepler,
hayatın bir döneminde darlık hissediyorlar. Daha geniş daha güzel
daha neşeli bir şeyler istiyorlar. Benimgeçimim iyiydi. Bir eşim, üç küçük
çocuğum vardı ve onları seviyordum.
Kendi başıma ticaret yapma düşüncem de vardı. Fakat ben sıkılıyordum.
Birgün, bir de baktım ki, bizim efendinin deposundaki kantar hileli.
Köylülerden aldığı malları başka kantarla, köylülere sattığı buğdayı başka
bir kantarla tartıyordu. Her ikisiyle de köylüleri aldatıyordu. Yıllardır bu işin
böyle devam ettiğini, benim de bilmeyerek kendisine hırsızlıkta
yardımcı olduğumu anladım. Fena hâlde canım sıkıldı.
Elimdeki paraların hepsini köylülere dağıttım.
Depo sahibine de temiz bir dayak attım.
Elimden almasalardı, belki canını da alırdım.
Mahkemede beni mahkûm ettiler.
Hileli kantarlardan sözetmeyi düşündüm ama köylüler kantardan şikâyet
etmeyeceklerine dair imzayla yükümlülük altına girmişlerdi; vazgeçtim.
Köleler!.. Aptallar!..
Şikâyet edecek olurlarsa, tüccar artık kimseye veresiye
vermez diye korkuyorlardı. Ben de sustum. Kölelerden nefret ettim.
Bunları hesap sormaya ve isyana teşvik için, kendilerini dövmek geldi içimden.
Cezaevinde sürekli düşünüyordum.
Tutukluluğum bittikten sonra beni salıverecekler. O zaman ne yapacağım?
Hileli kantarla tekrar başkalarını aldatmaya mı başlayacağım ya da beni
aldatmalarına tahammül mü edecektim?
Böyle düşününce canım çok sıkıldı.
Zavallı halk!.. Zavallı insanlar...
Hem soyulurlar hem de birbirlerini soyarlar.
Tanrı sevgisi için büyük mabetler inşa ediyorlar, sonra bir mabedin önündeki
meydanlıkta binlerce insanı diri diri yakıyorlar. Birtakım kişiler de Tanrı
aşkına ölüyor. Ben de artık insanlara ve Tanrı’ya isyan ettim.
İspanya’da olup da oradaki insanlara ruhsal ve bedensel işkence
edemediğime hayıflanıyordum. Eğer orada olsaydım, onlara bağırarak,
“Kölesiniz!.. Kurbansınız!.. Çekeceksiniz!.. Mahvolunuz!..” derdim.
Artık insanlardan ve Tanrı’dan intikam almaya karar verdim.
Bankaları soydum. Buraları soymakla daha çok insanın felâketine
sebep olacağıma inanıyordum. En hoşlandığım şey kilise
eşyalarını çalmaktı. En iyi papazların kimler olduğunu araştırıyor, gidip onları
öldürüyordum.
Ey Tanrım, beni neden yakalatmıyorsun, diye bir yandan da
isyan ediyordum. Yakalanmayınca daha çok kızıyordum. Yalanı, hileyi
yeryüzünden kaldırmak için, elimden gelse bütün insanları yok etmeyi istiyordum.
Bu sırada tekrar yakalandım ama korkmadım. Yalnızca şaşırdım.
Demek ki her şey yalan değilmiş. Ancak beni kurşuna dizecekleri yerde
‘delidir’ diye akıl hastanesine gönderdiler.
Kendi kendime, ‘Aptallar, ahmaklar, yalancılar...’ dedim.
Ben de aptallık yapıp, ellerine düştüm. Yerler karlarla kaplıyken, ayışığı ortalığı işitirken, hiç hırsızlığa gidilir miydi?
Bir müddet akıl hastanesinde kaldım.
Sürekli beni sorguya çekiyorlar ama derdimi anlamıyorlardı.
Bir fırsatını bulup oradan da kaçtım. Aklıma sinsi bir plan geldi.
Kafasını yardığım papaz iyileşmiş ve tekrar önceki evinde oturuyormuş.
Hastaneden kaçtıktan sonra, bir dostumun evinde kıyafet değiştirdim ve
o gece doğruca papazın evine gittim. Pencereden baktığımda, oturmuş, bir
kitap okuduğunu gördüm. Alnındaki yaranın izi hâlâ belliydi.
Kapıyı çaldım. Ayak seslerinin yaklaştığını duydum.
-Kim o? diye seslendi.
-Papaz Efendi’yi arıyorum, dedim.
-Ne yapacaksın? diye sordu.
-Dini işler için... diye cevapladım.
Papaz kapıyı açtı. Elinde bir mum vardı.
Beni iyice görebilmek için elindeki şamdanı iyice kaldırdı.
Bir şey hatırlıyormuş gibi kaşları çatıldı, vücudunu bir titreme aldı.
Ben kapıda durup;
-Beni tanıdınız mı? diye sordum.
-Sizi bir yerde gördüm sanıyorum ama nerede olduğunu iyice
hatırlamıyorum. Son zamanlarda hafızam çok zayıfladı, dedi.
-Ben size yardımcı olayım, dedim.
Kilise soygununu ha tırlıyor musunuz?
Papaz geriledi ama bağırmadı. Kapıyı da kapamadı.
Derin bir soluk aldıktan sonra usulca sordu:
-Siz hapiste değil miydiniz?
-Kaçtım.
-Buraya niçin geldiniz?
-Beni saklayasınız diye. Bir zamanlar canilerin kiliselerde
saklandıklarını bir yerde okumuştum. Ben sizi öldürmek istemiştim.
Şimdi de bir papazın kendi katiline karşı nasıl davranacağını görmek istiyorum.
-Buyrun, içeri girin.
Adımımı içeri atar atmaz, kapıyı sertçe kapadım.
Alaycı bir gülüşle:
-Şimdi sizi tekrar öldürmeye kalkışırım diye korkmuyor musunuz? dedim.
-Hayır korkmuyorum, dedi.
-Niçin? diye sordum.
-Gözleri böyle olan insanlar öldürmez, diye cevap verdi.
-Benim gözlerim nasıl? diye sordum merakla.
-Hüzünlü, derin bir kederle dolu. Siz ruhen çok fazla hastasınız.
Odaya girelim.
O an bana ne oldu anlayamadım. Önce demir kadar sert Karokep,
bu kez sıcak odaya getirilen donmuş balık gibi birden
bire yumuşadı. Masanın üzerinde papazın okuduğu İncil açık duruyordu.
-Karnınız aç mı? Bir şey yemek ister misiniz? diye sordu.
Ben sertçe;
-Şarap getir! dedim.
Göğsüme bir şeyler battı, boğazım tıkandı. Ev sahibi odadan çıkınca
sandalyeye oturup ağlamaya başladım.
Çocukluğumdan beri hiç böyle ağladığımı hatırlamıyorum.
Papaz bir bardak şarapla, bir dilim tereyağ sürülmüş ekmek getirdi.
Ben huzurunda diz çöküp elini tuttum.
-Beni affediniz... Affediniz... dedim.
-Rahat olun, şarabınızı için. Ne istiyorsanız söyleyiniz.
-Ne söylemek mi istiyorum? Ben isyan etmek istiyorum...
Papazla alay etmek, belki de onu öldürmek için buraya geldim...
Sonuç başka türlü oldu...
Ben perişan bir hâlde, yıllardan beri neler hissettiğimi, yeryüzünde ve
gökyüzünde yalanı öldürmek istediğimi anlatmaya başladım.
Ev sahibi beni sakince dinliyor, yalnız arada bir ellerimi ve başımı okşuyordu.
Hikâyem bittikten sonra papaz gülümseyerek sordu:
-Demek siz Tanrı’yla mücadele ediyorsunuz.
Tanrı’yı kızdırmak için de kiliseleri soyuyor ve iyi insanları öldürüyordunuz.
Siz çok budala ve sefil bir adamsınız.
-Ama Tanrı varsa, niçin benim cezamı vermiyor?
-Yavrum sen Tanrı’yı kendin gibi sanarak onunla uğraşmaya kalkmışsın.
Tanrı senin gibi canilere benzemez ki sana karşılık versin.
Eğer Tanrı senin cezanı vermemişse, kendini düzeltmeni beklemiştir.
Önce o Küçük Johan nasıl iyi ve masum bir çocuktuysa, sen yine öyle olmaya çalış!
-O hâlde gidip kendim teslim olayım...
-Hayır buna gerek yok. Hz. İsa’ya günahkâr bir kadın gelmiş, günahlarını
affettirmek için ne yapması gerektiğini sormuş.
Hz. İsa da ona, “Kalk git, bir daha günah işleme.” demiş.
Sen de bundan sonra namuslu bir adam ol. Namusunla çalış, kazan.
Sanıyorum senin çocukların da var. Onları terbiye et.
Geçimlerini dürüst bir işle kazanmayı öğrensinler.
İşte azizim Jukko! Ben tekrar namuslu hayata döndüm. Çocukları
yetiştirdim, okuttum, adam ettim... Benim hikâyem işte böyle...
Şimdi de sen bana, nasıl Reçel Kralı olduğunu anlat.
Çünkü Jarvinen ile Karokep iki çocukluk arkadaşıdır.
Onlar bizim milletimizin iki yarısıdır. Birisi soğuk bir karanlık ve cehalet
içinde ölmüştür. Diğeri de güneşin ışıklarıyla “aydın” bir bahar hayatı yaşamaya çağrılmıştır.
***
Jarvinen konuşmasının burasında Halk Üniversitesi’nin profesörlerine
şunları söyledi:
-İşte sizler çalışmalarınıza devam ederken, Reçel Kralı olan Jarvinen’e ve
benim gibi daha bir çok Jarvinenlere yaptığınız hizmetleri anmak isterim.
Değerli Hocalar! Jarvinenlerle, Karokepler hep aynı milletin evlatlarıdırlar.
Her birisi çocukluğunda iyi etkilere olduğu kadar, kötü etkilere de açıktır.
Eğer ben herkesin saygısını ve sevgisini kazanmış bir adam olmuşsam,
bu benim kendi becerim değildir. Eğer sevgili çocukluk arkadaşım
Johan Karokep, haydut ve katil olmuşsa, bu onun kabahati değildir.
Bu onun yalnızca talihsizliğidir.
Jarvinen ile Karokep aynı madalyonun birer yüzüdür.
Aynı ağacın iki dalıdır. Ağacın gövdesi ise milyonlardan oluşan halk kitlesidir.