Gönderi

Ben Ölmeden Dalga dalga yayılan soğuktan gözlerinin kenarlarında sıcak yaşlar hissetti. Anayola baktığı zaman bineceği otobüsün duraktan ayrılmakta olduğunu gördü. Otobüse uzun uzun iki ıslık çaldı. Otobüs durdu otobüsteki bütün çiftli koltuklara bayanlar tek oturmuştu. Bayanların birinden izin isteyerek yanına ilişti. Eskiden olsa koltuktan düşecek kadar yanındakine uzak oturarak "Seni rahatsız etmek istemem. Benden sana zarar gelmez." iletisi vermek için uğraşırdı ama şimdi böylesi bir çabayı dahi gereksinmedi. Evet çok cahilce ve toptancı bir yaklaşım ama kendini çoğusundan daha güvenilir buluyordu. İşte tam da burada kaybediyordu. O ise bu savına kendince bütün zindeliğini yitirmeye yüz tutmuş anılarını şahit tutuyordu. Yolboyu epeyce düşündü. Hiçbir kötü alışkanlığı yoktu ama bir yönü vardı ki onun yaşamını zorlaştırıyordu bazen. Bu çoğu anının yakasına yapışan "düşünmek" ti. Düşünmek hele hele duyarsız bir çevrede yaşadığını düşünerek düşünmek onu çok ama çok yoruyordu. Önünde bir hayli telaşlı biri oturuyordu. Epeyce bir süre onu inceledi. Hatta otobüsten inişini, tavırlarını anı anına kaydetti ve onun her davranışını gözden kaçırmamak için etkin dinlemede "kulak kesilmek" deyimi ne kadar kesin bir ifade ise birini gözle izlemekte de o derece kesindi yaptığı. İzlediği kişi otobüsten indikten sonra dahi buz tutmuş camların dışarıyı seyretmek için kazınmış yerlerinden onu izlemeye devam etti. O durakta inecek yolcular da indikten sonra otobüs yoluna devam etti. Artık son durak yaklaşmıştı. Otobüsten indi. Ovayı keskin bir bıçak gibi kesen demiryolunun raylarını aştı. Çevresindeki her ayrıntıyı dikkatle izlemeye koyuldu. Kendince bir yöntem belirledi ve çevresindeki her ayrıntıya yabancılaştı ve onları ilk kez görüyormuş gibi yeniden ve yeniden izledi. Çok da uzak durmayan buğuların bir kısmını rüzgar süpürürken bir kısmı da hiçbir endişesi olmayan kuşlar gibi göğe yükseliyordu. Artık köprüye yaklaşmıştı. Kaplıca suyunun ayağını taşıyan borunun çatlak yerinden devirli olarak sular birkaç metre uzağa fışkırıyordu. Daha uzağa fışkırmaması için borunun birkaç yeri peştemallarla sarmalanmıştı. Sudaki kükürt kokusu ise onu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Nefes alırken içine çektiği havadaki kükürt kokusuna tahammül edemiyor ciğerlerine çektiği havayı içinden fazla tutmadan burnundan dışarı veriyordu. Ağzını özellikle kapalı tutuyordu. Sanki ağzını açtığı zaman kükürt kokulu suyu tatmış gibi olacağını düşünüyordu. Zaten kükürtlü kaplıca suyunun içtiğini varsaymak dahi midesini ağzına getiriyordu. Rahatlamak için kendine birkaç telkinde bulundu. Bunlardan ona en çok rahatlatanı şuydu ki: " Farz et kaplıcadasın ve oradan çıkarken abdest alacaksın. Elbet abdest alırken bu suyu da ağzına almak zorundasın ve işte su ağzında." Midesi yine bulandı.Tükürdü. Bir Gün Sonra Bugün kimseyle konuşmak istemiyordu. Durakta iken uzun uzun lakırtı eder diye yaşlı adamla dahi konuşmadı. Her sabah içinden hakaretler yağdırdığı bazı insanları düşünmek istemedi. Yanına konuşmak veya soru sormak için gelme olasılığı olan insanlarla iletişimine kesin bir ket vurmak için gökten düşmesi muhtemel paha biçilemez bir göktaşının düşüşünü beklermiş gibi müthiş bir dikkatle otobüsün geleceği yöne odaklandı. Ufukta değerli göktaşımız otobüs göründü. Buna fazladan bir tepki vermedi. Aslında otobüs de ayakta gitmek de umrunda değildi zaten. Her gün kendisine binlerce beddua yağdıran bir insan vardı.Bir keresinde kendisine iyice haddi aşıp "köpek" deyince şunu söylemişti " Ne olmuş yani bugün aşırı fanatik Yahudilere de sorsan bana "köpek" derler ama bu söyledikleri onların haklı olduğunu göstermez. Ben gerçek Müslüman olduğum sürece her zaman ben üstünüm." Bu analoji onu fazlasıyla rahatlatıyordu da rahatlatmasına ama bu tarz basit analojilerin onu bu denli hayata bağlamasına o kadar şaşırıyordu ki bazen zekasında bir gerilik olup olmadığını iyiden iyiye sorguladığını iddia etse yalan olurdu. Ama sonuç itibariyle bu analoji işe yarıyorde ve bazen de faydacı davranmak gerekiyordu. İşte bu arada otobüs tam da önünde durmuştu ama gariptir ki otobüse binme sırasını diğer yolculara verdi. Engin bir sağduyu ile onların otobüslere binişini izledi. Bundan garip bir zevk aldı. Neredeyse gözleri dolacaktı." Ben fazla yaşamam." dedi. Bugün canı kitap okumak istemiyordu.Yalnızca düşünmek istiyordu. Bu kadar sağduyu yeterliydi ve düşünce olarak ters istikamete yöneldi. Kendi dışındaki bazı durumlarda ne tahammülsüz olduğunu düşünmeye başladı. Gerçekten çocukluğundan beri içinde bulunduğu çevreye büyük bir tahammülsüzlük vardı. Bu illeti içinde o denli büyük bir yere sahipti ki onu aşmak veya anlamsız tahtından küremek neredeyse imkansızdı. Bu sabah cam kenarına oturduğu bu çiftli koltukta yanındaki boş koltuğa insan türüne dair hiç ama hiç kimse otursun istemiyordu. Otobüs soğuk sokaklar arasında kuyruğu yanmış bir kedi gibi dolanırken tarihi yapılar makyajlı halleri ile uykularından yeni yeni uyanıyordu. Güneş daha yeni doğuyordu, gözlerine inanamadı. "Ne, güneş yeni mi doğuyor?" Böylesi soğuk bir iklimde güneşten önce mesaiye başlamak... Akşam gittiği misafirlikte küçük çocuk ona demişti: - Bir dahaki sefer güneşte gel olur mu? - Güneşten kastın sabah gelmemse her sabah güneşli olmaz güzel çocuk, demişti. Bunu hatırlayınca gülümsedi. Tam bu esnada otobüs durakta bekleyen birkaç yolcuyu aldı. Yolcular otobüse binerken o da duasını üç kez tekrarladı: "Yanıma kimse oturmasın Allah'ım! (Âmin) Bir an üçüncü duasından sonraki "Âmin" i yanına oturan birinin dediğini düşündü ve partizanlara has bir üslupla gerildi. Daha sonra bu hayal ona çok komik gelmeye başladı. Kahkahayı basmamak için kendini zor tuttu. Sonuç itibariyle duasını etmişti ve iş başa düşmüştü, işe koyuldu: Ölü taklidi yapmak... İnsanlar ölülerden pek hoşlanmazdı. En güzel ölü taklidi; uyumakta veya uyuyormuş gibi yapmaktan geçiyordu. Başarılı olamayabilirdi çünkü hiç uykusu yoktu. Bu onun içinde bulunduğu gerçeklikle ilişkisini kesiyordu ama uyuyormuş gibi yaptı. Bunu yaparken bir aralık dirilip şunu da söylemeye hazırdı: "Ey insanlar benim yanıma oturmayın. Ben de bir zamanlar sizin gibiydim sizin gibi gülüp sizin gibi konuşurdum ama sizden farklı düşünürdüm. Maalesef ki öldüm. Siz ölüleri sevmezsiniz hem öyle olmasa..." Bu çok saçma geldi ona. Düşünmeye devam etti: "Artık her şey bütün bütün yorgunluklarda kaybolup üzerime çökerken bir de koltuğunuzda hakkınız olanın sınırlarını aşıp yanınızdaki koltuğun sahillerine açılmanızı gerçekten çok rahatsız edici buluyorum. Bu böyle olmamalı." Bereket versin kimse yanına oturmadı kimseyle muhattap olmak zorunda kalmadı. Yazı yazarken "Kimse ona ne yapıyorsun?" demeyecekti. Birilerince, hiçbir Edebiyat veya Dilbilgisi eğitimi görmemiş kağıt israfı yapan çakma yazarlara ve kadın düşkünü bazı editörlerin insafına peşkeş çekilmeye çalışılan Türk Yazını bugün büyük bir buhrandaydı. Bütün bu buhranlar kördövüşü ilginç çatışmayı körüklerken "Orada küçük egolarınızla birbirinizi yiyin." dedikten sonra Dünya Edebiyatı okumak ne iyidi. En azından şimdi keman ve piyano ağırlıklı bir şeyler dinleyebilirdi. Saçma sapan rahatlığıyla insanların üzerine abanan insanlara tahammül etmek ya da yanına oturup da yol boyunca telefonla konuşan birini dinlemek zorunda kalmıyordu. Mükemmel bir klasik müzik, güzel bir kitap ve düşünmek... Yalnızlık şimdi ümitleri muştulayan kavşak, varlık perdesini şeffaflaştıran ışık, benlik kapısından sıyrılıp işe yaramazlardan kurtulmak için işe koşulmuş arınış ve bütün sözde sorulardan ziyade öze dair sorunlara odaklanan cevaptı. Ne çok gariplik vardı şu hayatta: Ölümlerden sonra kümbetler diktiğimiz de oldu Rab katında diri olanlara kefen bulamadığımız da ama bir gerçek vardı ki bütün bunlar ve dahası biz insanlar sınanırken oldu. Yaşam insanlar arasına aşılmaz setler çekti ve şu uçsuz bucaksız yalnızlıklar dahi biz sınanırken başımıza geldi de aslında sınanmak için birer vesileydi sanki onlar. "Peki yalnızlık zor ise neden insanlardan kaçıyorsun?" diye sorulsa ona da bir cevabı vardı: " Her insan her yalnızlığa ilaç olabilir, diye bir şey mi var?" O güzel çayırları ve hemen ardında yükselen dağları izlerken de yalnızlığın sadece insanlara vergili olamayacağını düşündü. Belki de onun şu kısacık ömürde katlanamadığı yalnızlığa, çayırlar ve dağlar bin yıllardır katlanıyordu. Bu onu biraz olsun rahatlattı ama yine de ürktü çünkü o bugün dağların kabul edemeyeceği teklifi kabul eden "cahil insan" dı. Dağların yükü onun yükünün yanında bir hiçti. Asla ödeyemeyeceği borçların altına giren bir adamın bütün hüzünlerini günah yüklü sırtında hissetti. Akşam Günü bin bir düşüncenin arasında geçirdi. Yükünü çekmeyi düşünce dişlilerinin üstlendiği değirmenin ambarına ne bulduysa savurdu. Gökyüzü şimdi kapkaranlıktı. Göklerin karanlık yansıdığı suların üzerine kurulmuş köprü karanlık suları endişeyle izliyordu. Kuşların göç tasaları uzaklardan da olsa görülmeye değerdi. Eski günlerin tazeliğini anımsatan ilginç ve artık olay örgülerinin birbirine karışmaya başladığı anılar ve onların belekteki izlerini bulanıklaştıran çağrışımlar, hiçbir muhatabı olmayan aşk, hiçbir muhatabı olmayan düşünce ve varoluşa dair hiçbir imgesi kalmayan her şey artık Allah'a yönelmeli idi. Bir Saat Sonra Ağaç dalındaki küçük kuzgunlar da göç tasasındaydı ve ağaç dallarındaki küçük kızgunların kaygı yüklü ötüşleri zamanın boynuna boşluk devşiriyorlardı. Sesler boşlukların ötesinden geçerken yaprakları dahi kımıldamayan giz dolu aryaların önünde sürüklenen çalılar seslerin ince dalgalarında gezinen rüzgar, zaman boşluğundaki bir şeylere dair bilinmeyenleri fısıldıyordu. Kulağında yankılanan seste zorakilik düzlükleri, bacası uçmuş damlar, aklı beş karış havada kıpkızıl tutarsızlıklar ve ölüm vardı. Bir yere ulaşmak için tam da adımlarımızı hızlandırdığı esnada ardımızdan bize adres sormak için yaklaşan birini duymazdan gelip hiçbir şey olmamış gibi yola çıkmak gibidir bazen hayat. Sonrasında duyarsızlaşmış ve hafif ağırlaşarak yoluna devam eden ama bir yandan da omuzları çökmüş utangaç adımlar son aşamada utanmaktır. Hayat yolda yürürken yolun sağından yürümeyip üzerimize üzerimize yürüyen insanlar gibidir bazen. Bu durumda yolun sağında yürüyüp kurallara uymanız da bir şey değiştirmez. Bazen de hayat gibi düşünceler de dalgalar gibi bazen kabına sığmaz bazen de huzurumuzdan hürmetle geriye çekilir. Hayat böyledir işte adres soranlar gibi her seferinde yanımıza yaklaşıp cevaplamanız bekleyenler gibi soruları vardır. Bizim ardımızda bıraktıklarımızın ardından yetişmemiz gereken yerler vardır. Mesela ölüm gibi. Bazı anılarımızda bizi etkisini aldığı uçurumlarından sarktığımız öfkeler garip yaşantılarımızdan sonra gelerek bizi takip eden ve belli doygunluklar arayan bir savunma mekanizması olabiliyor. Öfke yaşantılarımızı geriden takip eden bir çağrıdır. Öfkelenmemeye çalışmak dahi onun ortaya çıkması için başlı başına bir nedendir. Artık sık sık bir şeylerle çatışmaya girer olmuştu. Son zamanlarda en çok çatışmaya girdiği şeylerden biri de bazı insanların "yersiz eleştirellik tutumu" idi. Bu tutuma insanların hayatlarının her anında maruz kalabileceğini biliyordu. Şimdi sesli düşünüyordu: "Otobüs durağında kulaklık taktığınız için size ters ters bakan insanlar olabiliyor. Kendilerince yarım yamalak toplumsal yaşayış kurallarından aldığı yetkiye dayanarak insanları küçük görebilme yetkisini kendilerinde görebiliyorlar. Bu insanlar bunu yaparken aşırı özgüvenli davranmalarının sebebi de bazı kesimlerin kendilerine mâl ettikleri saçma sapan misyonlar ve bu konuyu biraz daha açmak gerekirse ben hürmetkâr biri olmama rağmen bazen bazı yaşlı insanlardan uzak duruyorum. Örneğin bazen bir durakta, bir sokakta veya herhangi bir yerde biraz farklı olan gençlere bazı insanların öyle garip bakışları var ki... O bazıları o davranışıyla muhafazakar bir misyonu tamamladığını zannediyor peki "Yaradan' dan ötürü sevmek" ve "sonuna kadar tahammül etmek" yok mudur muhafaza edilmesi gerekenler arasında? Neden muhafazakâr bazı çevreler iman ve vatanperverlikle birlikte hoşgörüyü muhafaza etmez? İnsanları dışlamak bazen dışlanan insanların tahammül sınırlarını aşmaz mı örneğin lise veya üniversite kantinlerinde sahipsiz ama düşünen çocukların belli çevrelerce sistematik olarak tehdit edildiğini bilmek ona acı veriyordu. Bilinçli bir yıldırmaya maruz kalmak hem de neyi savunduğunu dahi bilmeyen, okumayan, üretmeyen insanların bu akımların maşalığı ve toplumun bu çıbanı kabullenmesi. Geçenlerde bilgilenme amaçlı bir seminer düzenlemişti. Soğuk salonda konuşmaya şöyle başlanmıştı: "İçinizde .........' ı bilen var mı?" İşin garip noktası semineri verenin grubun vereceği cevabı dahi beklememesiydi. Hatta bu durumu düşünmelerini beklememişti bunu bir adım daha ileri götürerek soru işaretinden sonra bir boşluk dahi bırakmamıştı sonunda. Soruyu soran saliseler içinde salondaki herkes adına cevap vermişti. Aslında şimdi bütün bunlar kimin umrundaydı ki... .... Selim SUÇEKEN
·
179 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.