Gönderi

BUHRAN!.. Yıl, 1950. Yirminci asrın ortasomdayız. Bu asrın çocukları olmakla övünüyoruz. Maddenin bütün sırlarını keşfettik. Artık şu çağıl çağıl akan sular boşuna akmıyor. Onun karşısında şiirler söylemiyoruz. Her şeyi faydaya, paraya tahvil ettik. Suya beyaz, kömüre siyah elmas dedik... Bunları enerjiye, ışığa, harekete çevirdik... Bugün göklerde uçuyoruz. Orta zamanın mucizeleri hakikat oldu. Zaman ve mekândan kurtulmadıksa da ona hükmettik. Geceleyin gökyüzünde parlayan, bize meçhul âlemlerin hayalini veren yıldızlar bile şimdi malûmumuzdur. Bu işle uğraşan âlimler, heyetşinaslar yıldızlarda, kaldırımlarda gezer gibi dolaşıyorlar. Kürelerden, zerrelere kadar her şeyin esrarına vakıfız. Bir düğmeye basmakla dev gibi makineler harekete geliyor, büyük şehirler aydınlanıyor!.. Bütün bunlara, bütün bu malûmlara rağmen huzurumuz yok!.. Karanlıklar içindeyiz. Bu buhranlar, bu hüsranlar nereden geliyor? Bunun tek bir cevabı var: Her şeyi biliyoruz, fakat kendimizi asla... İnsan denilen varlık, meçhul olmakta devam ediyor. Bu buhranlar bu hüsranlar ondan!.. Büyük Yunus; İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır? diyordu. Ve Sokrat da, “kendini bil” sözünü boşuna söylememiş!.. İnsan denilen meçhulü tanımadan, kendinizi keşfetmeden evvel, bütün bu haricî âleme ait bilgilerimiz, bize ancak felâket getirmiştir. Zira hareket noktası olarak insan, insanlık alınmamış, düşünülmemiştir. “İnsan eşrefi mahlûkattır”, “İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir”, “Kâinatın hulâsasıdır” diyen ve böylece bütün kâinatı insana, insanlığa doğru çeken büyük görüşler bir tarafa atılmış, hatta bu görüşlerle, (Orta Çağ zihniyeti, dogmatizm, insan hodbinliği, skolâstik zihniyet v.s.) diye alay edilmiştir. Asrımızın buhranı, geçirdiğimiz ve geçirmekte olduğumuz bütün felâketler, yapılan keşif ve ihtiraların, insanın mahiyeti, insanlığın saadet ve huzuru düşünülmeden yapılmış olmasından ileri geliyor. Hele bu keşif ve ihtiralann menfaatçi, haris insanın elinde ne hâle geldiğini, nasıl suiistimal edildiğini, beşeriyetin helâkini nasıl hazırladığını, biz yirminci asır çocukları, gözlerimizle gördük ve görmekteyiz... Harp vası talannın tekâmülü, atomun icadı ve bu büyük keşfin ilk olarak beşeriyetin mahvı için nasıl kullanıldığını düşünürsek, müspet ilmin gittikçe bir musibet ilim hâline geldiğine inanmamak elimizden gelmez!.. Dünkü harplerde yüzer yüzer, biner biner, er meydanlarında göğüs göğüse savaşan kahramanlar artık tarihe karıştı. Bugün bir atom bombası bir anda yüzbinlerce insanı duman ediyor. Köroğlu’nun dediği gibi “tüfeğin icadıyla bozulan mertlik” atomun icadıyla artık ebediyen tarihe karıştı. Son asır harplerini doğuran âmillerin başında da İktisadî sebepler geliyor. Gayriuzvî enerjinin enerjiye tahvili ile, birdenbire inkişaf eden büyük sanayi, istihsali artırdı. Avrupalılar kolayca, bol miktarda istihsal ettikleri mamul eşyanın ham maddesini tedarik ve bu eşyayı satmak için pazarlar aradılar... Avrupa devletleri arasında bu pazar arama, mal satma işi müstemlekeciliğe hız verdi. Rekabet yarattı. Büyük harpler bu rekabetten doğdu... Böylece gittikçe sanayileşen devletlerin yanında, gittikçe enayileşen bir devletler grubu, daha doğrusu devlet dahi kuramayacak kadar fakirleşen sefil insanlar kalabalığı meydana geldi... Asya’nın, Afrika’nın, Okyanusya’nın servetleri müstemlekeciler tarafından Avrupa’ya taşındı... İktisadî kudretlerini kaybeden bu milyonlarca insan, siyasî kudretlerini, istiklâllerini de kaybettiler, birer müstemleke hâline geldiler. Dışarda müstemlekeciliği, emperyalizmi körükleyen büyük endüstri hareketleri, içeride amele patron kavgalarına yol açtı... Bu hareket sosyalizm ve nihayet komünizmi doğurdu... Şark milletlerini derisine kadar yüzen, soyan hırsız Avrupa bu suretle çaldıklarını, yığdırdığı servetleri rahat rahat yiyemedi, burnundan geldi. Kendi yıkımını yine kendi hazırladı... Bugün kıt’alar üzerine çöken zifirî karanlık, mağara devirlerinin karanlığından daha müthiştir. Bu etrafımızda sel gibi akan ışıklar, bu şehirde gecelerin gündüze dönüştüğü, bu motor homurtuları, bu sonsuz sür’at, bu projektörler içimizdeki karanlığı aydınlatmaktan çok uzak!... Medeniyet, Koca Âkifin dediği gibi “tek dişi kalmış canvardan” farksız. Her gün harp tehlikesi... Her gün İktisadî buhranlar... Grevler, ihtilâller, intiharlar... Dünya yüzünden itimat kalkmış!... Kıt’alar kıt’alara, millet milletlere, insan insanlara girmiş!... Herkes herkese düşman! Kimse kimseye inanmıyor, itimat etmiyor!... Herkesten şikâyetçi... Devletler devletlerden, insanlar insanlardan, idare edilenler edenlerden, amirler memurlardan, memurlar amirlerden, iktidar muhalefetten, muhalefet iktidardan, karı kocasından, koca karısından, hoca talebesinden, talebe hocasından, babalar çocuklarından, çocuklar babalarından, ev sahibi kiracıdan, kiracı ev sahibinden, amele patrondan, patron ameleden... İlâahiri. Şikâyetçi... İşin en feci tarafı yirminci asır insanı kendinden şikâyetçi. Kendi kendisiyle çıkmaz içinde... Ne kadar zengin olursak olalım, ne kadar yükselmiş bulunursak bulunalım hepimiz hâlimizden şikâyetçiyiz... Şükür yok! Küfür çok!... Kanaat yok!... İhanet çok!... Aileler çekilmez bir gaile hâline gelmiş!.. İçerde kızlar koca bekler... Dışarıda orospu kovalar erkekler... Evlenme yok!!.. Eğlenme çok... Velhâsıl işimiz berbat!.. Dünyanın hiçbir yerinde bir damla huzur kalmadı. Birleşmiş Milletler ideali, bir cennet hayali... Orada kafa çekilir, nutuk çekilir, veto çekilir. Fakat bu dert çekilmez artık. Bu nutuklar, bu vetolar ancak yevmî gazetecilerin işine yarar, başka bir işe yaramaz... Buhran! Buhran! Buhran!... İçeride buhran, dışarıda buhran!... İnsanlarda, milletlerde, ailelerde, bizzat fertlerde kendi içimizde sonsuz buhran ve eski bir söz var. “Her yol Roma’ya çıkarmış” Roma’yı yıkan işte budur... Şimdi kominform devletlerinde bütün yollar Moskova’ya, demokrasi cephesi de Vaşington’a çıkıyor. Bütün yollar Allah’a çıkmadıkça, bütün insanlar Allah’ta birleşmedikçe dünya huzura kavuşamaz. Bu sözde birleşmeler, antlaşmalar hep yalan! Hep boş!.. Bizi ve bütün insanları kol kol, yol yol, ayıran nedir? İmansızlık! Allahsızlık!... Allah'a giden yollarımıza kim durdu? Bizi can evimizden kim vurdu? Allahsızlar, imansızlar, ahlâksızlar, maddeciler, menfaatçiler, mideciler... Sömürgeciler... Bu mukaddes yolu servetler, şöhretler, apartmanlar, bizzat kendimizin varlığı, nefsimiz kesiyor, tıkıyor... Nefsimiz de dahil bütün bu şer kuvvetlerle mücadele etmedikçe, Allah’ın ve Peygamber’in dediği yoldan gitmedikçe kurtuluş yok! Huzur yok! Sulh ve selâmet yok!...
·
53 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.