“Sahi mi? Ben öyle hatırlıyorum... Nihat'la Profesör Hikmet'e anlattım. O
zaman sen yok muydun? Neyse, fakat
kaynını hapisten kurtarmak için
vezneden iki yüz lira aldığını, bunu
yerine koyamadığı için defterlerde kalem oynatıp işi idareye çalıştığını
herhalde söylemiştim. Aylardan beri
hep tereddüt içindeydi.
Büyüteç.
Kaynı mahkûm olsa, yahut beraat
etse kefalet olarak adliyeye yatırdığı
bu parayı alıp kasaya koyacak ve
defterleri tashih edecekti, fakat
mahkeme bitmek bilmiyordu... Bugün
odasına girdiğim zaman hemen
yüzüme bakıp o mahzun haliyle
gülümsedi: 'Halâ bir şey yok!' demek
istediğini anladım. Fakat ben
kararımı vermiştim. Gayet kısa
kesmek, bunun için de hiç
oyalanmadan, lakırdıya dalmadan,
makine gibi istediğimi söylemek
tasavvurundaydım... Şimdi pek
hatırlayamıyorum. Tamamıyla
yabancı biri gibi konuştum. Çoğunu
Nihat'tan öğrendiğim cümleler ve
tehditlerle zavallı adamı evvela
şaşırttım; fakat sözlerimin sonuna
doğru dudaklarında garip bir tebessüm belirdiğini gördüm. Derhal ağzım kurudu, sözümü kestim. O
zaman Hüsamettin efendi yerinden
kalktı. Bana doğru geldi. Yakamdan
tutup dışarı atacak sandım. Yapmadı.
Şimdiye kadar kendisinde asla
tesadüf etmediğim pişkin ve külhanbey bir tavırla: 'Aferin evlat, iyi
yetişmişsin!' dedi. Sonra kısık ve bana
o anda müthiş ve yersiz gelen bir
kahkaha attı: 'Zamanını da iyi intihap
ettin. Maalesef seni boş
çeviremeyeceğim. Mademki iki esnaf
karşı karşıyayız, açıkça konuşalım.
Dün gelsen metelik alamazdın, seni
tekme ile kovardım. Yarın gelsen beni
bulamayacaktın. Şeytan sana
fısıldamış herhalde... Mübarek
olsun... Ben bu işe daha fazla
dayanamayacağım... Bir nihayet
vermek lazım... Bu sabah kararımı
verdim. Kasada epeyce para var, bir
miktarını, daha doğrusu yüklenebildiğim kadarını alıp eve çoluk
çocuğun nafakası olarak bırakacak, ondan sonra da başımı alıp
gidecektim. Şeytan nereye çağırırsa
oraya... Bu dünyada başka türlü
olmak neye yarar? Dünyayı bizim
kayınbirader gibi adamlar istila
etmiş... Benim gibi bir acizin
debelenmesi fayda verir mi? Beş
çocukla bir karıyı süründürmeye ne
hakkım var... Sen şimdi bu sözlerinle
benim kararımı takviye ettin... Sana
teşekkür borçluyum evlat... Bana
dünyanın hakikaten suratına
tükürülmeye bile değmez olduğunu ve
bu dünyada suratına tükürülmeyecek
bir tek, ama bir tek insan bile
bulunmadığını sağlam bir şekilde
ispat ettin. Böyle biri mevcut olsa o
sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye
kadar içimde bir şüphe vardı. Şu
kâinatta belki bir de iyi taraf vardır,
fakat görmek bize nasip olmuyor diyor
ve seni düşünüyordum. Bir daha
teşekkür ederim. Beni boş hayallerle
avunmaktan, yaptığıma pişman
olmaktan kurtardın. Ben de kendimi, adam tanır bir şey zannederdim.
Senin suratına bakınca melanet dolu
ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir
insan görüyordum. Nah, bunak
kafa... Al şu iki yüz elli lirayı, beni
kimseye ihbar etme. Yarma kadar
sükût
Seçtin.
hakkı olarak veriyorum. Ondan sonra
istersen İsrafil'in borusunu al da
eflake ilan et... Vacibtaâlâ
polis olup gelse beni bulamayacak.
Yalnız senden bir ricam var...
Namusuna güvenerek istemiyorum.
Kendin için de bir faydası yoktur,
belki zararı olur da ondan
söylüyorum: Paraları alıp eve
verdiğimi ağzından kaçırma...
Nereden biliyorsun diye belki seni de
işin içine karıştırırlar... Merhametten değil, ihtiyaten sus... Haydi bakalım...
Benim gözlerimi açtın,
sana bir daha eyvallah Şimdi arabanı
çek... Namussuz insan suratı seyretmek
istemiyorum. Kendim kendime
yeterim... Durma... Defol!... Defol!..'
Sarhoş gibi odasından çıktım. Bütün
söylediği sözler birer birer beynimde
zonkluyordu. Yerinden fırlayacakmış
gibi büyüyen gözleri, yeis ve ümitsizlik
içinde, insanlara ve hayata karşı artık
teskin edilmeyecek bir kin ile titreyen
sesi peşimi bırakmıyordu. Macide,
yemin ederim ki dünya kurulalıdan
beri hiç kimse kendini, benim o anda
bulduğum kadar aşağılık ve iğrenç
bulmamıştır. Kendimi tokatlamak
istiyor ve bunu alabildiğine, kolumu
gere gere yapamayacağımı düşünerek
kuduruyordum. Pantolonumun sol
cebinde ve avcumda tuttuğum
banknotlar her adım atışımda
hışırdıyor ve bir çirkefe
dokunuyormuşum gibi içimi
gıcıklıyordu. Derhal daireden çıktım. Paraları bir köşeye atmak istiyordum.
Fakat zavallının birinin eline geçer
diye korktum... Dünyanın en biçare,
en alçak adamı bile, bu paralara
müstahak olacak kadar düşkün
değildi. “Ne yapmalı, ne yapmalı?”
diye düşünüyordum. Onları yanımda
bulundurduğum her an beni daha çok
şaşırtıyor, eritiyordu; fakat ben bu
işkenceyi nefsime reva görmeyi bir
nevi intikam sayıyordum... Birdenbire
kendimi Beyazıt civarında buldum.
Dolaşırken farkında olmadan
buralara kadar gelmişim... Derhal
aklıma Nihat'ın evinin bu taraflarda
olduğu geldi... Evet, o herif bu
paralara layıktı. Belki bunun ne
demek olduğunu anlamayacak, hatta
memnun olacaktı, fakat ben onun bu
iki yüz elli liranın sahibi olduğunu
bildikçe ondan nasıl iğreneceğimi
düşünüyor ve adeta haz duymaya
başlıyordum. Kumkapı tarafına giden
yollardan birinde oturuyordu. Evde
yoktu. Paraları boru gibi yuvarlayarak kapının altından içeri soktum. On
parasızdım, fakat biraz hafiflemiştim.
Oradan buraya kadar yayan olarak
geldim...”