Gönderi

GERCEK DİN KÖKTENGRİ SONRASINDAKİ ÜTOPİK VE SEMAVİ DİNLERİ ( 1 ) Bütün bu ikili tipolojik tasnifleri Türk din tarihine uyguladığımız zaman bu tasniflerin Türk din tarihinin iki dönemine uygun düştüğünü ve bu dönemleri karşıladığını görürüz. İşte bu tasniflerden hareketle biz, Türklerin dini tarihinin ilk dönemini “Geleneksel Türk Dini“, ikinci dönemini de “Evrensel Dinler” safhası olarak nitelendirmekteyiz.Bu bölümde biz, Türklerin geleneksel dinleri ile Türkler arasında kısmen kabul görmüş olan evrensel dinlerden Budizm, Zerdüştîlik, Mani Dini, Hıristiyanlık ve Musevîlik üzerinde duracağız. 1. Geleneksel Türk Dini Geleneksel Türk Dininin temel unsurlarını dikkate aldığımızda, bunların ilkini Gök Tanrı’nın oluşturduğunu, görmekteyiz. A. Gök Tanrı Tanrı inancı öyle sürekli bir özelliğe sahiptir ki, ilk bakışta, en genel anlamı ile Türk din tarihinin, Türklerin Tanrı ile ilişkilerinin tarihi olduğunu ve orada Tanrı’ya olan inancın temel bir “arketip“i oluşturduğunu ifade edebiliriz. Nemeth ve Hommels gibi araştırıcılar, Sümerlerin “Parlak” tanrısı “Dingir” ile Türklerin GökTanrı’sı arasındaki paralelliğe dikkati çekmektedir.Her ne kadar elimizde yazılı belgeler bulunmasa da Türklerin arasında Tanrı inancının çok daha gerilere uzanan varlığının izlerinden söz etmek de mümkündür. Nemeth ve Hommels gibi araştırıcılar, Sümerlerin “Parlak” tanrısı “Dingir” ile Türklerin GökTanrı’sı arasındaki paralelliğe dikkati çekmektedir. Asya’nın doğu ucundan OrtaAvrupa’nın içlerine kadar her yerde kendini gösteren bütün tarihî Türk topluluklarında hep Tanrı inancı merkezî bir yer almıştır. Menşei bilinmeyen Tanrı kelimesi çeşitli Türk topluluklarında, her bölgenin fonetik özelliklerine göre, Yakutlarda“tangara”, Kazan Türklerinde “teri”, Soyonlarda “ter”, Çuvaşlarda “tura” ya da “tora”, Moğollarda “tenggeri”1 gibi şekillere bürünmüşse de, yine de asli formunu muhafaza ederek, Türklerin kabul ettikleri bütün dinî sistemlerde yerini almıştır.2 Gerçi Türk din tarihi içerisinde, Türklerin Tanrı’yı ifade etmek için başka kavramlara da yer verdiğini, Idi, Iz, Ugan, Çalab, Bayat vb. terimleri kullandıklarını zikretmek mümkündür.3 Ancak bunların hiçbiri Tanrı sözcüğü ölçüsünde yaygın bir kullanıma erişmediği gibi, aynı şekilde onlar tarihî olarak da “Tanrı” kavramı kadar eski ve köklü kelimelermiş gibi görünmemektedirler. Örneğin, “Çalab” veya “Çeleb” terimi muhtemelen Nasturî Hıristiyanlığının etkisi altında Türk din literatürüne girmiş, bugün ise ancak bazı yer adlarında kalabilmiştir. Hunlar GökTanrı’ya inanıyor, onu daha sonra Kaşgarlı Mahmut’un ifade edeceği üzere, hem gök hem de Tanrı anlamını içeren “Tengri” kelimesi ile ifade ediyorlardı. Göktürkler de aynı anlamda Tengri kelimesini kullanıyorlardı. Ayrıca Tonyukuk Kitabesi’nde “Türk Tanrısı” kavramına yer veriyorlardı. 763’te Mani dinini kabul eden Uygurlar, Tanrı kelimesinin başına Kün, Ay ve Kün Ay kelimelerini ilave ederek Kün Tengri, Ay Tengri, Kün Ay Tengri kavramlarını oluşturmuşlardır. Her ne kadar, Kaşgarlı Mahmut, Kâfir Türklerin büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi kendilerine ulu görünen her şeye tengri dediklerini ifade ediyorsa da Türklerde Tanrı kelimesi yalnızca GökTanrı’yı ifade etmek için kullanılmıştır. Türkler yüce ve soyut bir Tanrı telakkisine erişmiş olmakla birlikte, başlangıçta onu yine de gökte düşünüyorlardı. Nitekim, Orhun Kitabelerinde “üze kök tengri” terkibinde Tanrı aynı zamanda gök manasını da muhafaza etmekteydi. Hattâ, Göktürk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde her şeyi hükmü altında tutan semanın, bozkırlı gözünde Tanrı kabul edilmiş olabileceği imkân dahilinde görülmüştür.4 Metinlerde GökTanrı, diğer kavimlerin semavi ilahlarında görülen ortak özelliklere uygun olarak, kudretli ve aşkın, Yüce Tanrı şeklinde kendini göstermektedir. Bu amaçla kitabelerde “semavi”, “yüce” ve “küçlü” (kudretli) terimleri yer alıyor. Ebedi anlamındaki “bengü” terimine ise ancak Moğol çağında rastlanıyor. Aynı şekilde “yaratıcı” sıfatıyla o, açık bir biçimde ancak Altay Türklerinde ve Yakutlarda görünüyor. Bu bakımdan Türk topluluklarının Tanrı telakkisinde, zaman içersinde, belli bir evrimin olduğu dikkat çekmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, bu gelişmelere rağmen, Türklerde Tanrı kavramı yine de orijinal strüktürünü muhafaza etmiştir. Türklerde GökTanrı en azından mefhum olarak yaratıcı ve Kadiri Mutlak Tanrı şeklinde telakki edilmektedir. Böyle olduğu içindir ki, Türklerde siyasi iktidar ve hâkimiyet menşeini Tanrı’dan almaktadır. Ezeli ve ebedi (bengü ve mengü) olan, Hakanlara kut ve güç veren, kozmik düzenin, toplumun organizasyonunun ve insanların kaderinin kendisine bağlı olduğu GökTanrı’nın tapınakları mevcut değildir. Aynı şekilde Eski Türkler tarafından onun resmi ve heykelleri yapılarak onlara tapınılmış da değildir. Eski Türk dinindeki Gök Tanrı inancı ile ilgili belirtilmesi gereken en önemli hususlardan biri de onun antropomorfik özellikler taşımamakta oluşudur. Bazı Türk destan ve hikayelerinde büyük olasılıkla dış etkilerle ve şüphesiz müteakip dönemlerde Tanrı’nın çocuklarından söz edilmekle birlikte bu durum en azından menşei formu itibariyle Türklerde GökTanrı inancı için geçerli olmayıp; Eliade‘ın da kuvvetle ifade ettiği üzere, Türk Tanrı anlayışında temelde, “kutsal evliliğe” (hierogamie) rastlanmamaktadır.5 Türkler, daha geleneksel Türk dini döneminde, evrensel ve semavi dinlerin tek Tanrı anlayışına yakın özelliklere sahip bir Tanrı anlayışına erişmiş bulunmaktadırlar. Eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varlıklarına hükmeden, cezalandıran ve mükafatlandıran bir “Ulu Varlık” telakkisi, ilkel dinler ve toplumlarda uluhiyet problemini araştıran W. Schmidt‘i, Türklerin daha Asya Hunları çağındamonoteizme doğru gelişmiş yüksek bir dine sahip oldukları kanaatine götürmüştür. Kendisine itaat edilmesi gereken ve koruyucu kudret olan GökTanrı, tamamen manevi bir kudret haline yükselmiştir. Özellikle üzerinde durulması gereken hususlardan birisi de, her ne kadar Göktürkler döneminde Tanrı’nın Türkleri koruması, hatta onları başka milletlerden üstün tutması, hakanların iktidarı ondan almaları sebebiyle, Tonyukuk Kitabesi‘nde “Türk Tanrısı” şeklinde bir ifade kullanılmakta ve bu nedenle de Türklerde GökTanrı sanki “ulusal bir Tanrı” imiş gibi görünmekte ise de gerçekte o, “kabile ilâhı” veya “milli bir ilah” hüviyetinden ziyade “evrensel Tanrı” olarak kendini göstermektedir. B. Yaygın Kutsal Dinler tarihi araştırmaları Neolitik Çağ‘dan itibaren kendini gösteren hâkim GökTanrıların zamanla daha dinamik, daha müşahhas ve insana daha yakın kudsiyetler veya “hierophanie“lerin belirmesine paralel olarak “deus otiosus” haline dönüşmelerinin evrensel bir olay olduğunu göstermektedir. Geleneksel Türk din tarihi içersinde GökTanrı da bu sürecin içerisindedir. Esasen süreç, dinler tarihi veya belli bir toplumun dini tarihi içerisinde, bir defaya mahsus olarak meydana gelen bir hadise şeklinde pek görünmemektedir. Öyle gözüküyor ki, değişen tarih ve sosyokültürel şartlar süreci her iki yönde yeniden işletebilmektedir. J. P. Roux, geleneksel Türk din tarihinde GökTanrı’nın dünyaya müdahaleden uzaklaşarak pasifleşmesini ve deus otiosus konumunu almasını, bu tarih içerisinde imparatorlukların kurulması ve dağılması olaylarına bağlı olarak tekerrür eden bir süreç olarak görmektedir. Her halükârda Yakutların GökTanrısı, büyük ölçüde bir deus otiosushüviyetine bürünmüştür. Gök Tanrı’nın, diğer dinlerin semavî ilâhlarının kaderine benzer şekilde Geleneksel Türk dinitarihi içerisinde deus otiosus durumunu alması, kutsallığın semadan daha aşağılara inerek yaygınlaşıp çoğalması, aynı zamanda Gök Tanrı’nın çeşitli etkilerle antropomorf telakkiler yönünde kişileştirilerek, başka isimler ve ilâhlarla birleştirilmesi sonucunu da doğurmuş bulunmaktadır. Örneğin; Altay Türklerinde Gök Tanrı, “büyük” ve “ulu” anlamında “Ülgen” veya “Ulu Zengin” mânasında “Bay Ülgen“e dönüşmüştür. Oğuzların Tanrı anlamında kullandıkları “Çelep” yahut “Çalap” ise Nasturî Hıristiyanlık’tan alınmıştır. Kuzeybatı Moğolistan’da yaşayan Soyotlarda tanrı, “Kayrakan“a, Yakutlarda Budist etkilerle şekillendiği anlaşılan “Ürüng Ayı Toyon“a dönüşmüştür. C. Tabiat Güçlerine İnanma Eberhard, Geleneksel Türk dinini, “Güneş ve Ay kültlerinden müteşekkil Türk Gök Dini” şeklinde tanımlamaktadır.6 Eski Türklerde, natürist inançlara, Orhun kitabelerinde “Yersub” şeklinde rastlanmaktadır. Yersular “ıduk” yani kutsaldır. Her ne kadar, Geleneksel Türk dininde natürist inançların Türklerin hayat şartları ile fonksiyonel bağlarını tam olarak tesbit etmek mümkün görünmüyorsa da, özellikle YerSular söz konusu olduğunda bu, kısmen kendini göstermektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, dağ, orman, ırmak, vs. ile ilgili Yer Su inançları Türklerde gelişmek suretiyle, özellikle imparatorluklar döneminde “vatan kültü”ne dönüşmüştür. Kağanların merkezi “ıduk Ötüken” ve Tamir suyunun kaynağı “Tamag ıduk baş” buna örnek teşkil etmektedir. Bununla birlikte, Türk din tarihinde YerSuların en önemli temsilcileri dağlardır. Gerçekte Türlerde “dağ kültü“, Gök Tanrı inancıyla ilgilidir. Orta Asya’da dağların adları mübarek, mukaddes, büyük ata, büyük hakan gibi anlamları içeren Han Tanrı, Buztağata, Iduk, Art, Kuttağ… gibi isimlerle anılmıştır. Eski Türklerde dağlara Han, Ata gibi isimler verilmiş olması, animist bir anlayışla onların kişileştirilmek suretiyle kutsallaştırıldıklarını da ifade etmektedir. Efsaneler, Eski Türklerde dağların, insanlar gibi konuşan, duyan, hattâ evlenip çolukçocuk sahibi olan ruhî varlıklar şeklinde tasavvur edilerek kutsallaştırıldıklarını bildirmektedirler.Efsaneler, Eski Türklerde dağların, insanlar gibi konuşan, duyan, hattâ evlenip çolukçocuk sahibi olan ruhî varlıklar şeklinde tasavvur edilerek kutsallaştırıldıklarını bildirmektedirler. Nitekim, etnografik araştırmalardan, Altay dağlarının Han addedildiklerini öğreniyoruz. Sagay gelinleri bu dağları “kayın babaları” olarak görüyor, onlara öyle sesleniyorlardı. Öte yandan, Eski Türklerde her reis ve oymağın kendine mahsus kutsal bir dağı olduğu gibi, daha büyük birliklerin de kutsal dağları bulunmaktaydı.7 Çinlilerin Tienşan dedikleri Tanrı Dağı, Hsioung-nularınen önemli kutsal yerlerinden biri olmuştur. Çok eski zamanlarda Wu-huanlar Kızıldağ denilen bir yeri kutsal bilmekteydiler. Tabgaçlarda her yıl hakan, atının üzerinde, sabaha karşı kutsal dağa döne döne tırmanıyor ve orada Gök Tanrı’ya kurban sunuyordu. Çin kaynakları, Göktürklerin Ötüken’den başka kutsal bildikleri Ötüken’in 250 km batısında yer alan Bodin İnliadlı bir dağın bulunduğunu da haber vermektedir. Cüveynî‘nin naklettiği bir efsane Uygurların saadet ve bolluk sağlayan ve kendisine Kuttag denilen bir dağın bulunduğunu göstermektedir. Diğer taraftan Türkler, kutsal dağ inanışını göç ettikleri diğer ülkelere, bu arada Anadolu’ya da taşımışlar ve hattâ bu inançlar Müslüman Türklerin arasında da yaşamaya devam etmiştir. Bunun en kayda değer örneğini Anadolu’da Alevî Türklerin Kazdağı’na atfettikleri kutsiyet oluşturmaktadır. Geleneksel Türk dini içerisinde, tabiat kuvvetlerine inanç çerçevesinde dağ kültünün yanı sıra “orman ve ağaç kültü” de önemli bir yer tutmaktadır. Gerçekte orman kültünün, ormanda yaşayan ve yiyecek derleyip avcılık yaparak geçinen ilkel topluluklara mahsus olduğu; Türklerin de göçebe çoban hayatına oradan geçtikleri öne sürülmüştür. Bazıları bu görüşe karşı çıkmakta, Türklerde temelinde bozkır kültürünün hakim olduğunu düşünmektedirler. Herhalükârda Türklerde Kutsal Ötüken Dağı ormanla kaplıdır ve “Ötüken Yış” (Ötüken Ormanı), Göktürkler ve Uygurlarca kutsal bilinmektedir. Türkler, öteden beri ateşe saygı gösteriyor, onda kutsal ve temizleyici bir güç görüyorlardı. Altaylılar ve Yakutlar ateşteki bu kutsal ve temizleyici güç ya da ruha “ot izi” adını vermektedirler. Ateş yoluyla temizlenmenin ve böylece ateşe kutsal ve temizleyici bir anlam ve önem atfetme uygulamasının tipik bir örneğini de, yine Türkler arasında oldukça yaygın olan, hastalıkları, evleri, ölüleri “tütsüleme” uygulamasında görmekteyiz. Türklerde ateş ayrıca kehanet aracı olarak da kullanılmıştır. Öte yandan Türklerde ateş kültünün, “aile ocağı kültü” ile yakından ilgili oluşu da dikkate değerdir. Aile ocağı kültü ise, çok büyük bir ihtimalle, “atalar kültü” ile ilgilidir. YerSu terimi, ağaç, ateş ve suyun yanı sıra toprağın ve aynı kategoriye dahil olmak üzere bir kısım taşlar ve kayaların da Geleneksel Türk dini içerisinde kutsal bir anlam ve öneme sahip olduklarını ifade etmektedir. Orhun Kitabeleri’nde “mavi gök” ile “yağız yer” iki ana kozmik alan oluşturmakta ve onlar birbirlerini tamamlamaktadırlar. Öte yandan GökTanrı inancı dolayısıyla göğün bir anlamda kutsallık kazanmasının yanı sıra ıduk YerSub terimi de, Eski Türklerin yere de bir tür kutsallık atfettiklerini göstermektedir. Türkler ıduk olan yerlerin birer “izi”sinin bulunduğuna inanmışlardır. Ayrıca bazı kitabelerde, YerSu terimini zikretmeksizin, sadece “ıduk yer”den söz edildiği de görülmektedir. Iduk sayılan yerler, Türkler tarafından korumaya alınmış; bu yerlerin ağacını ve ormanını kesmek, oralarda avlanmak yasaklanmıştır. D. Atalar Kültü Ölmüş ataları ta’zim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve âdeti, Geleneksel Türk dini tarihinin en önemli unsurlarından birini oluşturmaktadır. Atalar kültü veya manizmözellikle patriarkal aile tipinin hakim olduğu toplumlarda görülen bir dinî olaydır. Buna göre, ölen ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği inancı, onlara karşı duyulan minnet hissi, atalar kültünün temelini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, atalar kültünde ölen her atanın ruhu ve dolayısıyla da mezarı kült konusu olmamakta, yalnızca saygıdeğer olanlar buna erişmektedirler. Bu anlamda “ölüler kültü” ile atalar kültünü de birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. Atalar kültü ile ilgili olarak, Türklerde ataların tasvirlerinin yapılıp saklandığına dair kayıtlar mevcuttur. Gerçekten de, Orta Asya Türkleriarasında görülen ve bazıları keçeden, paçavradan, kayın ağacı kabuğundan, bazıları da hayvan derilerinden yapılan sembollere Altaylılar “töz” Yakutlar “tangara” diyorlardı. Bunlar duvarlara asılır veya torbalarda saklanır, önemli bir yolculuğa veya ava çıkılırken üzerlerine saçı saçılır, ağızlarına yağ sürülürdü. Moğolların “ongon” adını verdikleri tös veya töz kelimesi anlam itibariyle “asıl, menşe, kök” demek, olup, Uygur ve Hakaniye lehçelerinde de kelime aynı anlamı ifade etmektedir. Bu sembollere tös veya töz denmesi ise, onların ataların ruhunun hatırası olarak yapıldığını göstermektedir. Altaylı Türklerin bunlar hakkında “bu babamın tözü“, “şu anamın tözü“, gibi ifadelere yer verdikleri bilinmektedir. Ayrıca büyük ve ünlü kamların ruhlarına izafe edilen tözler de mevcuttur. Çin kaynakları, Göktürklerdeki benzeri uygulamaları “tanrıların tasvirleri” şeklinde bildirdikleri gibi, bir kısım araştırmacılar da tözlerin putfetişler olduklarını ifade etmişlerse de, XIII. yüzyılda Budist Uygurların tapınağında rastlanan tözler hakkında rahip Rubruk‘un verdiği bilgi, yabancıların değerlendirmelerinin aksine, Uygurların onları tanrılarının tasvirleri olarak değil, fakat ölen yakınlarını temsilen ve onların anısına yaptıklarını ve tapınaklarda sakladıklarını göstermektedir. Ebu’lGazî Bahadır Han‘ın, tözlerle ilgili olarak, “bir kimsenin yakını öldüğünde onun suretini (kugurcak) yapar ve evinde saklardı” şeklindeki ifadesi de tözlerin ölen yakınları veya ataları temsil ettiğini göstermektedir. Ongon ya da töz veya töslerle ilgili olarak, kayda değer hususlardan biri de, gerek Moğollarda, gerekse Türklerde bunların genellikle tavşan, ayı, kartal, sincap. gibi zoomorf şekiller altında tasavvur edilmiş olmaları, bunlara karşılık olan “tilik”, “kozan”, “aba”, “bürküt”, “tiyin” gibi isimlerle anılmakta oluşlarıdır. Zaten genellikle Geleneksel Türk dininde ruhun tasavvuru konusunda zoomorfizm yaygın bir karakteristik olarak dikkati çekmektedir. Kayda değer olan hususlardan biri de Türklerde aynı anlamdaki “aba“, yahut “apa” aynı zamanda baba, ata anlamlarını da içermektedir. Buna rağmen XI. yüzyılda Kıpçaklar ve Altay Türkleri ona “aba”, Yakutlar ise “ese”, “ebe”, “ebüge” demişlerdir ki, bunların hepsi “ata” anlamındadır. Bu husus, atalar kültü ile yakından ilişkilidir. Geleneksel Türk dininde hayvanlara verilen önem, zamanında, yıldızlarla ilgili tasavvurlara bağlı olarak, hayvanlarla temsil edilmeleri suretiyle, 12 Hayvanlı Türk Takvimi‘nin oluşumuna imkân vermiştir. Bu hayvanlar sıçan (fare), ud (inek), pars, tavuşgan (tavşan), it (köpek) ve tonguz (domuz)dur.8 Türklerde atalar kültü problemi bizi tözler konusunda menşe efsanesine götürmekte; nitekim araştırmacılar, özellikleGumilev, Türklerde atalar kültünün en büyük delili olarak Bozkurt‘a duyulan saygıyı göstermekte; hattâ bütün Türk hükümdarlarının kendilerini Aşine=Asenasoyuna bağlamak istemelerini bunun en büyük delili olarak görmektedir.9 Göktürkler, kurt menşe efsanesine bağlı olarak, büyük dinî merasimlerini, demircilikte uğraştıkları Altay dağlarının bir vadisinde, beylerin ve asillerin iştiraki ile yapılıyorlardı. E. Kozmoloji Geleneksel Türk dininde evreni ve hayatı algılayış biçimleri dinî inançlar üzerine temellenmiş bulunmaktadır. Gerçi bu anlayış ve algılayışlar zaman içerisinde gelişme ve değişmelere de uğramıştır. Hatta yabancı etkilerin özellikle modern dönemde onu adetâ senkretik bir hüviyete büründürdüğü de ifade edilebilir. Bununla birlikte, birçok arkaik unsurların orada arketipler halinde hayatiyetlerini devam ettirdiklerini de belirtmek gerekir. Hatta, temelde Geleneksel Türk dini, GökTanrı inancı, YerSular ve Atalar kültü ile evrensel bir sistem olma eğiliminde olduğundan, Türklerin evreni temel anlayış biçimi de “Üniversalizm” veya “Üniversizm” şeklinde adlandırılmış bulunmaktadır. Bazıları, yer ile gök arasındaki iki ilkeli bu ilişkiyi dikotomik bir biçimde görmek istemişler, bu bakımdan da evren anlayışını “dikotomik üniversalizm” şeklinde adlandırmışlardır. Türklerdeki bu iki katlı dikotomik üniversalist kozmoloji anlayışının, belli bir dönemden itibaren üç tabakalı bir tasavvura dönüştüğü görülmektedir. Böylece, gök ve yer katlarına bir de yer altı eklenmiştir. Orijinalinde bulunmayan bu tabakanın, X. yüzyıldan sonra net olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Yer altı kötülükler ülkesi ve cehennem olarak düşünüldüğüne göre, Türk dünyasında kozmolojinin bu gelişim ve değişmesinin, orada dinî kavramların gelişmesi hadisesi ile ilişkisi olduğu görülmektedir. F. Kozmogoni Türk kozmolojisi gibi. Türk kozmogonisi de yabancı kültürel etkileri yansıtmaktadır. Bununla birlikte, tamamen deist bir anlayış esasında şekillenmiş olan Orhon Kitabelerinde üze kök tenri asra yagız yir kılındıkda ekin ara kişi oglı kılındığından söz edilmekte, bu da ilk kozmogonik esasları göstermektedir. Türk mitolojisinde yaratılışla ilgili efsaneler daha geç döneme aittir. Üstelik bunlarda yaratma düşüncesi açık şekilde kendini göstermez. Türk düşüncesine yoktan var etme kavramı Sami dinlerinden gelmiştir. 10 Efsanelerde Tanrı’nın yaratıcılığı yoktan var etme şeklinde değil, mevcut maddeye şekil vermekten ibarettir. Yaratılışta suya dalış motifi de önemli bir unsur olarak gözükmektedir. G. Dünyanın Sonu Eski Türkler kıyamet meselesine kozmogoni hususundan daha az ilgi duymuşlardır. Kitabelerde ise dünyanın sonu ile ilgili net bilgiler mevcut değildir. Öyle gözüküyor ki, kıyamet anlayışıBudizm, Hıristiyanlık ve İslâmiyet etkisi ile oluşmuştur. Rus araştırmacılar da bu inanışın bir senkretizm olduğu kanaatindedirler. Altaylılar kıyamet gününe “Kalgançı çak“, diğer Türk toplulukları ise “Uluğ kün” adını vermişlerdir. H. İbadet Tarihi kaynaklar Hunların her yıl mevsim değişiklikleri ili ilgili bir bayram kutladıklarından, Çin kaynakları da Göktürkler de “Fuyunse” adı verilen ibadethanelerin varlığından söz etmektedirler. Burada ayrıca Türk çadırının da Türklerde ibadet mekanı olduğunu söylemek gerekmektedir. Geleneksel Türk dininde sistemli olarak yapılan ferdi ibadetler bulunmasa da, yine de duaların ferdi yapıldığını ifade etmek gerekir. Ibadet türü açısından baktığımızda ise, geleneksel Türk dininde “saçı” ile “yalama” adı altında ağaçlara bağlanan çaputlardan söz etmek lazımdır. Birer kansız kurban olan bu saçlar, Anadolu Türkçesinde yer alan “Darısı başınıza” temennisi ile günümüze kadar ulaşmıştır. Türklerde en eski ve köklü ibadet kanlı hayvan kurbanıdır. Kurban için kullanılan “Kergek, kereh, kudayı, allahlık, itık, ıyık, ızık, yağış tapığ” kelimeleri kanlı kurban ibadetinin önem ve yaygınlığını göstermektedir. Dede Korkut hikayelerinde Oğuzların “Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestikleri” ifade edilirken, Kazak-Kırgızlar kurban olarak “Ak boz kısrak“ı tercih etmektedirler. Proto Bulgarlarda ise köpek kurbanı mevcuttur.11 Türklerde kurban öncelikle GökTanrı’ya sunulmuştur. Ancak bazı kutsiyetlere de kurban sunulduğu görülmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, V. Barthold, P. Roux, Makdisi, Cüveyni, Mes’udi vb. birçok araştırmacı ise, bunların dışında Türklerde insan kurbanından da bahsetmişlerdir.12 Ancak bu durum oldukça bulanık rivayet ve yorumlara dayanmaktadır. Aslında insan kurbanı dinler tarihi içerisinde ziraat kültürü ile ilgili bulunmaktadır. Bu nedenle W. Eberhard, bozkır kültürüne dayalı Türk toplulukları için insan kurbanı iddiasını kesinlikle reddetmektedir.13 I. Kamlar ve Şamanlar Şaman, dinî mistik sihrî bir otorite tipini temsil etmektedir.Geleneksel Türk dininde kamlar önemli bir yer tutmaktadır. Türkler tarafından “kam” adı verilen bu otorite tipini, Tunguzların dilinden alınmış olmakla birlikte, menşei konusunda çeşitli tartışmaların yer aldığı ve çok daha geniş bir kullanıma ulaşmış bulunan bir kelime ile “şaman” adı verilmektedir. Şaman, dinî mistik sihrî bir otorite tipini temsil etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, deus otiosus konumunu almış bir GökTanrı, ikinci dereceden ve bazen onunla rekabette imiş gibi görülen kutsiyetler, beşerî ruhun kararsızlığı, kötü ruhların neden oldukları hastalıklar ve ölüm, öteki hayatta ruhun kaderi meselesi, sosyal hayatın çeşitli problem ve sıkıntıları, önceleri iki, daha sonra üç bölgeli ve çok katlı evren anlayışı bunların arasında bağlantının sağlanması meselesi gibi birçok hususlar, kamları/şamanları Geleneksel Türk dini içerisinde önemli bir konuma getirmiştir. İşte bu sebeple bazıları Geleneksel Türk dinine“Şamanizm” adını vermişlerdir. Gerçekte “Şamanizm” arkaik bir dinisihrîmistik olaydır. Ona Paleolitik Çağ‘dan bu yana rastlanmaktadır. Bununla birlikte Şamanizme, kelimenin öz anlamı ile bir din demek mümkün değildir. Zira o, arkaik dönemlarden itibaren karşımıza ekstazik ve terapötik yöntemler toplamı olarak çıkmakta ve gayesi, insanlarınkine parelel, ancak görülmez ruhlar alemi ile temasın ve insanların işlerinin gidişatına ruhların desteğinin sağlanması olarak görülmektedir.14 Üstelik bu şekliyle olay, evrensel boyutlara da sahiptir ve onda İran, Mezopotamya, Budizm ve Lamaizm’in izlerini açık bir biçimde görmek mümkündür. Belki de bu etkilerin, çoğu zaman Orta ve Kuzey Asya bölgesinde oluşmuş olması, Şamanizm’e özellikle oraya özgü bir dini fenomenmiş intibaını kazandırmıştır. Ancak yine de Şamanizm’i çeşitli dinler ve kültürlerden gelen tesirlerin karmaşık bir biçimde örülmesinden oluşan bir tasavvurlar ve uygulamalar kaosu yahut haritası olarak kabul etmenin uygun olacağı kanısındayız. Böyle olunca kamları ya da bir asırdan fazla bir zamandır yaygın bir terim haline gelmiş olan şekliyle şamanları özellikle Geleneksel Türk dinine mahsus bir otorite tipiymiş gibi algılamak hatalıdır. Her ne olursa olsun kamlar, Geleneksel Türk dini içersinde belli bir yer elde etmişlerdir. Bununla birlikte onların faaliyetleri, statüleri ve fonksiyonları sınırlıdır. Bu bakımdan da onları eski Türklerin dini tecrübelerini kuşatan tipler şeklinde algılamak hatalı olur. Nitekim Eliade, GökTanrı söz konusu olduğunda şamanların rolünün çok sınırlı kaldığına dikkati çekmektedir.15 G.Nemeth‘in araştırmaları, Türklerde “kam” sözcüğünün en azından miladi beşinci yüzyıldan itibaren mevcut bulunduğunu göstermiştir. Avrupa Hunlarının tarihte “atakam” ve “eşkam” adlarında iki şefinden söz edilmektedir. Ancak bunlarının fonksiyonları hakkında herhangi bir bilgi mevcut değildir. 800 yıllık bir ağacın altında ayinini gerçekleştiren Tuva şamanı. David Baxendale Tabgaçlarda da “wu” denilen büyücülerden söz ediliyor. De Guignes, Hunların kâhinlerinden söz etmiştir. Uygurlarda “kam” daha çok büyücü şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Tunguzlarda da “şaman” büyücü anlamına gelmektedir. Göktürk Yazıtlarında kamların bahsi hiç geçmemektedir. Çin kaynaklarından Suyşu‘da (VII. yüzyılın ilk yarısı) Türklerin “Hu” adı verilen sihirbazlardan söz edilmektedir. Xl. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut‘un Divanı’nda “kam” kelimesi “kahin” şeklinde tanımlanmaktadır. Aynı yüzyılda Yusuf Has Hacip‘in Kutadgu Bilig’inde onlar “otacılar” (tabipler) ile eş değer görülmektedir. Tanglara ait Çin yıllıkları, IX. yüzyılda Kırgızların “gan”adını verdikleri ve Çince “wu” denilen bir otorite tipinden söz ediliyor ki, bunun kam olması çok muhtemeldir.16 Nitekim XI. yüzyılda Kırgızlarda kamların varlığından söz edilmektedir. Altaylı Türklerde kam kelimesi mevcuttur. Anlaşılan bu kelime Türklerde yaygın bir kullanıma sahiptir. Bununla birlikte Yakutlar, Kırgızlar, Özbekler Kazaklar ve Moğollarbunları ifade için farklı kelimeler kullanmışlardır. Yakutlar erkek ve kadın şamanlar arasında ayırım yapmakta ve birincisine “oyun” ikincisine de “udagan” demektedirler. Şaman davulu Kırgızlarda bu “bahsı” ve Kazaklarda da “bakşı” şeklinde geçmekte olup, kelime aslında Budistmenşelidir. Aynı şekilde Yakutların “oyun”sözcüğü de böyle bir menşei çağrıştırmaktadır. Bin yıllarına doğru Batı Türklerinde kamlar belirgin bir fonksiyona sahip otoriteler olarak yerlerini almışlardır. Özellikle Uygurlarda Şamanizm’in çok geliştiği, hatta Moğollara da onlardan geçtiği, Cüveyni ve Bar Hebraus tarafından öne sürülmüştür. Ancak bu iddia pek tutarlı görünmemekte ve anlaşılan Moğollarda olay oldukça köklü bir varlığa sahip bulunmaktadır.17 Moğol hakimiyeti döneminde şamanizmle ilgili inanç ve uygulamaların çok güç kazandığı anlaşılmaktadır. Orta Çağ’ın Avrupalı seyyahları da bundan söz etmişlerdir. Bununla birlikte XIX. yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra Rus arkeoloji ve etnoloji bilginlerinin; Radlof, Şeroşevsky, Verbitski ve Anohin gibi araştırıcıların çalışmaları sonucundadır ki, başta Altay ve Yakut Türkleri hakkındakiler olmak üzere, bu konudaki bilgiler oldukça artmıştır. Öyle gözüküyor ki, özellikle Moğollar dönemi Geleneksel Türk din tarihi bakımından bu konuda oldukça etkili olmuş. Şamanizm’in sistemleşmesi de asıl bu dönemde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, Orta ve Kuzey Asya topluluklarının dinîsihrî hayatında önemli bir yere sahip olan şamanları veya kamları, çeşitli dinlerde rastlanan ve “rahip” denilen din adamları türünden bir otorite tipi sanmak hatalıdır. Aynı şekilde kamlar, Afrika ve Avustralya dinlerinde rastlanan ve “büyücü” denilen tipten de farklıdırlar. Zira onları gaipten veya gelecekten haber veren alelâde “kahinler” veya örneklerine birçok kültürlerde rastlanan “halk hekimleri” ile özdeşleştirmek de hatalıdır. Çünkü kamlar gerek Türklerde ve gerekse de öteki birçok toplumlarda yer almış bulundukları şekil altında her şeyden önce bir “vecd ve istiğrak” teknisyeni olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu nedenle Eliade, bir sistem olarak Şamanizm’in arkaik bir vecd tekniğinden ibaret olduğu kanaatine varmış, bunu konuyla ilgili geniş incelemesine başlık yapmıştır.18 Buna göre şaman, her şeyden önce kendi özel usulleri sayesinde vecd hali içinde ruhunun göklere yükseldiğini, yer altına indiğini ve oralarda dolaştığını hisseden bir “trans” ustasıdır. Kamların, Tanrı veya tanrılar ile insanlar ve ruhlar arasında aracılık yapma kabiliyetine sahip olduğuna inanılmaktadır. Kamlar ölümlerinden sonra ailenin ve kabilenin koruyucuları sayılmışlardır. Ancak onlar, toplumsal hayatın ve hatta toplumun dinî yaşayışının tamamına hiçbir şekilde hâkim olamamışlardır. Zira, Orta Asya’da kamların dışında büyücü, kâhin ve halk hekimi gibi tiplerin varlığı da bilinmektedir. Onlar birçok durumlarda kamlarla birbirlerine karıştırılmışlardır. Uygurlarda, Bulgarlarda, Moğollarda, İskitlerde, Hunlarda kamların dışında büyücüler, kâhinler ve hekimler olmuştur. Özellikle Uygurlar ve Moğollarda sihrin ve kehânetin oldukça gelişmiş ve yaygın olduğu görülmektedir. Moğollar dönemine ait Irk Bitig adlı falcılık kitabı ve Moğolların Gizli Tarihi bu konularda geniş bilgi vermektedir. Herkes kam olamaz. Bu teknik kendi kendine öğrenmekle de elde edilmez. Bunun yollarından birisi irsiyettir. Yani, belli başlı bir kamın neslinden gelmek gerekir. Bir başka yöntem, kam olmaya doğal istidattır. Türklerde kamların kendilerine özgü bir otorite tipi olduğuna önemle işaret etmeliyiz. Örneğin, Altaylardakurban kesme görevi kamlara ait değildir. Ölüm ve evlenme törenlerinde de onlar ancak kısırlık, güç doğum gibi sıkıntı hallerinde müdahale edebilirler. Ava çıkmadan önce, bereketli bir av olması için kamların duasına başvuruluyordu. Sürülerin aç kurtlardan korunması için de kamlara müracaat edilmekteydi. Buna karşılık olayların normal cereyanı içinde GökTanrı veyahut öteki kutsiyetlere yapılan ibadetlerde, dinî merasimlerde kamların yeri yoktur. Hastalık ve ölüm gibi hallerde ise onlar uzman kabul edilirler. Bu bakımdan kamlar gerçek birer “psychopompe” durlar. Onların en başta gelen fonksiyonu hastalıkları iyileştirmede kendini göstermektedir. Herkes kam olamaz. Bu teknik kendi kendine öğrenmekle de elde edilmez. Bunun yollarından birisi irsiyettir.Yani, belli başlı bir kamın neslinden gelmek gerekir. Bir başka yöntem, kam olmaya doğal istidattır. Kamlık mesleğine eğilim ve istidat çoğu zaman garip davranışlarla kendini belli eder. Dalgınlık, hayal görme, inziva eğilimi, söyleme, vb. davranışlar bunun belirtilerinden sayılırlar. Ayrıca, asabiyet, zaman zaman bayılma, sara nöbetlerine benzer ve ağızdan köpük gelmesi gibi kendini gösteren patolojik haller, ağaç kabuklarıyla beslenme, kendini ateşe veya suya atma, bıçakla kendini yaralama gibi davranışlar da kamlık eğilimi ve kabiliyetinin belirtileri sayılmaktadır. Veraset yoluyla kamlığa seçilenlerin, ata şamanın ruhu tarafından rahatsız edildiği tasavvur edilir. Bu bakımdan onlarda da yukarıda sayılanlara benzer davranışlar gözlenebilir. Aslında mistik eğilim ekseriya adayda bir kriz doğurur ve bunun bir giriş ve hazırlık rolü oynadığı kabul edilir. Bu durumda olan aday, “kamlığa giriş ve hazırlık hastalığı”na yakalanmış demektir. Bu rahatsızlık farazî bir “ölüm” ve “yeniden diriliş” tasavvurunu da beraberinde getirmektedir. Böylece alelâde insanın beşer üstü bir güçle donandığına inanılır. Kamlığa giriş esnasında öldüğü farz olunan adayın yer altı dünyasında cehenneme götürüldüğü, orada bütün vücudunun parçalara ayrılarak kötü ruhlardan temizlendiği ve sonra yeniden bir araya getirildiği; daha sonra kendine bir üstad aradığı, onun rehberliğinde bir dağa tırmandığı, birlikte göğün katlarında yükseldikleri ve orada kutsiyet kazandığı tasavvur edilmektedir. Daha doğrusu giriş âyinini müteakip cezbeye girebildiği, yer altı ve göğe yükseldiği farz olunan kamların, giriş esnasında bunun tecrübesinden geçmiş olduğuna inanılmaktadır. Böylece her kama özel bir ruh verildiği tasavvur olunmaktadır. Kama asıl gücünü veren de bu kutsal ruhtur. Dikkate değer hususlardan biri de kamların genellikle erkek oluşlarıdır. Bununla birlikte kadın kamlardan da söz edilmektedir. Hattâ bir rivayet Tobalarda kadın şamanlardan söz etmektedir. Cücenler için de benzeri rivayetler mevcuttur. Altay şamanlığında kamlar “ak” ve “kara” şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Şamanizm içerisinde böylesine bir ayırımın geç dönemlerde, hattâ özellikle XVII. yüzyıldan itibaren ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bir görüşe göre bu ikili ayırım İran etkisinden kaynaklanmış olup19 ikinci derecede bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Ak kamların yalnızca göğe, iyi ve aydınlık ruhlar şerefine kansız kurban âyin ve törenleri düzenledikleri; buna karşılık kara şamanların kötü ve karanlık tanrılarına, cehennem ilâhı Erlik‘e âyinler düzenledikleri görülmektedir. Kadınların yalnızca kara şaman olabilecekleri düşünülmektedir. Kamlık, demircilik san’at ve ateşle de ilişkili görmektedir.20 Kamlar, özel bir kıyafet ile de toplumda ayırt edilmektedirler. Her kamın kendine mahsus özel bir cübbesi, külâhı, davulu ve maskesi mevcuttur. Cübbe ve davulun vasıfları ve biçiminin, kamın hizmetinde bulunduğu ruh tarafından bildirildiğine inanılmaktadır. Altaylılarda davulun yerine tef mevcuttur. Gerek cübbe, gerek külâh ve gerekse de davulun üzerinde özel süsler, daha doğrusu semboller mevcuttur. Bunlar; güneş, ay, yıldız, gök kuşağı, dünya ağacı gibi sembollerdir. Onların hepsi kamların ekstaz halindeki iniş ve yükselişleri ile katlı kozmik anlayışı simgeler görünmektedir. Çin kaynakları, özellikle davulun şaman âyinlerinde çok eskiden beri kullanıldığını haber vermektedir. Şaman âyininde göğe yükselişin bir de yer altına yani cehenneme iniş şeklindeki karşılığı mevcuttur. Anlaşılan bu durum yükselişe göre daha güç ve karmaşıktır. “İniş”, düşey veya yataydüşey olabilmektedir. Birinci durumda kam, sanki yedi basamaklı bir merdivenden yer altı katlarına iniyormuş farz olunmaktadır. Her basamakta yahut yerin altının her bir katında engellerle karşılaşmakta, onları aşmak için çeşitli yollara başvurmaktadır. Nihayet yedinci kata ulaşan şaman orada cehennem dünyanın hakimi olan Erlik Han’a yakarmakta; bu arada Bay Ülgen’i de anmakta ve sonuçta geri dönmektedir. Kamların trans halinde gerek göğe yükselişleri, gerekse de yer altına inişlerinin başta Altay ve Yakut kültürleri olmak üzere, Geleneksel Türk topluluklarının hayatında önemli bir yerinin olduğu anlaşılmaktadır. Sürüler ve ürünün rekoltesi hakkında bilgiler, ölen ve yer altına gidemeyen ruhların oraya ulaştırılması, hastanın ruhunun tutsaklıktan kurtarılarak sahibine iadesi, bu yolculuğun ana amaçlarını oluşturmaktadır. Bu amaçlarla hemen daima aynı senaryo uygulanmakta; ancak toplum ve kültürlere göre olaylar çeşitlenmekte; her halde kamlar bu toplumların psişik bütünlüğünün korunmasında esaslı bir rol üstlenmiş görünmektedirler. Onlar kötü ruhlarla mücadelenin şampiyonları olarak görünmekte; hastalıklar, kötü ruhlar ve kara büyü onların uzmanlık alanına girmektedir. Genel olarak denebilir ki kamlar, hayatı, sağlığı, verimliliği ve aydınlığı, ölüme, hastalıklara, kısırlığa, kötü ruhlara karşı savunmakta; görünmez âlemin kötülüklere eğilimli sakinlerine karşı insanların arasından, onlarla ve daha genel olarak ruhlar âlemi veya kutsal âlemle, Tanrı ile teması sağlayabilen ve gerektiğinde de onlara yardımlar sağlayan veya en azından haber getiren, kendi içlerinden ancak olağanüstü bir otorite tipi olarak kamlar bu toplumların manevî hayatında imtiyazlı bir mevkiye erişmiş bulunmaktadırlar. Bu bakımdan, bu toplumlarda ölümle, Öte Dünyaile, görünmez âlemle ilgili mitolojinin gelişmesinde, ahiret ve ölümden sonraki hayatla ilgili tasavvurlar ve inanışların şekillenmesinde kamların ekstazik seyahatlerinin ve bu konuda onların naklettiklerinin önemli rolleri olmuştur. Türk dininin zenginleşip renklenmesinde Şamanizmönemli bir rol oynamıştır. 2.Türkler Arasında Yayılan Dinler (Devam etmek için tıklayın) 2. Türkler Arasında Yayılan Dinler Tarih öncesi çağlardan beri, Türk kültürü ve dini, özellikle güneyden ve batıdan gelen etkilere maruz kalmıştır. Bu durumu Rus tarihçi Lev Nikolayeviç Gumilev öz olarak şöyle açıklamaktadır. Roma’da sonuncu soylu, Isetek Boetius‘un “Hikmetle Teselli” eserini okuyordu. İstanbul‘da kuruyup heykele dönmüş Suriyezahitleri ciddi görünüşlü Yunan papazları ile İznik konsiline, Kadıköy ilavesi hakkında münakaşa ediyorlardı. Stesifonda artık hem Hürmüz’e hem de Ehrimen‘e inanışlarını yitirmiş. İran seçkinleri, hükümdar ile imamların ittifakını uzun mızraklarıyla sağlıyorlardı. Sogd‘da dehganlarının kalelerinde nefsin öldürülmesini telkin eden Mağların, azap verdikleri peygamberleri Manimethini göklere yükselten solgun benizli dünyevi din tebliğcileri geziyorlardı. Çin’de başları temiz bir biçimde traş edilmiş Buda dinimensupları, Buda rahipleri, Konfuçyüs dinini tebliğ eden tebliğcilerin itirazlarına olduğu kadar, onların davranış ve idare sanatı hakkında parlak ipek kumaş üzerine mürekkepli divit ile yazılmış hikmetli sözlerine aldırmadan imparatoriçeye dünyanın faniliği ve geçiciliği hakkında telkinde bulunuyorlardı. Kervan yolu Ak Deniz’den Sarı Denize kadar uzanıyordu. İpek ve ıtriyatla birlikte bu yolda idealar, fikir ve düşünce, öğreti sistemleri de dağlar ve ovalardan geçerek başka ülkelere ulaşıyordu. Bu toprakların sahipleri olan Türkler bütün bu ülkelerin vaizlerinin dediklerini işitmeyebilirler mi idi? Onların Sarı Irmağın sahillerinden çıkmış olan ecdadları medenileşmiş Çin‘i, çiçeklenen Sogd ülkesini, mukaddes Turfan‘ı didip parçalayan savaşlardan habersiz kalabilirler mi idi? Diğer taraftan Sibirya’da her zaman sıcak kanlı ve hakimiyet altına çabuk düşen çoban dövüşçülere tesir eden büyük, sakin ve sessiz Sibirya uzanıyordu. İşte bütün bu âmilleri dikkate almadan eski Türklerin dünya görüşü, onun gelişme sürecinde uğradığı değişiklikleri anlamak mümkün değildir.21 Gumilev’in de belirttiği gibi, Orta Asya Türk topluluklarının dinî kültürleri üzerinde Mezopotamya, İran, Çin, Hint, Tibet Lamaizmi, Nasturî Hıristiyanlığı, Mani Dini, Müslümanlık ve Ortodoks Hıristiyanlığın etkisi söz konusudur. Bunları sırasıyla ele alalım. A. Budizm M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm, Hindistan’ın dışında M.Ö. III. yüzyılda yayılmaya başlamış; Baktriya ve Gandhara’da mekan tutmuş; sonra Orta Asya’ya, Çin’e, 372’den sonra Kore’ye uzanmış; Tibet’e yerleşmesi ancak VIII. yüzyılda olmuştur. Bir kısım bilginlerin aykırı görüşüne rağmen, Köprülü’nün Türk asıllı olduklarını ve Sakalara karıştıklarını bildirdiği Yüeçiler,22 M.S. I. yüzyılın ortalarında Sind ve Pencap’ı sonra da bütün Kuzey Hindistan’ı ele geçirerek Kuşan hanedanını tesis etmişlerdir. Bunlar, İç Asya’da ve hattâ Çin’de Budizm’in yayıcıları olmuşlardır. Kuşan Kralı, I. Kanışka döneminde (M.S. II. yüzyılın başlarında) Budizm, Gandhara ve Baktriya’dan Harizm ve Soğdiyana’ya geçmiştir. Ancak Batı Türkistan’da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani Dini karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan’ın yerleşik çevrelerinde kendine daha uygun muhitler elde etmiş; Budist külliyeler Çin’e doğru uzanan kervan yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden yol boyunca ise Tumşuk ve Kuça şehirlerinde , IIIIV. yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlayan, “Vihara” (Türkçe “Vihar”) denilen Budist manastırlarında “Toyin” denilen Budist rahipler, bu dinin propagandalarını yapmışlardır.23 Buhara şehri aslında adını bu manastırlardan almakta ve anlaşılan özellikle Göktürkler zamanında orada bir çok Budist manastırı bulunmaktadır. Türkler, Buda heykellerine “Burkan” ve tapınaklarına da “Burkan evi” demektedirler. Anlaşılan bu da, Vihara’dan gelmektedir.24 Türklerin arasında Budizmin daha çok Mahayana kolu (= Ulug kölüngü) ile Lamanizm yayılmıştır. Ancak Hinayana kolunun da faaliyetleri görülmüştür. Daha çok ferdî bir kurtuluş felsefesi şeklinde anlaşılan Hinayana’dan farklı olarak Mahayana Budizm’i, Türk kozmolojisinin esasını oluşturan Üniversalizmin etkilerini güçlü şekilde barındıran bir toplum dini olmak eğilimindedir. Üniversalizmin merkeziyetçi kâinat telakkîsinin etkisiyle Mahayana mezhebi, dünya hükümdarının dünyanın merkezindeki yerine Budizm’deki tarihî Burkan Sakyamuni’nin şahsiyetini yerleştirmiştir. Böylece Budist azizler hükümdarlar mertebesine yükseltilmiş ve Budistlerin murakabe için oturuş tarzları, İç Asya’da Türk hükümdarlarının bağdaş kurarak oturuşunu model almıştır. Nihayet eski Türk dinindeki GökTanrı inancı ve atalar kültüne bağlı olarak hakana atfedilen semavî ve kutsal özellik, Mahayana Budizmi’nde, Burkan Kut’una namzet ve insanlığın kurtarıcısı bir mukaddes “bodhisattvahükümdar” tipinin menkıbelerde yer almasına imkân vermiştir. Nitekim bu mukaddes Budahükümdar anlayışı Göktürk Dönemi’ndeki Türk Budizmi’nde de yer almış ve Göktürk Kağanlarının VI. yüzyılda Budizmi kabulünü anlatan Bugut Yazıtı’nda, atası Bumin Kağan’ın ruhundan emir alan Taspar Kağan, bu tarihî kararın manevî yükünü, atalar kültüne dayandırarak yüklenmek yolunu seçmiştir. Mahayana Budizmi, VII. yüzyıldan itibaren eski parlaklığını kaybetmeye başlamış ve Orta Asya’da Türklerin arasında, X. yüzyıldan itibaren İslâmiyet’in hızla yayılması karşısında silinme yolunu tutmuştur. Buna karşılık, Budizm’in bir başka kolu olan Lamanizm, M.S. XIII. ve XVI. yüzyıllarda iki ayrı dalga halinde Moğolistan’da yer etmiş ve bu çerçevede bazı Türk boylarını etkilemeyi başarmıştır. Temelini tek Tanrı inancının oluşturduğu “GökTanrı Dini”ne mensup olan Hunların25 IV. yüzyılda bazı boyları Budizm’i kabul etmişlerdi. Bilhassa Doğu Hunları, Çin kültürü içinde erimemek amacı ile Budizm’i benimsiyor ve yaymaya çalışıyordu. Bu hususta en çok gayret gösterenler, Çinlilerin “Chüch’ü” dediği Hunlar ve çoğunluğunu Türk olarak bildiğimiz Tabgaçlar idi. Hunların Budizm ile temasa geçtiği ilk çevrelerden birinin Hotan olduğu bilinmektedir. Çinlilerin “AnyangHou” diye andığı Hun beyi “Chüch’ü”, Hotan’da “Gomati” manastırında yetişmişti. Budist âbideler inşa eden Hun beyleri ve sanatkârlar, eserlerini hem Çin’in hem de Altay kavimlerinin kültür mirası ile zenginleştirip derin dinî hislerini ifade eden yeni bir “Budist sanat” üslûbunu da meydana getirmişlerdi.26 Çin’de devlet kurmuş olan Hun liderleri Konfüçyanizm ve Taoizm’i pek anlamıyorlardı. Bu nedenle, yabancı Buda rahiplerine daha çok değer veriyor, sarayları bu gibi yabancılarla dolup taşıyordu. Hunların doğudaki boyları Budizm’i siyasî nedenlerle ve özellikle de Çin’in kültürel etkisine karşı kendi kültürlerini korumak için kabul etmişlerdi. Zira M.Ö. II. yüzyılda Hunlarda “GökTanrı” inancının olduğunu görüyoruz.27 Hattâ Oğuzhan (Mete) muhtemelen (M.Ö. 2. yüzyıl) “put ibadetinin baş düşmanı idi”. Putlara tapanlara karşı büyük mücadele vermiş, putperestliğe dönen babasına karşı cephe almış ve onu tasfiye ederek, eski dini yeniden kurmuştu.28 Mete’nin eski inanışları hakim kılma hareketi, kendi dini inanışlarına bağlılığın bir ifadesidir. Çeşitli dönemlerde görülen yabancı dinlerin kabulünde ise, yukarıda da belirtildiği gibi anlaşılan daha çok siyasî nedenler rol oynamıştır. Çinlilerin “T’oba” dedikleri topluluğu Türkler, Tabgaç diye adlandırıyorlardı.29 Orhun Kitabelerinde sık sık adı geçen ve Göktürkler yolu ile Bizans kaynaklarına da intikal eden Tabgaç kelimesi “Çin” anlamına geliyordu. Çünkü Göktürklerin ilk zamanlarında Türklerde büyük tanınan bu sülale Çin’de hüküm sürüyordu. Aslında Türkçe olan ulu, muhterem ve saygı değer mânâsını ifade eden Tabgaç kelimesi, bilindiği gibi, bazı Karahanlı hükümdarları tarafından da unvan olarak kullanılmıştır.30 Tabgaçlar, Buda dini ve Çin kültürünün etkisi ile, Türk atalarının kudretli askerî vasfını kaybetmişlerdi.31 Budizmin hamisi durumuna gelen Tabgaçlar, bu dinin etkisiyle Çin’in eski ve ince kültürünün cazibesine kapılmışlardı.32 Millî his ve duygularını kaybeden Tabgaçlar, yerli Çin halkının başlarına açtığı iktisadî ve sosyal problemlerden dolayı gittikçe siyasî ve iktisadî gücünü kaybetti. 534’e doğru “Doğu ve Kuzey veya Batı” Weileri olarak ikiye ayrılıp kısa zaman sonra bütün toprakları Çinli hanedanlara intikal etti.33 Asya “Büyük Hun İmparatorluğu”ndan sonra Türk tarih ve kültürünün en büyük mirasçıları olan Göktürklerin (552745) dinî tarihine “GökTanrı dini” hâkimdir. Fakat, Doğu Hunları gibi, Göktürklerin de kısa bir süre Budizm’i siyasî nedenler ile kabul ettikleri bilinmektedir. Mukan (552572) ve Topa (Taspar) Kağan’ın (572581) bu dini bir yandan Çin Konfüçyanizmi’nin, diğer yandan da Bizans’tan ilerleyen Hıristiyanlığın kültürel nüfuzunun önüne geçmek için kabul etmiş olabileceği düşünülmektedir.34 Göktürklerde Budizm, Mukan ve Topa Kağan dönemlerinde himaye görmeye başlamış, hattâ, Gandharalı Budist Rahibi Jinagupta Topa Kağan’ın yanında on sene kalmış ve kağan, bu rahibin müridi olmuştur.35 Nitekim Topa Kağan’ın (572581) adı geçen Budist rahibin telkinleri ile, Buda mabedi ve heykeli yaptırdığı ve bu sayede hükümdarlığının yükseleceğine inandığı rivayet ediliyorsa da, bu hadisenin Budizm’in yayılışı bakımından Türklerde bir etkide bulunduğunu tesbit etmek imkânsızdır.36 Hiç şüphesiz Budizm’in Göktürk saraylarına kadar girmesinde Budist rahiplerin büyük rolü olmuştur. Budizm’in Türklerin arasında yayılmasında rol oynayan unsurlardan birinin de Soğdlular olduğu anlaşılmaktadır. Türkler, Soğdluları sefaret ve diplomatik faaliyetlerde kullandılar. Bu arada onlar, Soğdlu Budistlerden de ister istemez etkilendiler. Bu durumu, 581’lerde I. Göktürk Kağanlığı’nda Türk Kağanı için Soğd dilinde ve Soğd yazısı ile yazılan Bugut Yazıtı’nda görmek mümkündür. Hakikaten Taspar Kağan adına dikilen bu yazıtta “… ve o buyurdu: Yeni büyük bir Samgha (Budist cemaati) meydana getir.”37 Nitekim, Taspar Kağan “fatra” (Burkan’ın kâsesi) ve Arslan gibi Budist unvanlar almış; Sütraları Türkçeye tercüme ettirmiş ve mukaddes Budist heykellerini, yazma eserleri ve azizlerin kalıntılarını muhafaza etmek amacıyla “ediz ev” denilen kuleler yaptırmıştır. Bugut Yazıtı onun kağanlığın merkezine “ködüş” denen bir büyük külliye inşa ettirdiğini haber vermektedir. Göktürkler zamanında Buhara ve Belh, Budizm’in merkezi olmuş; 630’larda buraları ziyaret eden Budist hacı Hiuten Tsang pek çok Buda tapınağına, Kam davulu hediye etmiştir.
·
906 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.