Gönderi

496 syf.
8/10 puan verdi
·
Read in 7 days
MARTİN EDEN YAHUT JACK LONDON ÜZERİNE
Uyarı : Bu inceleme eser hakkında bilgi içermektedir. Bölüm 1 -Eserin Yazılma Süreci- 1876 Amerikası’nda doğan London,babası tarafından kabullenilmeyip adeta 1-0 geriden başlıyor Sheakespeare’in ifadesiyle hayat denen bu oyuna.Hem çalışıp hem de okurken işler daha da kötüleşince 13 yaşında okulu bırakmak zorunda kalıyor.Sonrası ise aklınıza gelebilecek en ağır işlerde hem de henüz o yaşlardayken çalışmaya başlaması.Neler yapmıyor ki !İstridye korsanlığı,ütücülük, boksörlük,savaş muhabirliği,altın arayıcılığı bunlardan sadece bazıları.Hastalıklar ve ağır çalışma koşulları altında vahşi kapitalizmin dişlileri arasında ezilerek yoksulluk ve yoksunluk içinde büyüyor emekçi(proleter) yazarımız.Fakat yukarıdan ona doğru bakan büyük sopaya bir anlık da olsa kafasını çevirebilme imkânı bulmasını sağlayan ve onu işçi sınıfındaki diğer arkadaşlarından ayıran bazı avantajları var: gözlem gücü,ince zekâsı,okumaya ve yazmaya olan düşkünlüğü.Bu kırılma noktasını kendisi şöyle anlatıyor: “Toplumsal çukuru olanca somutluğuyla gördüm.Çukurun en dibinde onlar vardı.Biraz yukarılarda da ben duruyordum.Var gücümle kaygan duvara sarılmıştım.Ömrüm boyunca gövdemle bir hayvan gibi çalıştım ve ne kadar çok çalıştıysam çukurun dibine de o kadar fazla yaklaştım.Bu çukurdan çıkacağım ama pazularımı kullanarak değil.” Kendisiyle ilgili bu saptamayı yaptıktan sonra en son yazar olmaya karar veriyor London. Sahip olduğu doğal yeteneklerle ve birebir deneyimlediği yaşantılar esnasında yaptığı müthiş gözlemleriyle zaten buna fazlasıyla hazır.İçgüdülerinin ve kişiliğinin ona sunduğu inanılmaz azmiyle tam anlamıyla yazar olmaya adıyor kendini ve bunu başarıyor da.33 yaşına geldiğinde artık “Vahşetin Çağrısı,Beyaz Diş,Demir Ökçe “ gibi yapıtlarıyla dünya çapında bilinen bir yazar oluyor. Başlangıçtaki amacı olan hayatta kalmayı büyük bir mücadele sonucunda başarmakla kalmayıp üstüne sınıf atlayan ve bu sınıf içerisinde maddi anlamda yer edinen London,maalesef süreç içerisinde ruhunun aldığı onca yara bereyi bir türlü saramıyor.Düşlediği hazzı ve mutluluğu yakalayamayan yazarımız düşünsel anlamda içinde bulunduğu karmaşık ortamdan kaçmak ve nefes alabilmek için aidiyet duyduğu denizlere atıyor kendini.İşte bu yolculuk sırasında yaşadıklarının toplamından elde ettiği birikimin gücüyle bu eserini yani “Martin Eden”i ortaya çıkarıyor. Bölüm 2 –Eserin Konusu- Martin Eden,19. yy. Amerikası’nda kalabalık ve yoksul bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelir.O dönemde ABD; iç savaşın açtığı yaraları sarmaya çalışan, kapitalizmin egemen düzen olarak yerleşmeye başladığı,toplumsal ve ekonomik alanlarda çalkalanan bir ülkedir. Annesinin 11 yaşındayken ölmesi üzerine kardeşleri gibi başının çaresine bakmak durumunda kalır ve okulu bırakır. Yaşadığı yer olan Oakland’ın okyanus kıyısında olması onun daha çok gemi işlerinde çalışmasına yol açar.Dünyanın birçok yerini(Azor,Mauri,Tahiti,Seyşeller,Hawai,Yokohama…)görür.Çok güçlü bir fiziğe, keskin bir zekâya aynı zamanda yüksek bir gözlem gücüne sahiptir.Atılgan ve gözüpek bir gençtir. İşçi sınıfından olan diğer birçok insana göre okumayı seven bir yapısı vardır.İnsanlar,doğa aslında hayat ve işleyişi hakkında pek çok şey öğrenir bu sayede. 21 yaşındayken Oakland’a, zihninde inanılmaz büyük ancak dağınık bir bilgi kümesiyle ve bir sürü yaşantıyla döner.Bir olay sonrasında burjuva sınıfından olan Ruth’la karşılaşır ve ona aşık olur.Ruth burjuva sınıfından bir ailenin edebiyat bölümünü bitirmek üzere olan;,insanlar,toplum,dünya ve hayat hakkındaki görüş ve düşünceleri okulda öğrendikleriyle kitaplarda okuduklarından ibaret olan kırılgan bir kızdır.İstemsizce kaba saba konuşan,örgün(düzenli) eğitimden uzak kalmış,işçi sınıfına mensup karakterimiz aşkına giden en kestirme yolun yazarlıktan geçtiğini ve bu yol için gerekli azığın zaten kendisinde bulunduğunu kısa sürede fark eder.Her şeyi göze alıp kendisini müthiş bir mücadelenin koynunda bulur ve aşkına ulaşmak için binbir türlü fedakârlıkta bulunur.Fakat çoğu zaman uzak okyanuslarda karşılaştığı en zorlu fırtınalarla boğuşan Martin,aşk adlı deniz fenerinin kutsal ışığı sayesinde karayı bulmasına ramak kala onun birden sönmesi üzerine derin bir sarsıntı geçirir ve bunu atlatamayarak derin ve sonsuz okyanusta kaybolup gider. Bölüm 3 –Eser İncelemesi- Martin Eden aslında London’ın bir nevi kendisiyle yüzleşmesi.Yapmak isteyip de yapamadıklarını Martin yoluyla edinmesi bana kalırsa.Biraz da kendisiyle ilgili bir gelecek öngörüsü. Romandaki olayların ve karakterlerin birçoğu yazarın hayatında da yer etmiş ögeler.Örneğin Martin’in sevgilisi Ruth karakterinin London’ın hayatındaki karşılığı Mable Applegarth.Kütüphaneye gittiğinde Martin’e yardımcı olan görevliyi Ina Coolbrith ya da ilerleyen safhalarda yakın dostluk kurduğu şair arkadaşı Brissenden’i George Sterling olarak görmek mümkün gerçek hayatta. Fakat her ne kadar esas tema yazarın kendisi olsa da kurgusal anlamda yaptığı düzenlemeler kitabın türünü tam bir özyaşamöyküsü olmaktan çıkartıyor.Bu bağlamda hikâyenin insanlık tarihinin en sık kullanılan konusunu ve olay örgüsünü içermesine takılmamak gerekir.Sonuçta kendi hayatından bahsediyor London. Fakat London’ın temelde ortaya koymak istediği zihnini gözler önüne sermek hem de tüm çıplaklığıyla. London’ın bulunduğu ortamlar,görüştüğü insanlar ve tanıdığı hayatlar üzerinde oldukça iyi bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu zaten söylemiştim.Bu gücünü zengin yaşantılarla sıkça kullanabilmesi ve zekâsı yoluyla hepsini bir potada eritmesiyle de ortaya ardında derin izler bırakan eserler çıkıyor hâliyle.Fakat bu kitabında giriş bölümünün gereksiz detaylar,tekrarlar ile yok yere uzatıldığını ve bunun da normalde akıcı,sade sayılabilecek anlatımının sürükleyiciliğini kısmen de olsa sekteye uğrattığını söylemek zorundayım. Yaşamının erken dönemlerinde yalnız olan ve yalnızca hayatta kalmaya çalışan London gibi Martin de bireyci bir düşünceyle karşımıza çıkıyor.Herbert Spencer her ikisi için de çok önemli bir düşünce insanı.Spencer’ın 40 yaşına kadar hiçbir eğitim almamış olması da London’ın onun düşüncelerini benimsemesini kolaylaştırmış olabilir belki de,kim bilir?Toplumun keskin ve kalıplaşmış yargılarının bir giyotin gibi Martin’in başının üstünde sallandığı kısımlarda Nietzsche’nin fikirlerini yansıtıyor olsa da ondan asla vazgeçmiyor ve tüm yolculuğu boyunca onun düşünce sistemininin sadık bir takipçisi olarak kalıyor.Bu bağlamda Martin’in tek istediği bulunduğu konumdan ve durumdan sıyrılıp kendi hayallerini gerçekleştirebilmek ve ideâline ulaşabilmek.Toplumla veya onların içinde bulundukları durumla ya da onları bu durumdan kurtarabilecek değer yargılarıyla hiç ilgisi yok.Güzellik ve estetik aklındaki her şeyi oluşturuyor.Bunları Ruth karakterinde somutlaştırıp nasıl ki bir dağcının kendisine belirleyebileceği en zorlu hedef Everest ‘e tırmanmaksa o da Ruth’a ulaşabilmek gibi zor bir hedef ediniyor kendisine. “ Aşıkları öbür yaratıkların üstünde sayıyor ;kendini zenginliğin ve mantığın,kamuoyunun ve alkışların sonuç olarak yaşamın üstüne çıkan ve bir öpücük için ölen Tanrı’nın çılgın aşığı olarak görmekten büyük mutluluk duyuyordu.” Birçok şeye katlanıyor bu uğurda.Yeri geliyor aç kalıyor,eşyalarını rehine veriyor,tefeciden borç alıyor ; yeri geliyor günde 16 saat cehennemvari bir odada canhıraş bir şekilde ütü yapıyor.Bir yandan da özetle “Yazarlık gibi boş işlerle uğraşmayı bırak. Düzenli bir işe gir artık Martin.” şeklinde üstüne dalga dalga gelen mahalle baskısını bir dalgakıran gibi kırması gerekiyor.Sürekli taciz ateşlerine maruz kalan ve surlarında açılmadık gedik kalmayan bir kale hâlini alsa da yine de tüm bunlara göğüs geriyor.Tüm bu yaşadıklarının hiçbirisi onun hayâllerine zarar veremiyor çünkü sahip olduğu tutkunun verdiği emeğe eşlik etmesi onu ayakta tutuyor bana kalırsa. Canını sıkan şeyler de oluyor tabi.Düşünsel anlamda geliştikçe; vardığı yargılarla,Ruth’un geleneksel eğitim ve görüşlerden oluşan yargılarının arasında derin uçurumlar olduğunu fark ediyor.Romanın daha ilk kısmında şair Swinburne üzerine olan düşüncelerinde fark edilen bu durumu;yazar, hakim bakış açısıyla kaleme aldığı bu romanda sayfalar ilerledikçe daha da belirginleştiriyor.Fakat içten içe Özdemir Erdoğan’ın “Sevgi anlaşmak değildir.Nedensiz de sevilir.” anlayışı içerisinde gözlerini kapıyor gerçeğin bu yansımalarına. “ Martin kimdi ki bütün dünya yanılırken haklı olacaktı ?Herhangi bir devrimci fikre sahip olamayacak kadar kurulu düzene bağlı biriydi Ruth.” “Ruth’a göre yoksulluk pek de hoş olmayan bir yaşam biçimiydi.Bütün bilgisi bu kadardı.” “…ona olan aşkının saçimlerde eşit haklara sahip olmaya yönelik kendisiyle uyuşmayan görüşleriyle ne ilgisi vardı ?Aşk mantık vadisinin ötesinde,dağların üstündeydi.” Toplumsal yargılar-bireysel değerler çatışmasının dozu arttıkça kendini toplumdan daha da soyutlayan Martin, Nietzsche’nin üst insan kavramına ilişkin görüşlerini daha da sık olarak dillendiriyor sonraki bölümlerde.Burada bu üst insan kavramıyla ilgili bir şeyler paylaşmak aydınlatıcı olacaktır. Nietzsche’ye göre; toplumun bütününü gözeten, toplumsal sorumluluğu temel alan bir yaklaşım ahlâklı değildir.Liberal bireyci-faydacı etikte de vurgulandığı gibi bireyin güç sahibi olma, egemen olma ve yönetme tutkusu tek ahlâki davranıştır. Güç istencini esas almayan, “üst insan” olmayı hedeflemeyen hiçbir davranış ahlâki değildir! “Kendisinin olağanüstü bir beyin gücüne sahip olduğunu ve derinlere inen oluşturucu düşüncelere sahip olan insanların dünyanın ve dünyadaki sürü halindeki yaşantının çok üstünde,mavi gökte tek başlarına uçan kartallar olduklarını bilmiyorlardı.” “Sürü gibi bir arada yaşayan,yaşamlarını birbirlerinin fikirlerine göre şekillendiren,bir birey olmaktan uzaklaşıp sırf kölesi oldukları çocukça alışkanlıklarla yaşayan bu kaba yaratıkları gözünün önüne getirip acı acı güldü.” Sonrasında ise Ruth’un veda mektubu aynı zamanda kahramanımızın hiçlik âlemine olan iç yolculuğunun da başlangıcı oluyor.Bu kırılmanın ardından Martin,bireyci düşüncelerini üst insan kavramı ve Spencer’ın görüşleriyle harmanlayarak ortaya ilginç bir sentez çıkartıyor. “Yaşamın bu sefil sınırları içerisinde biyolojik yasalara göre yok olan zayıflardan ve sakatlardan oluşmuş bütün bir yoksul kitlenin temsilcisiydi o konuşan adam.” “Kölelerden oluşan hiçbir devlet yaşayamaz.Eski evrim yasaları hâlâ geçerli.Var olma mücadelesinde güçlüler ve onların soyundan gelenler ayakta kalır,zayıflar ezilir ve yok olurlar.” Sonunda hayata dair gerçekleştirdiği hiçbir şeyden zevk almayan ve modern zamanların ünlü(!) hastalığı olan tükenmişlik sendromuna tutulan Martin artık tamamen yalnızlaşıyor ve bu süreci atlatamayarak yaşamına son veriyor.Bu durum bana Dostoyevski’nin Budalası’nda geçen şu sözü hatırlattı: “Kolomb, Amerika’yı bulduğunda değil onu ararken mutluydu.” Martin de güzelliği,estetiği,aşkı kafasında kurduğu hâliyle ararken mutluydu. Bu denli büyük bir hayâlin kırıklığını da bu sonla vermek istiyor yazar. Son olarak birkaç noktaya değinmek istiyorum.London ,keşke Martin Eden’in yazdıklarından örnekleri aralara serpiştirseydi.Özellikle destansı olarak bahsedilen “Efemerid” şiirini okumak istiyor insan ve keşke giriş bölümünü bu kadar uzatmasaydı.Ortaya çok daha etkili bir yapıt çıkacağından şüphem yok bu durumda. Bana kalırsa demek istediği aslında şu Jack London’ın. Martin, bireyci oluşu nedeniyle kendi hayalleri kaybolduğunda o da kaybolup gidiyor.Hâlbuki toplumcu bir görüşe sahip olsaydı kendisini hayata bağlayabileckti.Toplumla ilgili hayaller kurup bunun sayesinde bir rüzgâr yakalayacak ve yelkenlerini doldurarak hayat teknesindeki rotasında devam edebilecekti.Kendisi de şöyle diyor kitap üzerine yapılan bir söyleşide , “…bireyciliğe ve Nietzsche’nin üst insan fikrine cepheden bir saldırı olarak yazdım bu kitabı.Becerememiş olmalıyım ki hiçbir eleştirmen bunu fark edememiş.” Martin’in veya London’ın görüşlerine ne ölçüde katılırsınız bilmem.Ama ilk bölümlerde yalpalasa da London hem kendi iç hesaplaşmasını tamamlayabilmeyi hem de iletmek istediği mesajı vermeyi bir ölçüde başarıyor bence.Muhteşem bir detayı da iletmek istiyorum.London,İngiliz şair Swinburne ile yaptığı açılışı yine Swinburne’ün şu dizeleriyle sonlandırmış ve Martin’in o anda içinde bulunduğu psikolojik durumu da herhâlde en iyi bu dizeler anlatabilirdi : “yaşama fazlasıyla tutku duymaktan, umuttan ve korkudan azade olmuş, kısacık bir minnettarlık hissiyle şükran duyarız, hiçbir yaşam ilelebet sürmediği için, en yorgun nehir bile, denizin güvenli sinesine kavuşacağı için.” Okuduğunuz için teşekkürler,hoşça kalın.
Martin Eden
Martin EdenJack London · Anonim Yayıncılık · 201692.1k okunma
·
142 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.