Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

168 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
4 günde okudu
Kitabın özeti...
Bu kitabı gümümüzdeki ABD bazlı politikaların kaynaklarını öğrenmek adına almıştım. Aslında aldığımda çok endişeliydim, yazar hakkında sadece kitabın başında yazan hakkında bir şey bilmiyordum. İdeolojisi nasıl, gerçekten şeffaflıkla bilgi hırsızlığı yapıyor mu yapmıyor mu herhangi bir fikrim yoktu. Neyse önyargılarımı geçeyim. Kitabı aldım, okudum ve aslında kitabın başlığındaki o benzetmeye bakarak bile aslında yazarın her şeyi birbirine benzeterek ilişkiler kurarak aslında okuma anlamında ne kadar ii bir iş çıkardığını gördüm. Oldukça şeffaf ve bir o kadar da hassas, ideolojisini okura verme gibi bir niyete sahip değil. Üstelik kitabı yazdığı dönem 11 eylülden hemen sonraki 10 ayda yazmış ve yazdığı şeylerde güçlü tarih bilgisini yorumlayarak ABD’nin gelecek hamlelerini ve buna karşı oluşacak tepki veya olayların neler olabileceğini oldukça isabetli şekilde tahmin etmesine hayran kaldım. Kitap biter bitmez de hemen daha yakın zamanda kitapları var mı yok mu diye araştırmaktan kendimi alamadım açıkçası. Gelelim bu kitaptan yaptığım çıkarımlara ve daha da önemlisi kitapta çizdiğim yerlere; En çarpıcı kısım aslında Elinizdeki Kitap başlıklı ilk sayfasında, Amerika’nın 11 eylül dolayısıyla Dünyayı göz altına almasına dem vurarak başlıyor ve bu noktadan itibaren de bu olayın patlak vermesinin nedenlerini bir daha sıcağı sıcağına yaşanmış olayın akabinde açıklamaya girişiyor. “Hegemonyalar asimetrik ilişkiler içinde başlar” derken yazar bir ülke dünyanın geri kalan herhangi bir ülkesine göre gerek ekonomik gerekse siyasi anlamda kıyaslanamayacak düzeyde yüksek olması ile başlar ve o dünyayı kendi çıkarlarına oluşturduğu düzenle yönetir demek istemiş. Kitabın başından 11 eylülün ABD tarafından aslında öngörülüp kasti şekilde durdurulmamış bir terör faaliyeti olduğu kapısını aralar. Özellikle ABDnin çeşitli şekillerde kendi hegemonyasını pazarladığı Amerikan filmlerinin son anda tüm sıkıntıları çözen CIA ve FBI’ının gerçek hayatta bir çuval inciri berbat edişleriyle bağdaştırışı taktire şayandır. Aslında burada bir ikilem vardır. CIA ve FBI gerçekten de filmlerde bahsedildiği gibi gerçekte de önemli midirler, yoksa Amerika’nın kalbine gerçekleşecek bu olayı bile engelleyemeyecek kadar acizler midir? Bu ikilem aslında kitabın sonunda yazarın aslında olayların üstünden 10 ay geçtikten ve her şey daha net şekilde gözler önüne serilmesinden sonra yazdığı son yazıda açıklığa kavuşacaktır. Aslında o zaman için iddia bu şekilde diye belirttiği metinde “ ABD hükümetinin 11 Eylülden önce güçlü enformasyon aldığını, ama bu verileri izlemediğini” yazacaktır. Bu tezine ilaveten esasında Senatör McKinsey’in sunduğu bu iddiayı “Carlyle firmasının adını özellikle vurguluyor, terörizme karşı savaşta büyük kazanç sağladığını iddia ediyor” şeklinde kitabına aktaracaktır. Peki ya nereden çıktı bu terörizme karşı savaş? Yazarımız bu noktada aslında ABD’nin 11 eylül saldırısını üstlenen El Kaide örgütü dışında neyi terörist olarak kabul görülüp savaşılacağını net bir şekilde belli etmesi gerekirdi. Tabii ki hegemonyacı bir güç olarak ABD’nin terörist olarak nitelendirdiği örgütlenmelerin Amerikan çıkarlarına aykırı ideolojiler olduğunu söylemeyi alenen yapamayacağından uluslararası mecmuada buna bir kılıf bulmakta zorlanmıştır. Beni şaşırtan ülke: Fransa Çin gibi serbest piyasaya çekimser yaklaşan bir ülke olan Fransa, bu özelliği sayesinde dünyanın özellikle 11 Eylül öncesi 1995 ten 2001’e kadar olan dönemde yaşadığı ekonomik bunalımı diğer serbest piyasa ve neoliberalizm politikalarını benimsemiş tüm ülkelere kıyasla böyle sıkıntılar çekmemiş bir ülke olduğunu bu kitap sayesinde öğrendim. Yapılan güzel benzetmeler ise; Arjantin ve Türkiye benzetmesi; Türkiye’yi az çok bildiğimizi varsayarak Arjantin hakkında birkaç kelam etmek niyetindeyim sadece. Eminim benzerlik aşikâr şekilde bulunacaktır: Arjantin ABD hegemonyası eşliğinde 1990’larda açık ekonomiye geçmeden önce Dünyanın en zengin 10 ülkesinden biriyken, benimsediği politika onu yolsuzlukta bir numaralı ülke konumuna getirdi. Ekonomik krizlerin peş peşe geldiği ülke IMF yardımlarını almasıyla daha büyük bir darbe yiyen ekonomisini günümüze dek toparlayamayarak ekonomistlerin deyişiyle “resesyonda” kaldı. Eminim 1923-1950 dönemi ile 1950 ve sonrası dönemde Türkiye’nin halinin kıyaslamasını sizler de açık bir şekilde yapabilmişsinizdir. TARİH KENDİNİ TEKERRÜR EDİYOR! İngiltere benzetmesi: İngiltere, kolonilerinin sağladığı olanaklarla ekonomisi uzun süreçli bir büyümeye girdi. 100 yıl süren genel barış döneminde İngiltere bir dünya pazarı inşa etmişti. Ancak 1873-1896 yıllarında yaşanan “büyük depresyon” ile bu dönem kesintiye uğradı. Bu dönemi bitiren mali genişleme dönemi Londra’yı mali merkez haline getirirken (bir şekilde) diğer kapitalist devletlerin sömürge yarışına girmesine ve emperyalizmin güçlü devletlerde filizlenmesine yol açtı. ABD bu sırada hızla sanayileşiyor İngiltere’den bağlarını koparması gerekçesiyle herhangi bir İngiliz müdahalesine halen yeterince güçlü cevap veremeyeceğini bildiği için dünyanın geri kalanın kendini kapatmıştır. Mali genişleme dönemine giren İngiltere emperyalizmle en az kendisi kadar güçlü hale gelen emperyalist devletlerle giriştiği paylaşım savaşları dolayısıyla eski gücünü yavaşça kaybedecek 2. Dünya savaşından çıkıldığında ise ortada ne İngiltere’nin eski ekonomisi kalacaktı ne de oluşturduğu Küresel Pazar. İşte sıra ABD’nin idi. Kısaca ABD’nin yaşadığı sürece bakarsak: ABD savaştan ekonomisi yok olmuş Avrupa ülkeleri, Japonya’ya yeniden inşa etmesi için olanak sağladı. Bu ülkelerle hemen 2. Dünya savaşı akabinde şiddetlenen komünizm akımına karşı ABD şemsiyesi altında birleşildi. Bu hususta gelişmekte olan ülkeler de bu birliğin içinde yer alması sağlanmak için IMF gibi ekonomik teşvik fonları oluşturuldu. Halbuki bu fonların hepsi aslında bunu kullanan ülkeleri birer sömürgeye çevirme niyeti taşıdığından bunu alan tüm ülkelere zarar verdi. Arjantin ve Türkiye bu sebeple ekonomik kriz yaşayan önemli örneklerdir. SSCB’nin komünizm akımını çöktürülmesiyle, mali genişleme dönemine girildi ve bu dönem “küreselleşme” adı altında yüceltilmeye başlandı. Bu mali genişleme dönemi ABD’nin askeri ve teknoloji açısından kendini yenilemesini sağladı. Küreselleşme adı altında yapılan uygulamalar dünyadaki birçok ülkeyi Pazar haline getirdi, dünya genelinde gelir dağılımlarında eşitsizlik büyük oranda arttı. “1990’larda dünyanın geri kalanı her yıl büyük bir krizle, hemen her yerde patlak veren savaşlarla, soykırımla çalkalanırken, dünyanın geniş alanları dünya pazarının dışına düşmeye başlarken, ABD’de bir güven ve refah dönemi vardı. ABD soğuk savaşın galibi olarak hegemonyasını pekiştirdi. Ama bu sırada, New York dünyanın mali merkezi haline gelirken dünya ekonomisinin genel kapasite fazlası, mali şişkinlik sorunu, gelişmekte olan piyasaların toplumsal krizleri giderek ağırlaştı. Bu mali genişleme dönemi 1997’de Asya Krizi, 2000’de ABD borsalarında büyük gerilemeyle başlayan ve tüm dünyaya yayılan, Türkiye, Arjantin gibi ülkeleri mali çöküşün eşiğine getiren ÇOK ŞİDDETLİ BİR RESESYONLA SONA ERDİ.” Bugün, ABD ekonomisi bırakın resesyondan çıkmayı dünyayı daha büyük ekonomik buhranlara sokacak basınç merkezlerinden biri ve onun karşısında devleşmekte olan Uzakdoğu ülkelerinin yükselişi ve tekrar sahneye çıkan Rusya’nın atacağı adımların endişesi içerisinde. Şimdiye kadar kadim dostu olan Avrupa Birliğinde özellikle birleşik Almanya da bu tartışılmaz ABD üstünlüğü konusunda rahatsızlık söylemlerini yavaş yavaş arttırıyor. Kısacası ABD ekonomik açıdan artık dünya çapında üstün değil. Elindeki tek kozu hala rakipsizliğini sürdüren silah teknolojisi ve bu da aslında Dünya için büyük bir tehlike arz ediyor. 11 Eylül saldırısını kendisinin olağanüstü tedbirler alması büyük bir miktar para fonunun silah teknolojisine katkı yapası için ayırması ve bu olay sayesinde mecliste sesler yükselmeden kolayca yapması aslında 11 eylülün hakikaten de ülkenin içinde, silahlanmaya karşı seslerin çıkmasını önlemek adına göz yumulmuş bir terör faaliyeti olduğunu kanıtlıyor. Ve ne az önce de bahsettiğimiz İngiltere örneğinde, ne de tarihin herhangi bir döneminde emsali görülmemiş bir çabayla, ABD dünya hakimiyeti hususunda yaşadığı zirvenin ardından ikinci ve nihayet zirve arayışı içerisine giriyor. Halbuki bir Hegemonyanın dünya genelinde kabul görmesi ekonominin de güçlü olmasına bağlıdır, elinde yalnız askeri gücü kalan ülkenin dünya tarihinde görüldüğü üzere oldukça tehlikelidir. Titanik benzetmesi: Bilirsiniz Titanik daha fikri ortada yokken Morgan Robertson adlı yazar bire bir Titanik’in başına gelecek olayları Futility (Boşunalık) adlı romanda bir bir yazmıştı. 1912’de Titanik buz dağına çarparak gerçekten battığında büyük toplumsal sarsıntı yaratmıştı. Titanik’e temsili açıdan bakacak olursak o 19. Yüzyılın sonunda başlayan küreselleşmenin en yüksek noktalarını simgeliyordu. Geminin buz dağına çarpması ve ondan sonraki batış anına kadar olan kısım ise bu dönemin sonuna gelinmekte olduğunu işaret ediyordu. Belirsizlik ve endişe ortamı giderek artıyordu. Yapılacak bir benzetmeyle aynı İkiz Kulelere gerçekleşen saldırı da bu şekilde aslında yıllardır alarm veren ekonominin bir sonucuydu, yazgısı belliydi. Küreselleşme mali krizlerle sarsılıyor, ABD hegemonyası karşıtı sesler giderek yükselmeye başlamıştı. “11 Eylül benzeri bir olayın gerçekleşmesi için gerekli tüm koşullar yerli yerindeydi. Şimdi buna egemenliğinin zayıfladığını düşünen, saldırgan bir dış politikayı devreye sokmak için fırsat kollayan ABD yönetimini ekleyelim. (…) Olay komplo teorilerine gerek kalmadan, bu tarihsel zemin üzerinde varlıkları birbirleriyle kesişen nihilist gizli örgütler, gizli servislerin bürokrasisi, ihtiraslı ama dar görüşlü politikacıların fırsatçılıkları* da göz önüne alınarak açıklanabilir bir hale gelir.” ABD’nin 11 Eylül akabinde hegemonyasını korumaya çabalarken karşılaştığı başarısızlıklar: 1) Afganistan: İkiz Kuleleri bombalayan El Kaide örgütünün baş elemanı Bin Ladin’i savunduğu gerekçesiyle Afganistan’daki baskıcı ve gerici rejim Taliban’a operasyon düzenlendi. ABD destekli Kahrez başa geçti. İşler sarpa sarmış ve başa geçen hükümet halkın büyük kesimiyle bir bağları bulunmaması gerekçesiyle (etnik açıdan) kabul edilmemiştir. ABD Taliban’ı indirip başarıya ulaştığını sanarken büyük bir kaosun içinde kalmıştır. 2) Venezuela Darbesi: Amerika dış politikasını Amerika karşıtı ülkelere karşı hegemonyasını tazelemek adına o ülkelerin rejimi değiştirmek olarak belirlediğinden Venezuela’da hükümet tarafından yükselen karşıtlığı örgütlediği askeri darbeyle bastırmış ancak Brezilya, Arjantin ve diğer Latin Amerika ülkelerinin büyük tepkisini çekmiştir. Akabinde yaşanan ayaklanma darbe öncesindeki meşru yönetimi geri getirecektir. 3) İsrail: Iraktaki rejim güçlerini de değiştirmek isteyen ABD Saddam’ı devirmek için diğer Arap ülkelerinin desteğini alması gerektiğini bilmektedir. Ancak hiçbir Ortadoğu ülkesi ABD’yi desteklemeyeceklerini bildirmişlerdir. Bunun nedeni ise İsrail’in Arap dünyasına uyguladığı yayılmacı tutumdur. Amerika akabinde İsrail’in bu politikasını bırakmasını ve Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri açmamasını sert bir dille istemiş fakat isteği İsrail tarafından reddedilmiştir. 4) Japonya: 2002’nin başına kadar rakipsiz şekilde dünyanın en hızlı bilgisayarı Amerikan yapımıydı, bu onun için bilişim sektöründe bir güç temsiliydi. Fakat 2002’nin ortalarında gazeteler Japonya’da ABD’nin en hızlı bilgisayarından 20 kat hızlı bir bilgisayarın üretildiğini, dahası Japon bilgisayarının teknolojisi ABD’ninkinden farklı bir teknolojiye dayandığını yazacaktı. Özellikle orta doğudaki gelişmelerin yoğun şekilde yer kapladığı o periyotta gazeteler büyük önem vererek bu haberi yayınlamasa da bu ilgili mercilerde büyük bir sarsıntı yaratmış, “SSCB’nin 1957’de Sputnik’i uzaya fırlatarak ABD’nin önüne geçmesine benzetilebilirdi.” Üstelik bilgisayar özel şirketlerce değil, Japonya devletinin bu bilgisayar için sağladığı 400 milyon dolarlık fonla gerçekleştirilmişti. BU dönemde Japonya’da hüküm süren devlet müdahaleli ekonomi her ne kadar maddi krizlerle cebelleşse de ABD’de var olan ekonomik rahatlığa ve özel sektörün olanaklarına rağmen ABD’yi bu noktada geçmeyi başarmıştır. “Bir darbeyi bile doğru dürüst örgütleyemeyen, İsrail gibi kendine bağlı bir ülkeye bile istediğini yaptıramayan, teknoloji yarışında geride kalmaya başlayan bir süper güç olur mu?”
Dinazorun Kuyruğu
Dinazorun KuyruğuErgin Yıldızoğlu · Remzi Kitabevi · 01 okunma
·
73 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.