Gönderi

On sekizinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, nasıl ki Tanrı bazıları için şeytani bir boyut taşıyorduysa, Aydınlanma aklı da gözü korkmuş pek çok gözlemci için en az onun kadar karanlık, şeytani ve patolojikti. Sadece Fransa'daki Terör bile Aklın iddialarını çoğu Avrupalı düşünür nezdinde itibarsızlaştırmaya yetiyordu. Akıl azgın saldırılarına devam ettikçe ve karşıtına dönüştükçe, aşırı şiddette bir ışık gözleri kamaştırıyor ve karartıyordu. Swift'in dokunaklı bir biçimde farkına vardığı gibi, bir sonsuzluk furyası insanı çıldırtabilirdi. Akıl bir kez bedenin duyusal sınırlarıyla bağlarını gevşettiğinde, bir çılgın gibi insanlığa saldırıyor ve onu lime lime ediyordu. İnsan bedeninden koparılmış bir akılsallık, Lear benzeri bir delilik türüydü. Nasıl ki Tanah'ta Tanrı, tüm putları ve dindarca ilüzyonları katlanılmaz ölçüde koşulsuz sevgisiyle yakıp yıkan bir güçse, akıl da incelikli soyutlamalarıyla öldürebilir ve sakat bırakabilirdi. Bir insan her tür dürtüyle cinayet işleyebilir; fakat muazzam ölçekteki cinayetler neredeyse her zaman fikirlerin bir sonucudur. Aydınlanma Aklının bir bedeni yoktu ve dolayısıyla, kanaat oydu ki, hükmettiklerinin duygularını hissedemezdi. Aydınlanma akılcılarından romantik sanatçıya doğru yolculukta vurgu düşüncelerden duygulara doğru kayarken, beden daha duyusal, sezgisel bir akılsallığın modeli oldu; bir gül yaprağının dokusu ya da yanan odunun kokusu, tam da dolaysızlığı nedeniyle insanın Mutlak'ı kavrayışına benziyordu. Bu bağlamda, akılcı ya da söylemsel olan tek hareketle iki yönden - altından keserek ve üstünden süzülerek- baypas ediliyordu. Beden bir bilgi formuydu; fakat Holbach ya da d'Ambert'in kabul edeceği türde değil. Bir insanın sol ayağının nerede durduğunu bilmesi için bir haritaya ya da cep pusulasına ihtiyacı yoktu
·
9 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.