Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

BOON JOON-HO - OKJA
OKJA Bu bir film analizi olduğu kadar düşünce, eleştiri ve büyük bir öfkenin yazısıdır. Okja, yönetmenliğini Boon Joon-ho’nun yaptığı 2017 yapımı Netflix filmi. Filmin içeriğine değinmeden önce, Netflix süreci dolayısıyla karşılaştığı sorunlardan söz açmayı filmin politik duruşuyla da yakın buluyorum. Okja, gösterime girdiği 2017 yılında, Cannes Film Festivalinde, finansmanı karşılayan Netflix’i gösterim hakkı üzerinde söz sahibi etmesi gibi nedenlerle büyük bir patırtı koparmıştı. Bu patırtının arkasındaki sebep neydi? Netflix aylık üyelik satışından kazandığı paralarla Cannes’da gösterilen filmleri finanse edecek gücü ne zaman bulmuştu? Tam bu noktada iki soru beliriyor: Filmin yalnızca finansmanının Netflix tarafından yapılması Akademideki eleştirileri doğrular mı? Netflix’in filmi sinema salonlarından uzak tutması süreci nereye taşımaktadır? Netflix 1997 yılında, DVD satış ve kiralama üzerine kurulan, zamanla çok uluslu hale gelen bir şirket. Dağıtım ve içerik üretimindeki rolü yadsınamaz olmakla birlikte sinema sektörünü etkilemeye başladığı ve bu değişimin kendini üzerine kurduğu yani şirket mantığı üzerinden işlediği de apaçık ortada. Bunun elbette iyi ve kötü tarafları var, sinema dediğimiz sektör Netflix’ten öncede belirli dağıtım ve üretim şirketlerinin elinde tekelleşmişti, Netflix’in buna sunduğu ve bundan aldığı pay sinemayı ve diğer içerikleri televizyonlarda, bilgisayarlarda, telefonlarda evimize getirmek oluyor, sinema salonlarının geçirmekte olduğu dönüşüm de bundan nasibini alıyor. Hoş, süreç küreselleşmeyle beraber kaçınılmaz bir hal almıştı ve ‘’meyvelerini’’ gene küreselleşmeyi oluşturan, oluşturduğu kadar da ondan etkilenen bu tür platformlar topladı. Bu tür yaklaşımları oluştururken sinema izleyicisinin yapması gerekeni eleştirel bir gözle bakmak dışında bir yerde konumlandırmamaya çalışıyorum, bir filmi Netflix finanse etmiş diye yuhlamak ve izlememek, ya da önyargıyla yaklaşmak ile herhangi bir filmi sırf bağımsız bir festivalde gösterim aldığı için alkış yağmuruna tutan izleyicinin arasında bir fark göremiyorum. Nitekim Okja’da böyle bir film. Ederinden değerine birçok insanı henüz Netflix safhasında eleyen fakat içine girdiğinizde birçok soru işaretleriyle ayrılacağınız rahatsız edici, düşündürücü bir film. Film kısaca iki büyük canlının dostluğu üzerinden şirketleşmeyi ve endüstriyel üretimi konu alıyor. Büyük cüsseli Okja, bir laboratuar canlısı, biliyorsunuz kapitalizm artık laboratuarda genetiği değiştirilmiş organizmalar üretimine ciddi finansmanlar ayırıyor, ortaçağ’da kendini üzerine kurduğu Tanrı düşüncesini çok içselleştirmiş olacak ki bir canlının yaratılması üzerine tamamen söz sahibi olabileceğini meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu meşrulaştırma çabası da filmin giriş sahnesinde yer alan şirketin yeni CEO’su kapitalizmin pembe tarafı Lucy Mirando karakterinin konuşmalarında göze çarpıyor: ‘’Dünya çok büyüdü! Yeterli miktarda besin yok, insanlar açlık çekiyor hem de bugün burada ABD’de!’’ Şirketleşme mantalitesinin bu pembe yüzü, nüfusun önüne geçilmez hızına bir çözüm bulmuş bir dahi neredeyse: idealist bilim insanlarınca sevgiyle donatılmış ve pamuklara sarılmış (genetiği değştirilmiş), dünyanın dört bir yanındaki ‘’yerel’’ çiftçilere, o eşsiz doğal ortamlarda büyütülmesi ve bakılması için gönderilmiş (henüz manüfaktürleşmemiş, kapitalizmin yalnızca uzun basamaklar çıkarak ulaşmak zorunda kaldığı yerel üretim mekanizmalarının hizmetini kiralamış), ve karbon izi görülmeyecek denli az olan (tıpkı laboratuarlarının görünmezliği gibi) bu leziz süper domuzların üretimi... Lucy Mirando sahneye her çıktığında pembe konfetiler arasında babasının şeytaniliğinden ve ikiz kız kardeşinin soğukluğundan dem vuran bir CEO. ‘’Geliştirilebilir’’ ve ‘’sürdürülebilir’’ yeni nesil üretim mekanizmalarını devreye sokan bir devrimci neredeyse. Babası ABD’nin Vietnam savaşında insan derilerini kavuracak kadar incelten napalmin üreticisi büyük şirket aklı. Babasından sürekli rahatsız olan bu pembe kız kardeş filmde sahte domuz yürüyüşlerinden önce sahneye çıkmadan ‘’keşke böyle olmak zorunda olmasa..’’ diyor. Sanki böyle olmak zorundaymış gibi… Tüm bu beyaz yalanların içerisinde en az dostunun cüssesi kadar büyük bir kalbe sahip Mija karakterini tanıtıyor yönetmen: Mija, annesinin ve babasının yüzünü hatırlamıyor bir dağın başında dedesiyle beraber yaşıyor. Okja’dan başka arkadaşı yok. Okjayla uyuyor onunla uyanıyor. Dedesi Okja’ya Mija kadar düşkün olmamakla beraber ön kabulleri sürdüren bir karakter. Kader’den bahsediyor örneğin, onun kaderi bu deyip Okja’nın kapı üzerindeki bir resmini dörde bölüyor; Okja genç torununun en yakın dostuyken, dedesine göre fileto ve buttan ibaret. Temel birkaç karakterin yansıtılmasından sonra olay gelişiyor, Okja artık memeleri sütlenmiş güzel domuz yarışmasının birincisi: Mirando Company’inin yeni sosislerinin tanıtım yüzü. Bu esnada, hepimizin bildiği ama kimsenin üzerine konuşmadığı o mezbahane sektörünün savaşçıları çıkageliyor. ALF (Animal Liberation Front), hayvanlara özgürlük cephesinin yapmak istediği Okja’nın çipini değiştirerek çok sıkı güvenlik tedbirleri altında ‘’korunan’’ laboratuardan görüntü almak. Bu noktada Mija’dan onay almak zorundalar fakat birbirlerinin dilini bilmiyorlar. Bu kısımda filmden sonra tadı damağınızda kalacak ender repliklerden biri oluşuyor: ‘’Tercüme kutsaldır’’ Sürecin şeffaf yürütülmesine kendini adamış bir grup lideri ile ekolojik ayak izini iyiden iyiye azaltmak için yemek yemeyi reddeden grup üyelerinin olduğu bu sözümona marjinal grup, film boyunca şeffaflıklarıyla 1970’lerde oluşturulmuş manifestolarından ayrılmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. En az şiddetle en fazla yol düsturuna sahip bu örgüt Okja ile Mija’nın arkadaşlığına yalnızca seyirci olabiliyor. Mija karakteri ALF üyeleri kadar ‘’marjinal’’ değil, et tüketiyor, yahni yiyor, çünkü Mija et sektörünün arka planına oldukça yabancı, Mija et’in dedesiyle yaşadığı dağlarda balık avlamak gibi olmadığını öğrenecek. Gene de Okja’nın şiddet görmesinden onun kadar sakınan kimsecikler de yok, ALF üyeleri bile laboratuarda şiddet gördüğü için afallamış Okja’yı küçük arkadaşına zarar vermesin diye durdurmak üzere sopayı indirecekken buna güçsüz kollarıyla Mija karşı çıkıyor. Kanaatimce eşsiz, filmin bütününe savrulmadan gideceğimiz bu detaylarla film ilerledikçe daha da okunabilir oluyor, Mija’nın güvenlik personeliyle yaşadığı arbedenin medyaya yansıması bir kere, Lucy Mirando’ya göre şirketin başını yakacak olan bu, şirketimizin dahiyane CEO’su, laboratuar gerçeklerinden de, endüstriyelleşmiş et pazarından da çekinmiyor: şirketin bekasının şirketin imajı üzerine kurulu olduğunu biliyor. Bu pembe-beyaz yalanlarla laboratuarın içine Okja’nın gözüyle giriyoruz. Okja, zorla çiftleştirilecek, tat deneyimi yaşayacak gurmeler için etinden parçalar koparılacak, şiddete uğrayacak, korkacak, afallaşacak ve ağlayacak. Çünlü Okja, bir canlı. Film ile ilgili düşüncelerimi kaleme almadan önce birkaç yazıyı okumaya yeltendim, ve Okja’nın genetiği değiştirilmiş olmasından kaynaklanan hassasiyetinin tüm canlılara devşirilmemesi gerektiği üzerine akıllar veren birkaç ahmağa denk geldim, bu kişiler hayatlarında hiç mezbahane görmemiş, bir tavuk kesmemiş, çiftlik reklamlarında halay çeken ineklerin mutluluğuna aldanma kolaylığını göstermiş kendinden menkul kavramlarla dünyaya hiçbir şey katmadığı gibi bu düşünce yapısıyla dünyaya çok zarar verecek insanlar. Joon-ho’nun vejeteryanlık-veganlık ‘’güzellemesi’’ yapmadığını canla başla savunan bu arkadaşlara iki çift sözüm var: Bir canlıyla dostluk kurun, ve sevgiyi tanıyın bu sevgiyi kurarken insan-merkezli olmamaya özen gösterin, hoş buna dahi yeteneğinizin olduğunu pek düşünmüyorum ya, çünkü sevgi evrenseldir, tüm canlıları ve doğayı kapsar. Çünkü sevgi bizzat doğanın kendisidir. Tüm bunların yanı sıra şunu eklemeden geçemeyeceğim: Yönetmenin size verdiği kadarını almak zorunda değilsiniz, sinema bir tüketim aracı olduğu kadar bir üretim mekanizmasıdır da. Laboratuar sahnesi kadar rahatsız edecek bir diğer sahneye giriş yapalım şimdi de, mezbahane sahnesine. Yönetmenin sistem eleştirisi yapmak adına genetiği değiştirilmiş bir canlı seçimi yaptığını düşünmekle beraber sürecin bilfiil aktarıldığının altını çizmekte fayda var. Kapitalizmin mezbahanelerden ve laboratuarlardan ve görünürde reklamlarından ayrı ele alınamayacağının altı bu kadar rahatsız edici biçimde sahnelenmesi mükemmel olmuş.Çünkü süreç rahatsız olmadan ele alınabilecek bir süreç değil. Parazit’te de bunu görmüştük, Joon-ho orada sınıf ayrımlarına vurgu yaparken, Okja’da bu sınıfsal farkın günümüzde en büyük oluşturucularından biri olan şirketleşmenin, ‘’diğer-öteki’’ olarak tanımladığımız canlılar üzerindeki sömürüsüne değinmiş. E kapitalizmin olduğu yerde de sömürü kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla vurgulananın sistemin kendini üzerine kurduğu artık-değer mekanizması olduğu Joon-ho’nun eleştirdiği her şeyin kökenini oluşturmakta. Öyle ki, mezbahanedeki o iç parçalayıcı gerçeklerin olduğu sahnedeki konuşma özel mülkiyet sorgulaması yaptırmadan edemiyor, küçük Mija arkadaşının basınçlı silahla öldürülmesinden ve nitelikli kesim cihazıyla kafasının kesileceği sahnede önce kasap olan adama Okja’yla kendisinin küçüklük fotoğrafını gösteriyor, fakat bu adamın zihninde bir karşılık bulmuyor gibi gözüküyor çünkü o bir şirket çalışanı ve yaptığı iş kendisini kendisine yabancılaştırmış durumda. Tam bu sırada kapitalizmin diğer yüzü geliyor ekranlara: Nancy Mirando, birazdan özel mülkiyet güzellemesiyle ta Roma zamanlarından akıllarımıza gelecek o meşhur ‘’bitir işini’’ hareketini yapacak ta ki küçük Mija’nın dedesinin evlenmesi için çeyiz olarak hazırladığı o küçük altın domuzu ayaklarının dibinde buluncaya kadar. Burada önemli olan milyon dolarlık bir şirket sahibinin neye tamah ettiği değil, bunlarla yetinmediği ölçüde bir şirket sahibi olduğu. Bunun kilit bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bu tür, Batı’nın o rasyonel aklıyla yoğrulmuş beyinlere sahip insanlar, şirketleşme sürecine yalnızca varlıklı olmak/olmamak gözüyle bakmıyorlar Joon-ho’nun başarısı da bunu enfes bir şekilde yansıtmasından kaynaklanıyor: Mülk sahipleri iş yapıyor, küçük bir kızın altın domuzcuğu bir canlının ölümünden daha değerli çünkü sistem kendini savunamayacak kadar güçsüz bırakılmış, ayrıştırılmış, belirli aldatma mekanizmasında asılı bırakmış ya da aldanmayı ‘’seçmiş’’ tüm canlılar üzerinden döndürüyor. Okja’yı endüstrileşme üzerine kurulmuş bu çirkin düzenin; şirketlerinin, kara pençelerinin, primlerinin, reklamlarının güvencesiz çalışan ve sömürülen tüm canlıların üzerine inşa edilmiş gerçekleriyle eşsiz ve dilsiz bir dostluğun sıcaklığıyla anlatmayı başarmış büyük yönetmen Boon Joon-ho’nun sinema dünyasına bir armağanı olarak görüyorum. Rahatsız olmalı, rahatsız olduğumuz boyutta harekete geçmeliyiz, çünkü başka bir dünya mümkün. İLAYDA D. CANER
··
64 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.