Gönderi

Herkesin büyük bir ustalıkla gülerek geri çekildiği bir dünyaydı. Her yeni başlangıç yeni bir pişmanlık demekti. gittiği yerlerden yüklenip geliyordu insan yalnızlığını. Umutsuzluk öyle bir yılgınlık yaratmıştı ki herkes her söze inanır olmuştu. Çifte sürgülü kapılar aralandıkça buz gibi bir suskunluk sızıyordu eşiklerden. Herkes yaşadığı oyuğun soğukluğu ile orantılı bir kasıntı içindeydi. Eşyalar bile sahiplerinden daha sıcak, daha kişilikliydi. Gökyüzünü çarşılarda yitiren insanlar, odalarında yanan ışıklara bakarak niyet tutuyorlardı. Yıldızlar çoktan çekilmişti çatılardan. Kimse bir ayin gibi yaşamıyordu günün batışını. Kimsenin sabahla arındığı yoktu. Herkes ölçülü bir incelikle birbirine elini uzatıyor, ama kimsenin eli kimseye değmiyordu. Dokunmak nesnesiz bir duyguydu, insanın gövdesinde taşa kesilen. Küçük adamların büyük yalnızlığı doldurmuştu dünyayı. Senin yüreğin henüz yarasızdı. Yüzün bulut görmemiş bir göldü. Halka halka sıcaklık yayılıyordu sesinden. Gün ışığı ile gözlerin arasında bir ayrım yoktu. Kaşların kaş değil gökkuşağı idi. Gülmüyordun da binlerce yaprak, yağmur eliyordu toprağa. Gövden buğular içinde bir yoldu, herkesi yitik ülkesine götüren. Kötü sözlerin kederi düşmemişti henüz üstüne. Bir gülün açarken ki çıkardığı sesle konuşuyordun. Sözün insanın yüreğinden doğduğu bir mevsimdi yaşadığın. Ceviz ağaçları mı ırgalanıyordu kirpiklerin mi yerden bulutlara kalkıyordu, şaşırıp kalıyorduk. Akıl almaz bir düzlüktü alnın, bir ufkunda gün batarken bir ufkunda ya doğan. Tenin herkese çocukluğunu anımsatan bir masumluktu. Bağ yaprakları arasında bir çift üzüm salkımıydı kulakların. Adımların ancak kuşun kanat vuruşuyla açıklanabilirdi. Bütün yatakların gün günden büyüyen boşluğuydun. Mutlulukla arasındaki uzaklığı sana bakarak ölçüyordu insanlar. Herkesi geçmişiyle yüzleştiren bir vicdan, bir aşk olanağıydın bu azalan insan ülkesinde. Sonra araya zamanlar girdi, mekanlar girdi, insanlar girdi. Yaşamak, düşlerinin büyüklüğüne göre acı veriyordu insana. Yine de dünya, herkesten bir kalıba dökememişti seni. Bir gece yolculuğunda karşılaşmıştık, anımsar mısın? İkimiz de içimizdeki çocuğu dışımızdaki büyükle gizliyorduk. Ay ışığının sabaha kadar eksilmediği trenin camlarından, saatlerce bozkırın yalnızlığı akmıştı. Herkesin şarkısını göğsüne düşürdüğü gecenin geç vaktinde, baktığı camlar buğulanan iki iç çekiş olarak kalmıştık. “Gücenik güceniği saçının telinden tanır” demiştim, gözlerimi usulca indirerek suskunluğuna. Yüzünü camlardan toplayıp dönmüştün uzun yolculuğundan. Gülüşün, derin bir gölün menevişlenmesiydi. Nasıl da yakışmıştı sözüme ve geceye. Gizlice gönenmiştim. Gözlerindeki ağrıya güvenerek uzanmıştım parmaklarına. ” Sözcükler çok cılız bir terazidir yüreğin yükünü tartmada” demiştin; “gücenik elbette tanır güceniği, canına yapışmış durgunluktan.” Bir şeyin parçalarını bir araya getirmek ister gibi dönmüştün yeniden camlara. Gece daha mı kolaydı, daha mı zor, seçemez olmuştum. ''Her duyguyu dile getirmek gerekmiyor biliyor musun? Nasıl her duyguya isim koymak gerekmiyorsa.” Alnındaki bulutları öperek çekilmiştim kıyılarıma. Bunu elbette en iyi ben bilirdim; adını koyduğu her şeye yenilen ben. Gecenin verdiğini sabaha teslim ederek inmiştik trenden. Senin aklında, benim gövdemde bir karıncalanma, geldiğimiz yol kadar uzun bir suskunlukla bakmıştık denize, bir imkansızlığı ezber eder gibi. Sen yitirdiğini arıyordun, ben koruduğumu koyacak yer bulamıyordum…
Şükrü Erbaş
Şükrü Erbaş
··
9 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.