Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İlgililerinee :)
İTTİHAT VE TERAKKİ LİDERLERİNİN YURTDIŞINA KAÇIŞLARI VE BUNUN İSTANBUL BASININDAKİ YANKILARI Birinci Dünya Savaşı yenilgisi, İttihat ve Terakki’nin yenilgisiydi. Talat Paşa kabinesinin istifası ile birlikte iktidarı bırakmak zorunda kalan İttihatçılar bir çeşit panik içinde kalmışlardı. Son kongreyle Teceddüt Fırkası’na dönüşüm, ağır sorumluluklardan kurtulmaya yetmemişti. O günlerin havasını Celal Bayar şöyle anlatmaktadır: “1918 senesi sonbaharında İstanbul’a gelmiştim…İstanbul’da karşılaştığım umumi vaziyet, bana, bütün mahalli dertleri unutturmuştu. İstanbul’un geniş siyasi çevresine girer girmez, felaketin kapıyı çaldığını görmüştüm. Halbuki biz, dört yıldan beri devam eden harbin, her gün ağırlaşan yükünü, zafer ümidi ile çekiyor, bütün ızdıraplara, ağır mahkumiyetlere katlanıyor ve harbe, her şeye rağmen katlanıyorduk. Hislerimiz, milli gururumuz, başka türlü düşünmeye müsait değildi. Şimdi bütün bu ümitler sarsılmıştı. Memleket, bütün gücüyle, nesi var nesi yok, hepsini harp uğruna sarfetmişti. Ama şimdi ordumuz ricat halindeydi. Müttefiklerimizde zaaf eserleri şiddetle kendini gösteriyordu… Bize gelince? İktidarda bulunan Talat Paşa Hükümeti nüfuzunu kaybetmişti. İstifaya hazırlanıyordu. Millete dayanan başka bir siyasi teşekkül de mevcut değildi (Bayar, 1965; C.,s.5-7). İşte bu buhranlı dönemde, İstanbul’a adeta bomba gibi düşen ve kamuoyu üzerinde şok etkisi yapan bir haber önce kulaktan kulağa konuşulmaya sonra da basında yer almaya başladı: Enver, Cemal ve Talat paşalar, beraberlerinde Azmi, Bedri, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve Dr. Rüsuhi beyler olduğu halde İstanbul’dan ayrılmışlardı. Bir devrin kapanışını da temsil eden bu olayın daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç yönden incelenmesi gerekmektedir. Mondros Mütarekesi’nin müzakerelerinin devam ettiği 1918 yılının ekim ayının son günlerinde, İttihat ve Terakki Fırkası içerisinde tartışılan konuların başında, İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun ülke için de kalıp kalamayacakları hususu gelmekte idi. Bu konuda iki temel görüş belirmişti. Bir görüşe göre; gizlice, kaçarcasına, hatta kanunları bile bir tarafa iterek ayrılmalarında, sadece şahıslarının değil, bir zamanlar temsil ettikleri devletin haysiyeti de söz konusu idi. İkinci görüşe göre ise; ne pahasına olursa olsun vatan terk edilmeyerek tarih ve kanun önünde hesap verilmeliydi (Okyar, 1980, s.251). *(Fethi Bey, ikinci görüşü ileri sürenlerin; eğer önüne çıkılacak adil, kanunlara bağlı, hakim politik kuvvetler önünde eğilmemiş mahkemeler ve tarafsız hüküm verebilecek tarih bulunabilmiş olsa idi haklı olabileceklerini, fakat ne o mahkemeyi ne de tarafsız tarih hükmünü bulabilmenin mümkün olamayacağının daha sonraki hadiseler, darağaçları ve sürgünlerin ortaya koyduğunu söylemektedir. Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam (Yay. Haz: Cemal Kutay), İstanbul 1980, s.251) İttihat ve Terakki liderlerinin ülkede kalıp kalmayacakları meselesi, Merkez-i Umumi’nin sınırlı bir toplantısında detaylı olarak görüşülmüştü. Bu toplantıda, Dr. Bahattin Şakir ve Kara Kemal beyler, Enver, Talat ve Cemal paşaların mutlak surette yurtdışına çıkmaları hususunda ısrarcı olmuşlardı. Dr. Bahattin Şakir Bey toplantıda yaptığı konuşmada; Hazret-i Peygamberin bile, hayatını düşmanlarından korumak için hicret ettiğini örnek vererek düşüncesini savunmaya çalışmıştır (Arif Cemil, 1992, s.12). Toplantıda bulunan diğer üyeler de, Ermeni ve Rumların tahkir edebilecekleri ve bu nedenle gitmelerinin daha uygun olacağı fikrini ileri sürmüşlerdi. Kara Kemal Bey ise; saklanmazlarsa tahkir edilebilecekleri düşüncesiyle “Sizin memlekete lüzumunuz vardır. Şimdi gidiniz, fakat bir gün memlekete avdet eder yine idareye geçersiniz” demiştir. Merkez-i Umumi’deki bu görüşmede, özellikle Talat Paşa, kendilerinin memleket dışına çıkmaları için verilen karara şiddetle itiraz etmişti. Enver ve Cemal paşaların yurtdışına çıkmaya daha sıcak bakmalarına karşın (Aydemir, 1972, s.494) Talat Paşa, memleketten ayrılmayı hiçbir şekilde düşünmediğini ve yaptıklarının hesabını da her zaman ve her yerde açık alınla vermeye hazır olduğunu arkadaşlarına sürekli olarak tekrar etmekte idi. Ancak Merkez-i Umumi’deki görüşmelerde arkadaşlarının ısrarları ve Enver ve Cemal Paşa’nın yurtdışına çıkmaya karar vermeleri üzerine Talat Paşa’da bu fikre katılmıştı. Talat Paşa, iki şartla yurtdışına çıkmayı kabul etmişti. Birincisi; İttihat ve Terakki Kongresi toplantıya davet edilecek ve fırkanın bütün hesap ve muameleleri görüşülecekti. İkinci olarak ta; imzalanma aşamasında olan Mondros Mütarekesi’nin maddelerinin açıklanmasına kadar beklenilecek ve eğer bu maddeler arasında İtilaf Devletleri’nin memleketi ve İstanbul’u işgal etmeleri kaydı mevcut olursa o zaman yurtdışına çıkılacaktı. Ayrıca Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım Bey ve diğer ileri gelen İttihatçı liderlerin de beraber gitmeleri kabul olunacaktı. Bütün bu görüşmelerden sonra, yurtdışına çıkma hususunda verilen karar üç başlık altında toplandı. Bunlar: 1. Mecburen yurtdışına çıkılmaya gerek görüldüğü takdirde çıkılacak. 2. Anadolu’ya gidilecek ve Vilâyat-ı Şarkiyye’de çalışılacak. 3. İstanbul’da kalınacak ve tehlike ortaya çıktığında gizlenilecekti (Arif Cemil, 1992, s.13-14). Daha sonraki gelişmeler dikkate alındığında, Merkez-i Umumi’deki görüşmelerde ortaya konan düşüncelere ve sonuçta alınan kararlara uygun davranıldığı görülmektedir. İttihat ve Terakki Kongresi toplantıya davet edilmiş ve bu toplantıda İttihat ve Terakki Fırkası’nın bütün hesap ve muameleleri görüşülmüştü. Kongre’nin başladığı tarih olan 1 Kasım 1918 de İttihat ve Terakki liderleri İstanbul’da idiler. Yine bu görüşmelerde, İttihatçıların belirli bir süre memleket içinde –ağırlıklı olarak Vilâyat-ı Şarkiyye’de- saklanmak ve sonra yargılanmayı göze alarak ortaya çıkmak istedikleri de söylenmişti. Fakat Dr. Nazım Bey’in verdiği bilgilere göre, bu fikir çok uygun görülmemişti. Çünkü işgalcilerin, Saray’la anlaşarak, işgallerini serbest kalan bölgelere de yayabilmeleri ve Anadolu’da bir ihtilal çıkarabilmelerinden korkulmuştur. Nitekim Mondros sonrası Anadolu’daki gelişmeler bu endişelerin haklı olduğunu göstermiştir. Merkez-i Umumi’de yapılan görüşmelerde, Mondros Mütarekesi şartlarının belli oluncaya kadar beklenilmesi ve eğer şartlar arasında işgale yönelik maddeler bulunursa o zaman hareket edilmesi benimsenmişti. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nde doğrudan işgale yönelik 24. madde dışında açık bir işgal tehlikesi görülmüyorsa da 7. maddenin bu şekilde yorumlanmış olması mümkündü. İstanbul basınında da Mondros Mütarekesi şartları ile İttihatçı liderlerin kaçışlarını ilişkilendiren yazılar çıkmıştı. Ancak bu yazılarda, işgale yönelik maddelerden ziyade mütarekede İttihatçılar aleyhine bir gizli maddenin bulunduğu ve İttihatçı liderlerin bu nedenle firar ettiklerine dair iddialar olduğunu ancak yapılan araştırmada bunun doğru olmadığının anlaşıldığı belirtiliyordu. İttihat ve Terakki liderlerinin yurtdışına kaçmalarının sebeplerine gelince, bunu birkaç ana sebepte toplamak mümkündür. Bu sebeplerden birincisi, İttihatçı liderlerin şahsi güvenliklerinin sağlanmasının memlekette kalarak gerçekleşemeyeceğinin düşünmeleri ve bu değerlendirmenin sonucu olarakta yurtdışına çıkışa karar vermeleridir. Paşalar grubu içerisinde memlekette kalmak hususunda en fazla ısrarcı olanı Talat Paşa idi. Son ana kadar ülkede kalarak yaptıklarının hesabını verme düşüncesinde olan Talat Paşa, bu düşüncesini, yurtdışına çıkarken İzzet Paşa’ya gönderdiği mektubunda da açıkça belirtmişti. Talat Paşa’nın bu düşüncesi, Mondros Mütarekesi’nin imzalanması aşamasında ortaya çıkmış bir düşünce değildi. Daha 1909 yılında Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey’le yaptığı bir konuşmada da aynı tavrı göstermişti. Franko’nun Portekiz’den kaçarak vatanını terk ettiğini söylemesi üzerine Lütfi Fikri Bey’le Talat Paşa arasında şu konuşma geçmişti: “Dahiliye Nazırı (Talat Bey)- Biz terk-i vatan etmeyiz, ölünceye kadar çalışırız. Lütfi Fikri Bey- Sizi tebrik ederim. Dahiliye Nazırı- Hiç şüphesiz, ölünceye kadar çalışırız”. Enver Paşa, memlekette kalmaları durumunda can güvenliği hususunda endişe taşıyordu. Bu endişe, İttihat ve Terakki’nin diğer üyeleri tarafından da paylaşılıyordu ve bu durum Merkez-i Umumi’deki toplantıda da dile getirilmişti. Enver Paşa’nın, mütareke sonrası güvenliğinin sağlanması ile ilgili endişeler, en geniş biçimde, Harbiye Nezareti’ne atanan Rauf Bey ile, Enver Paşa’nın Başyaveri ve aynı zamanda eniştesi olan Albay Kâzım Bey arasında yapılan bir görüşmede gündeme gelmişti. Rauf Bey’in Harbiye Nazırlığına atanmasını tebrik amacıyla gerçekleşen görüşmede Albay Kâzım Bey, sözü Enver Paşa’ya getirerek “can düşmanı olan birtakım Rumlarla Ermenilerin Paşa’ya suikast edecek derecede ileri gidebileceklerinden kuşkulanmakta olduğunu” söylemişti. Buna karşılık Rauf Bey, hükümet olarak Enver Paşa’nın güvenliğini sağlamak hususunda elden gelen bütün tedbirlerin alınmasının hükümetin vazifesi kendisinin de şahsi borcu olduğunu söylemişti. Bu teminata rağmen Albay Kâzım Bey ile Rauf Bey arasında, adeta gelecekte olayların ne şekilde gerçekleşeceği bilinircesine geçen konuşmayı Rauf Bey hatıralarında şöyle yazmaktadır: “Evet” dedi, “şimdiki hükümetin böyle bir teklifi kabul edeceğini hatırıma getirmem. Fakat katlanılmayacak birtakım zorluklar karşısında İzzet Paşa istifaya mecbur olur, yahut düşürülürse, yerine gelecek hükümet, paşalar aleyhinde olabilir. O vakit İtilafçılara, yahut o hükümete dayanarak Rum ve Ermeniler ayaklanırsa Paşa’nın hayatı ve şerefi çiğnenmek tehlikesine maruz kalmaz mı? Dedim ki “Durum bu şekil alır da, hükümet vazifesini yapamaz ve Enver Paşa düşmanlarının taarruzuna uğrayacağını hissederse, elbette hayat ve şerefini korumak için mümkün olanı yapacaktır. Bu hakkıdır. Şu kadar var ki, her ne suretle olursa olsun İstanbul’dan uzaklaşması icap ederse muhaliflerin isnatlarını bizzat teyit etmemesi için, Almanya veya Avusturya’ya gitmesini hiçbir veçhile münasip görmem” (Orbay, 1993, s.167-168). Her ne kadar bu görüşmede Albay Kâzım Bey, söylediklerinin tamamen şahsi fikri olduğunu belirtmişse de Enver Paşa’nın başyaverinin, Enver Paşa’nın hayatı ile ilgili hususları Harbiye Nazırı ile Paşa’nın bilgisi haricinde konuştuğunu düşünmek mümkün değildir. Anlaşıldığı kadarı ile, Enver Paşa’nın can güvenliği ile ilgili endişeler kendi yakın çevresinde gündeme gelmiş ve bu husus, hükümetin kendilerine en yakın üyelerinden biri ile de istişare edilmiştir. Cemal Paşa’da, Rauf Bey ile, can güvenliği hakkındaki endişelerini paylaşmıştı. İkili arasında yapılan bir görüşmede Cemal Paşa; buhranlı ve tehlikeli zamanlarda bulunduğu makamların kendisine yüklediği ağır vazifeler dolayısıyla, bazen şiddetli ve kati hareketlere mecbur kaldığını ve bunun sonucunda da birçok düşman kazandığını söylemişti. Bu ve benzeri şartlarda edindiği düşmanlarına karşı korunma amacıyla, muhafız sıfatıyla karargahında bulundurduğu otuz kadar seçme eri aynı maksatla evinde ve çevresinde bulundurduğunu, şahsının ve ailesinin her türlü saldırıdan korunmasını hükümetin sağlayacağından şüphesi olmamakla beraber bu erlerin bir müddet daha bulundukları yerlerde kalmalarını zorunlu gördüğünü ifade etmişti. Rauf Bey ise, bu ve varsa diğer isteklerinin de derhal karşılanacağını söylemişti (Orbay, 1993, s.165-166). *Azmi bey, Ankara İstiklal Mahkemesi’ne verdiği ifade de, neden firar ettiği ile ilgili soruya şu cevabı vermişti: “Vahideddin’den korktuğum için. Polis Müdürü iken o efendi idi. Kendisini tevkif etmiştim. Padişah olunca korktum. Padişah olduktan sonra benim vaziyetim müşkildi.” Azmi Bey’in, Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki İfadeleri, Cumhuriyet, 4 Ağustos 1926. Paşalar grubunun kaçışlarının ikinci sebebi ise; Mütarekenin imzalanmasından sonra, İstanbul’un, özellikle Beyoğlu kesiminde, azınlıkların işgalci kumandan, subay ve erlerle kol kola yaptıkları taşkınlıklardır. İstanbul henüz işgal edilmeden, işgalci rolünü benimseyen bu iç-dış unsurlar birleşimi boğucu bir intikam ortamı yaratmıştır. Eylemlerin gelişmesi, İttihatçıların nasıl bir hırpalanmaya uğrayacaklarının habercisi sayılmıştır (Tunaya, 1989, s.566). Kaçışın bir diğer sebebi ise; İttihat ve Terakki’nin ana gövdesi olan Enver, Cemal ve Talat paşaların ülke içerisinde kalmaları durumunda İtilaf Devletleri tarafından daha ağır şartların dayatılacağı korkusu taşınmasıydı. Her ne kadar bu paşaların ülke içerisinde gizlenmeleri de mümkün idiyse de bu durumda da bunların saklandıkları bölgeleri ortaya çıkarabilmek için birçok kişinin tutuklanabileceği düşünülmüştü. Bir yandan da kaçışın yararlı olabileceği düşünülmekteydi. Tüm düşmanlıklar kaçanlar üzerine yöneltilecek, İttihat ve Terakki’nin ülke içinde kalanları daha az düşmanlığa hedef olacaklardı (Arif Cemil, 1992, s.10). Ancak daha sonraki görüşmeler gösterdi ki, İttihat ve Terakki mensubu olup ta ülke içinde kalanlar da rahat bırakılmamışlar, bunların bir kısmı işgal kuvvetleri tarafından zor kullanılarak Malta Adası’na sürgüne gönderilirken (Şimşir, 1976) bir kısmı da divan-ı harpte yargılanmışlardır. Son bir sebepte, Hürriyet ve İtilafçıların, İttihat ve Terakki idaresi altında mağdur olduklarını düşünmeleri ve bunun intikamını alabilmek için fırsat kollamalarıydı. Nitekim, İttihat ve Terakki iktidardan düşüp, mütareke imzalanır imzalanmaz bütün muhalif kuvvetler İttihat ve Terakki’ye saldırmışlardı. Savaş ve tehcir suçlusu olarak İttihatçılardan hesap sormaya kalkışılmıştır. Bu hesabın sorulacağı isimlerin başta gelenleri ise Enver, Cemal ve Talat paşalardır. Onlar ele geçirilmeli, hiç olmazsa gıyaplarında mahkum edilmeliydiler. Bütün bu öngörüler, bu üç paşanın kaçışlarında etkili olmuştur (Selek, 1987, C.I, s.87). Paşalar grubunun kaçışının kararlaştırıldığı Merkez-i Umumi toplantısında gündeme gelen bir başka konu ise, bu kişilere ödenecek para meselesi idi. Kaçışları uygun görülen kişilere maaşları karşılığı olarak peşin ödeme yapılması kararlaştırılmıştı. Bununla ilgili olarak, o toplantıda hazır bulunan şahısların anlattıkları arasında farklılıklar bulunmaktadır. Dr. Rüsuhi Bey, Merkez-i Umumi toplantısında, azalara altı aylık, katiplere ise bir yıllık maaşlarının peşin olarak ödendiğini, kendisinin bu ödeme karşılığı olarak altı yüz lira aldığını ve bu parayı da evine bıraktığını ifade etmektedir. Aynı konu ile ilgili olarak Azmi Bey ise, Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadesinde, Merkez-i Umumi’den kesinlikle para almadığını kati bir surette dile getirmiştir. Mithat Şükrü Bey ise, yurt dışına kaçan İttihat ve Terakki üyelerine ikişer bin lira para verildiğini söylemiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, Merkez-i Umumi azalarına her ihtimale karşılık olmak üzere bir yıllık maaşları peşin olarak ödenmişti (Arif Cemil, 1992, s.11). Zaten bu para dışında bu kişilerin ellerinde fazla bir para da bulunmuyordu. Enver, Cemal ve Talat paşaların yurt dışındaki günlerine ait bilgi veren bütün kaynaklar çekilen sıkıntılardan bahsetmektedirler. Cemal Paşa, İstanbul’daki eski bir dostuna, borç olarak ailesine 200 kağıt lira vermesi için Falih Rıfkı’yı ricacı olarak gönderecektir. Ama dostu bu müracaatı, çok sert ifadelerle reddedecektir (Aydemir, 1972, C.III, s.495). Talat Paşa’da gurbette ekonomik yönden büyük sıkıntılar çekmiştir. Şahsi serveti olmadığı için Berlin’e gelirken yanında getirdiklerini satarak geçinmeye çalışmıştır. Kendisine ait olan birkaç kıymetli parçayı, kendisine zamanında birçok yardımda bulunduğu Emanuel Karasu’ya göndererek borç istemiş ancak bu isteği reddedilmişti. Bunun üzerine Talat Paşa, tefecilikle geçinen bir Yahudi sarraftan para tedarik etmiştir (Bleda, 1979, s.150). Enver Paşa’da, yurt dışına çıkmadan önce eski İzmir Valisi Rahmi Bey vasıtasıyla bir tüccardan üç bin lira borç bulunmuş ancak o parayı ödeme imkanı olmadığı için Rahmi Bey tarafından dostluk nişanesi olarak geri alınmamıştır (Bleda, 1979, s. 122). Ancak para meselesi ile ilgili olarak İstanbul basınında çok farklı yazılar çıkmakta idi. Sabah Gazetesi’nde çıkan bir yazıya göre; Talat, Enver ve Cemal paşalar ülkeden kaçarken yanlarında, gerek dört yıl boyunca yapılan suistimallerden elde ettikleri külliyetli para ve gerekse aşırdıkları İttihat ve Terakki’nin serveti olmak üzere birkaç milyon lirayı aşan bir para bulunmaktaydı. Bunun dışında, Enver Paşa kaçmadan önce Azerbaycan’da bulunan kardeşi Nuri Paşa’ya 700 bin liralık bir para göndermişti ve hükümetin çalışmaları neticesinde bu para müsadere edilerek bu teşebbüs neticesiz kalmıştı. *(“İttihat ve Terakki Servet-i Umumiyesi Kaçırıldı”, Sabah, 8 Teşrin-i sani 1918. Paşaların kaçmalarından sonra bunların teslimini Alman Hükümeti’nden resmen isteyen Büyükelçi Rifat Paşa da, paşaların iadesi için yaptığı başvuruda şunları yazmaktadır: “ Bu şahıslar…külliyetli miktarda devlet parasını yanlarına aldıkları gibi Ermeni meselesinde baş rolü oynamakla da suçludurlar.” Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri (Türkçeye Çeviren: Cemal Köprülü), Ankara 1991, s.172) Bu haberde verilen bilgilerin hiçbirinin doğru olma ihtimali bulunmamaktadır. Bunun dışında, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bütün mülk ile kasa ve eşyası, aynı partinin o güne kadar ön plana çıkmamış olan mensupları tarafından kurulan Teceddüt Fırkası’na devredilmişti. Bu devir esnasında tutulan tutanağa göre ise Merkez-i Umumi’nin kasasından çıkan toplam para 462 lira idi (Aydemir, 1972, C.III, 484). Dolayısıyla kasasından nakit para olarak 462 lira çıkan bir fırkanın “servet-i umumiyesinin birkaç milyonu mütecaviz” olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Gazetede yer alan ve Azerbaycan’a gönderildiği ifade edilen para, Enver Paşa tarafından Şark Orduları Grubu Kumandanı Halil Paşa’ya gönderilmiştir. Bizzat Enver Paşa tarafından yazılan telgrafta, paranın gönderiliş amacı ve Enver Paşa’nın gelecekle ilgili düşünceleri hakkında şöyle denilmektedir: “Buradan oraya 700.000 bin lira gönderiyorum. Talat Paşa kabinesi, yani başladığımız harbi iyi bitiremediğimiz için çekilmek üzereyiz. Ben işsiz şimdilik pek sıkılacağımdan, belki Azerbaycan’a şimdilik seyahat için, bilahare de orada bir hayat eseri görürsem büsbütün kalmak için hareketi düşünüyorum” (Aydemir, 1972, C.III, s. 470). Görüleceği üzere Enver Paşa tarafından gönderilen bu para, Azerbaycan’ın teşekkülü için harcanacaktı ve Enver Paşa’da, kabine çekilince İstanbul’dan ayrılarak Azerbaycan topraklarına gidip orada faaliyette bulunmayı düşünmekteydi. Merkez-i umumi’de yapılan ve kaçışa karar verilen toplantıdan sonra karşılaşılan ilk mesele, kimlerin yurtdışına çıkacakları ile ilgili listenin oluşturulması idi. Enver, Cemal ve Talat paşalar ile Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım beylerin isimleri kesinleşmişti. Ancak bunların dışında kalanlardan kimlerin bu listeye dahil olacağı hususunda tam bir anlaşma sağlanamıyordu. Talat Paşa, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde yüksek mevkilerde bulunan bazı şahısların da bu listede bulunmasını istiyor, böylece onların açıkta ve hedef halinde bırakılmayacağını düşünüyordu. Bütün bu düşünceler ve tartışmalar neticesinde, yurtdışına çıkacak liste oluşturuldu (Arif Cemil, 1992, s.14). Bu listede şu isimler vardı: Enver, Cemal ve Talat paşalar ile birlikte Beyrut eski valisi Azmi, Eski Polis Müdürü Bedri, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Rüsuhi Bey ve umumi katiplerden Mithat Şükrü Bey. Artık kaçışa karar verilmiş ve kimlerin gideceği belli olmuştu. Kaçış, 2-3 Kasım 1918 gecesi olmuştur (Okyar, 1980, s.251; Tunaya, 1989, C.III, s.567). Bu kaçış gecesinde nelerin yaşandığı, İstanbul basınında ve hatıratlarda farklı şekilde yansıtılmaktadır. Tek kaynaktan alındığı anlaşılan basındaki haberlere göre kaçış şöyle gerçekleşmiştir: *(Kaçış gecesi ile ilgili olarak kaynaklarda farklı tarihler verilmektedir. Genelde verilen tarihler 1 Kasım 1918 ile 2 Kasım 1918dir. 1 Kasım 1918 tarihini iki kaynak vermektedir. Bunlar: Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, C.I, Ankara 1989, s.1 ve Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul 1987, s.307. Bunların dışında en farklı tarihi, Şevket Süreyya Aydemir, 8-9 Kasım 1918 olarak vermektedir ki (Enver Paşa, C.III, s.493) bu açık bir şekilde yanlıştır. Zira 8 Kasım gününe kadar yayınlanan gazetelerde bu kaçışın bütün safhalarının bulunması bile bunun ne kadar uzak bir tarih olduğunu ispatlamaya yeterlidir) 1 Kasım Cuma günü akşamı Enver, Cemal, Talat paşalar ile Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım beyler, Enver Paşa’nın yalısında toplanıyorlar. Saat ona kadar vakit geçirdikten sonra rıhtıma çıkarak bir gezinti yapıyorlar. Bir müddet sonra da Enver Paşa ile vedalaşan bu grup Alman otomobilleri ile ayrılıyorlar. Gece yarısından sonra bir Alman motorbotu, firar edecek zevatı, önceden kararlaştırılmış olan rıhtım bölgelerinden alarak İstinye’de bulunan ve Ruslardan alınan bir Alman torpidosuna götürüyor. Alman amirali için tahsis edilmiş olan bu torpidonun cuma gecesinden itibaren İstinye’de bulunmaması ise, kaçışın bununla gerçekleştiği hususundaki şüpheleri artırmaktadır. *( “Paşa Efendilerimizin Suret-i Firarları Hakkında Tahkikat”, Ati, 5 Teşrin-i sani 1918; “Hürriyet Kahramanları Nasıl Kaçmışlar”, Sabah, 5 Teşrin-i sani 1918. Bu haberlerin dışında ve en ilginç rivayeti ise İkdam Gazetesi vermektedir. İkdam Gazetesi’nin 4 Teşrin-i sani 1918 tarihli nüshasında yer alan bir habere göre, Enver ve Cemal paşalar, üzerlerinde Alman subaylarının üniformaları olduğu halde Galata rıhtımına gelmişler ve burada kendilerini bekleyen bir motorbot ile Loreley isimli bir vapura binmişlerdir) Alman torpidosu ile kaçışın gerçekleştiği dışındaki haberler ile hatıratlarda yer alan bilgiler tamamen birbirinden farklıdır. Kaçış gecesi ile ilgili en geniş ve doğru bilgileri, kendisi de kaçış listesinde bulunan ve son anda listeden çıkarılan Mithat Şükrü Bey’in hatıralarında bulmaktayız. Mithat Şükrü Bey’in yazdıklarına göre kaçış gecesi şunlar yaşanmıştır: Almanya’ya hareket edecek olan İttihatçılar, hareket etmeden bir gece önce, hem topluca bir yemek yemek hem de memleket meselelerini konuşmak üzere ihsan Namık Poroy’un daveti üzerine onun evinde toplanmışlardı. Bu davete, Enver Paşa dışında yurtdışına çıkacak bütün ekip katılmıştı. Bu davette bulunanlar, gece yarısından sonra, İhsan Namık Poroy’un yalısı önüne gelecek bir motorla açıkta bekleyen Alman kruvazörüne binecek ve ülkeden ayrılacaklardı. Davet sürerken, Mithat Şükrü Bey’in hanımının Talat Paşa ile yaptığı bir görüşmeden sonra Mithat Şükrü Bey’in İstanbul’da kalmasına karar verilmişti. Sabahın alaca karanlığında, Enver Paşa’nın yalısına uğrayan motor İhsan Namık Poroy’un yalısına gelerek, burada bulunan grubu almış ve kendilerini bekleyen Alman torpidosuna götürmüştü (Bleda, 1979, s.123-126). Gece yarısından sonra hareket eden Alman torpidosu, içinde bulunan İttihatçıları Sivastopol yakınlarındaki Gözleve’ye çıkarmıştı (Aydemir, 1972, s.498). Artık vatan geride kalmıştı ve önlerinde belirsizliklerle dolu bir gelecek vardı. Gelişen olaylar, bu İttihatçılar için acıdan başka bir şey getirmeyecektir. *(Mithat Şükrü Bey’in hanımı ile Talat Paşa arasında geçen bu konuşmada; Mithat Şükrü Bey’in, eğer Ermeni tehcir işlerine karışmamışsa İstanbul’da bırakılmasını istemesi üzerine, Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey’in o işlere hiçbir şekilde katılmadığını ve dolayısıyla da İstanbul’da kalmasında bir sakınca olmadığını söylemiştir. Bu konuşmadan, ülke dışına çıkma kararlarında, Ermeni tehciri nedeniyle İtilaf Devletleri’nin başta paşalar olmak üzere bütün ittihat ve Terakki lider kadrosu hakkında cezalandırıcı bir uygulama yapacağı endişesi ile tehcirden kendilerini sorumlu tutacak Ermenilerden dolayı can güvenliklerinin olmayacağı düşüncesinin hakim bir endişe olduğu çıkarılabilir) *(Kaçışın tarihinde olduğu gibi, paşalar grubunun nasıl bir gemiyle kaçtıkları hususunda da kaynaklarda farklılıklar ve ilginç bir anlaşmazlık vardır. Şevket Süreyya Aydemir, İttihatçıların, U-67 numaralı bir Alman denizaltısı ile kaçtığını yazmaktadır (Enver Paşa, C.III, s.494). Fethi Okyar ise, U-170 numaralı bir Alman denizaltısından bahsetmektedir (Üç Devirde Bir Adam, s.251). Dönemin İstanbul basını ise hep, Ruslardan alınan bir Alman torpidosu ile kaçtıklarını yazmıştır. Bu bilgi doğru olmalıdır. Zira bizzat o gece kaçanlar içerisinde bulunan Dr. Rüsuhi Bey de, torpido ile gittiklerini söylemektedir (Dr. Rüsuhi Bey’in Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki İfadeleri, Cumhuriyet, 8 Ağustos 1926). Enver, Cemal ve Talat paşalar olmak üzere İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun ülkeyi terk etmesini önleyecek bir kuvvet o an için Osmanlı Devleti’nde mevcut değildi. Tek engel, bu kişilerin kendi inisiyatifleri ile ülke içerisinde kalarak tarihin kendileri için biçtiği rolü burada beklemek olabilirdi. Ancak onlar daha farklı bir yolda olmayı tercih ettiler. Bundan sonraki gelişmeler ne bu ittihatçılar için ne de Osmanlı Devleti için hayırlı olacaktır. Bu isimler tarihteki yerlerini alırken, tarih sahnesine yeni isimler çıkıyordu. Bunlar, Mustafa Kemal Paşa ve Türkiye Cumhuriyeti idi. -Erol KAYA
··
148 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.