Gönderi

Birkaç Söz
Faiz ve riba konusundaki bu araştırmanın gayesi imkân nispetinde meseleyi tarafsız bir biçimde ve tarihi gelişme süreci içinde ele alıp İslâm toplumundaki tezahürlerini incelemek, bunun tenkit ve tartışmasını yapmaktır. Esasen karmaşık ve anlaşılması zor olan bu meselenin inanç konusu olarak ele alınması, bu alanda yapılan inceleme ve çalışmaları güçleştirmekte ve verimsizleştirmektedir. Bu yüzden araştırma ve inceleme adı altında yapılan yayınlar, faizin ister mübahlığını savunsun, ister haramlığını öne sürsün çoğu zaman bilineni tekrar etmekten öte bir anlam ifade etmemektedir. Acaba faiz ve riba konusu olup bitmiş bir olgu mudur? Konunun gerek esasına, gerekse ayrıntılarına dair yeni bir şey söyleme imkânı yok mudur? Eskiden beri bilinen hususları yeni bir üslupla birtakım yeni delillere dayanarak tekrarlamaktan başka bu konuda bir şey söylenemez mi? Toplumun ve ekonomik hayatın sürekli değişmesine paralel olarak konunun esası ve ayrıntıları hakkında yeni açıklamalar ve yorumlar yapmak, eski görüşleri tenkit süzgecinden geçirmek ve tartışmak mümkün değil midir? Sadece faizin haram olduğu yönünde mi yoksa ona ek olarak ayrıca bir de mübahlığı yönünde de mi yayın yapmak daha faydalıdır ;1 Başka bir deyişle bu meseleyi tek yönlü mü yoksa çok yönlü olarak mı ortaya koymak daha iyi sonuç verir? Bu esere hâkim olan teme! düşünce çukurda¬ki sorulara cevap aramaktır. Bütün bu araştırmalarda, özellikle dinî yönü bulunan inceleme-lerde inanç önemli bir unsurdur. Şayet araştırıcı önceden edindiği inançlara uymayan, onları kısmen veya tamamen geçersiz kılan sonuçlara ulaşır ve buna rağmen ihtiyatı ekleri bırakmama* için eski kanaatine, toplumda hâkim olan ve kabul gören gelenekçi telâkkiye bağlı kalmaya devam ederse, böyle bit çalışmanın fazla ilmî ve fikri bir kıymeti olamayacağı aşikârdır. Yeni ve değişik görüşlerin sakıncalı yani eksik ve hatalı olmaları ihtimaldir. Fakat tiyle bile olsa böyle bir çalışmanın, öbürlerine nazaran daha değerli olması lâzım gelir. Zira eksikleri tamamlamak ve yanlışları düzeltmek suretiyle ilim yolunda ilerlemek mümkün olur Zaten öteden beri hep böyle olagelmiştir. Bu yüzden ııc kadar dindar olursa olsun bir araştırıcının, hiç değilse maddi ihtiyaçlarla ilgili konularda incelemeler ya¬parken eski görüşlerini, düşüncelerini ve inançlarını aşma hedefine yönelip gerçeği bulmak için bütün gayretini harcaması icap eder. Faiz ve riba konusundaki çalışmalar umumiyetle ön fikirlere ve peşin hükümlere dayanır Yapılan çalışmaların gayesi, hareketli ve değişken olan sosyal ve ekonomik gerçeği bulmak değil, faiz yasağı hakkındaki fikirleri aktarmak ve bunları delillendirnektir. Bu ise tek yanlı bir çalışmadır. Konuyla ilgili delillerin sağlamlık ve güvenilirlik derecelerini, bu meseleyle alakalı ihtilafların sebep ve kaynağını sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutmak bu hususta önem taşır. Gelenekçi görüşün tam karşıtı olan diğer bir grup da aksine faizin lüzumlu ve faydalı bir şey olduğunu peşinen kabul eder, cahil ve geri kafalı olanlardan başka kimsenin buna karşı çıkmayacağına inanır. Sabit fikir ve inanç burada da olumsuz bir unsur olarak ortaya çıkar. Faiz yasağını geri kalmışlığın ve iktisadî çöküntünün sebebi olarak görüp bunun vebalini din adamlarına yükleyenler de vardır. 1 Diğer taraftan faizin haram olduğuna inananlar da aynı şeyden faiz serbestisini savunanları sorumlu tutar ve onları suçlarlar. Bu iki zümrenin zıtlaşmaları ve birbirini karalamaları çoğu zaman bu meseleyi araştırma konusu yapmaya engel olmakta, bazen de kördüğüm haline getirmektedir. Bu durumu gören pek çok kimse ya selâmeti susmakta görmekte ya da birtakım elâstikî ifadelerle meseleyi geçiştirmektedir. Bu türlü sebeplerden dolayı faiz ve riba meselesi aklıselim ve sahih nakil zemininde rahat bir biçimde tartışı bulamaktadır. Faiz yasağına veya serbestisine taraftar olanlar arasında makûl, ılımlı veya insaflı olanlar da çoktur. Bunlar, muhalif görüşte olanların fikirlerine saygı duyar, onları suçlamaktan kaçınırlar. Ama seslerini fazla duyuramazlar. Riba ve faiz konusunda eser ve makale yazan din adamlarının anlayış ve tutumlarına da kısaca göz atalım: 1. Riba ve faiz üzerine görüş belirten din adamlarından bazıları bu konudaki dinî ananeyi aynen devam ettirmekte, bir yandan görünüş itibariyle riba ve faize kökten karşı çıkmakta, ama öbür taraftan bu konudaki şeri hileleri caiz, hatta sevap olarak görmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen bu zümrenin en güzel örneğidir Elmalılı M, Hamdı Yazır. Ahmed Naim, Kâmil Miras da bu zümreye dahil edilebilir. Tarikat şeyhleri de bu zümreye dahildir. Son olarak İsmail Özsoy, Faiz ve Problemleri (İzmir. 1993) isimli eserinde bunu savunmuştur. 2. Umumiyetle fıkıh ölçüleri ve çerçevesi içinde kalıp bu sahadaki hükümleri faizin cevazı istikametinde zorlayanlar ve çeşitli yorumlarla faizi meşrulaştıranlar da vurdu. el-Îstiftâu'l Hindiyye'de bu görüş gerçekten başarılı bir şekilde işlenmiş . mukrîze menfaat sağlamayı öngören ikraz akitlerinin caiz ve muteber olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Fıkhı esas alarak, âyet ve hadisleri o çerçevede yorumlayarak faizin cevazı sonucuna ulaşanlar ekseriya zaruret esasını göz önünde bulundurmaktadırlar. 3. Fıkhı bir tarafa bırakarak âyet ve hadis esasından yola çıkanlar. İbnTeymiye ve İbn Kayyim'in zihniyetini aynen devam ettirmektedirler. Yani hem ribayı ve türlerini aynı sayıp reddetmekte, hem de hileli yolları maskaralık sayıp şiddetle tenkit etmektedirler Mevdudi. Seyyid Kutub bu zümrenin önde gelen büyük temsilcileridir. 4. Fıkıh ölçüleri içinde kalmayan, âyet ve hadisleri esas alan, lâkin bunları yeni bir yoruma ve değerlendirmeye tâbi tutup faizin caiz, ribanın haram olduğu kanaatine ulaşanlar da az değildir. Ali Suavi, İzmirli İsmail Hakkı. Muhammed Abduh, Reşid Rıza. Fazlurrahman gibi âlimler bu zümreye dahildir. Buna göre birinci grup faizi dolaylı olarak, ikinci ve dördüncü grup açıktan caiz görmüş, ribayı ise tefecilik sayıp şiddetle kötülemiştir. Üçüncü grup ise faiz ve ribayı aynı şey olarak görüp şiddetle reddetmiştir. İktisat, ticaret, sanayi ve hukuk sahasında uzmanlaşmış, dinine bağlı inançlı ilim ve fikir adamlarımızın da riba ve faiz üzerine yazıları vardır Lâkin bunların eserleri ve makaleleri de meseleye esaslı ve ciddî bir izah şekli getirmemektedir. Bunun sebebi şudur: Sözü edilen inançlı ve dindar iktisatçılar önce ya bir taklitçi din adamından veya cahil bir şeyhten faizle ribanın bir ve aynı şey olduğu inancını ve telkinini almakta, sonra bu telakkiye bağlı kalarak faiz ve riba meselesini incelemekte ve bu suretle yaptıkları araştırmalarla, peşinen benimsedikleri inançları teyid eden deliller ve tespitler ortaya koymaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bunların yaptıkları başka bir şey de şudur: Gerek Batı da, gerekse bizde zaman zaman ekonomik zorluklar, bunalımlar ve krizler görülmektedir. Sözü edilen iktisatçılarımız, ekonomik alanda görülen bu ve benzeri olumsuz gelişmeleri tamamiyle faize bağlamakta, faizi caiz görmenin iktisat ilmi bakımından da mümkün olmadığı yolunda temas ve irtibat hâlinde oldukları hocalara ve şeyhlere ilmî mütalâalar arz etmektedirler. Neticede faizle ribayı bir sayıp ikisinin de haram olduğunu söyleyen hoca ve şeyhlerin inancım pekiştirmektedirler. Böylece fasit bir daire ve bâtıl bir devir ortaya çıkmaktadır. Hocalar iktisatçıların, iktisatçılar hocaların peşin fikirlerini ve ön hükümlerini pekiştirip güçlendirmekte, bu kısır döngüden yeni bir sonuç çıkmamaktadır. Faiz Nazariyesi ve İslam'ın yazarı Enver İkbal Kureşî şöyle diyor "Mevlâna Hasan Gilanî ile Muhammcd Hamidullah'ın rehberliğinden gayet fazla istifade ettim, Ebu'l-Alâ Mevdudi'nin eser ve yazılarından geniş çapta faydalandım. 2 Görülüyor ki, kendisi iktisatçı olan Kureşî, fikirlerini esas aldığı din âlimlerinin görüşleri istikâmetinde fikir belirtmeyi görev bilerek yola çıkmıştır. Öyle olunca da, faizin zararı konusunda herkesçe bilinen birtakım bilgiler derlemekten ve bunları eskilere ilâve etmekten başka bir şey yapmamıştır. Fakat evvelkilerin yaptıklarına nazaran bunu da önemli ve değerli bir hizmet saymak lâzım gelir. Bazı iktisatçılarımız veya sosyal bilimcilerimiz daha vardır. Bunlar hem kaynak hadis ve fıkıh kitaplarındaki bilgilerden istifade etme imkânından mahrumdur, hem de hoca ve şeyhlerle herhangi bir temasları yoktur. Umumiyetle bunlar kendi ilmi kanaatlerine ve aklıselimlerine dayanarak faizi caiz görmenin fert ve cemiyet yararına olacağı görüşünde bulunurlar. Lâkin bu hususta dayanaksız konuştuklarından, şahsiyetlerine saygı duyanlar haıiç kimseyi ikna edememektedirler. Faiz meselesini halletmek için taklide dayanan eski fıkıh anlayışı yetmediği gibi, yeniden ihya etmeye çalışılan içtihad anlayışı da kâfi gelmez. Reşid Rıza. et-lstiftau'l-Hindiyye risalesinde meseleyi ele almakta ise de, sadra şifa olacak yeni bir şey söylememektedir. Demek ki o çeşit bir içtihad anlayışından da fayda gelmeyecektir. Bizim tutmuş olduğumuz yol, belki verdiği sonuç itibariyle 2. ve 4. gruba, kısmen de 1. gruba benzer. Gerek hareket noktası, gerekse takıp edilen usûl itibariyle hepsinden ayrıdır. Geniş ölçüde ilk kaynaklara müracaat edilmiş, konuyla ilgili nakiller hem bir tenkide tâbi tutulmuş, hem de birbirleriyle mukayese edilmiştir Tenkit ve mukayese usûlü çalışmalarda esas alınmıştır. Varılan sonucun sıhhaıi ve isabeti konusunda hem tarihin şahadetine, hem de iktisadi gerçeklere başvurulmuştur. Bu anlayışın. Kuranda ifadesini bulan riba ile ilgili ilâhî hükmün, en doğru bir şekilde tespitine yardımcı olacağı inancıyla hareket edilmiştir. Bu denemenin elbette ki tashihe muhtaç yerleri olacaktır, anın beşeri imkânların sınırlılığından doğun ve bunun için de müsamaha ile karşılanması gereken bu gibi hususlara rağmen, bu çalışmanın riba ile ilgili birçok hususun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını ve bazı müphem noktalan aydınlatacağını kuvvetle ümit etmekteyim. Bugünkü toplumumuz riba ve faiz konusunda gerçekten büyük bir sıkıntı içindedir. Bu sıkıntının bazen iki yüzlülüğe ve samimiyetsizliğe yol açlığı da bir vakıadır. 1984 te MEYAK kesintileri ve bunun faizi memurlara iade edilince, faizin her çeşidine şiddetle karşı çıkanlar faiz namıyla verilen bu parayı alıp gönül huzuruyla harcadılar ve aldıkları faizi enflâsyon suretiyle paranın uğradığı değer kaybına mahsup ettiklerini söyleyebildiler. Diğer taraftan İstanbul Boğaz Köprüsü ve Keban Barajı gelir ortaklığından alınan senetlere gelir payı namıyla ödenen paraya faiz deyip reddettiler ve "bu, her ne kadar faiz değilse de mâna olarak faizdir" dediler. Ama bunu diyenler para ticareti yapan özel finans kuruluşları gibi müesseselerin faaliyetini meşru saydılar. Bu anlayışa sahip olan şahıslara muhalif olan zevat ise, onlara karşı çıkarak ters yönde aynı mahiyette hatalara düşmekten kurtulamadılar. Benzer hadiselerin tekerrürü hâlinde hataların da tekerrür edeceği aşikârdır. Zaruret veya şer'î hile esasından hareketle meseleyi halledeceklerini zannedenler, başkalarını ikna bir yana, kendilerini bile tatmin etmeyen birtakım mülâhazalar ileri sürmenin ötesinde hiçbir iş başaramayacaklardır. Hu sıkıntıları kısmen de olsa ortadan kaldırmanın yolu, meseleyi bütün boyutlarıyla açık bir surette ortaya getirip üzerinde serbestçe fikir beyan etmekten geçer. Bİze göre Boğaz Köprüsü gelir ortaklığı veya Keban Barajı gelir ortaklığı senetleri ile Hazine Bonoları ve Devlet Tahvilleri arasında önemli sayılabilecek hiçbir fark yoktur. Gelir ortaklığı senedi, modern bir şerî hileden başka bir şey değildir. Özel finans kuruluşları ise çağdaş bir ribh-i mülzem-i şer'î ve muamele-i şer'iye vasıtalarıdır. Daha açıkçası ekonomik hülle müesseseleridir. Biri şapkalı, öbürü fesli-sarıklı faizdir. Özünde faiz esası bulunan köprü gelir ortaklığı senedi ile bahis konusu kuruluşların bu özelliğini kamufle etmek için elden gelen bütün çabalar harcanmış ve fıkhın bütün imkânları zorlanmıştır. Ama yine de meselenin esası bütün açıklığıyla ortada durmaktadır. Bu da minareyi çalanların kılıfını hazırlamada başarılı olmadıklarını göstermektedir. Güneşi balçıkla sıvamak mümkün olmamaktadır. Özel fînans kuruluşlarının ve faizsiz çalıştıklarını iddia eden İslâmi bankaların mudârebe. müşâreke, murabaha, icar ve iktina gibi fıkhen meşru ve mübah sayılan usûllere göre faaliyette bulunduklarını söylemeleri inandırıcı ve ikna edici olmamaktadır. Aslında bütün güçlük, söz konusu ticari usûllerin günümüz için yeterli olmamalarından kaynaklanmaktadır. Kıyasa esas alınan ticarî teknikler yetersiz ve eksik olunca, kıyas sonucu ortaya konulan kurumlarda aynı akıbetten kurtulamamaktadır. Faizsiz banka kurumu, bahis konusu ticari usûllerden meşruiyet ve kuvvet alacağına, onların meşruiyeti etrafında şüpheler doğmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Mamafih, bu yolla faize alışan dindarların ileride faiz gerçeğini daha doğru görebilmeleri beklenebilir ki bu da küçümsenecek ve önemsiz görülecek bir şey değildir. 3 1985 yılı başında köprü gelir ortaklığı senetlerinin % 43 kazanç temin edeceği ilân edilmişti. Bu husus açıklanırken 1985'te enflasyon hızı % 25 olarak tahmin edilmiş, fakat % 35-% 40% kadar çıkabileceği de büsbütün ihtimal dışı bırakılmamış, bu suretle iştirakçilere enflâsyonun üzerinde bir gelir temin etmek amaçlanmıştı. Lâkin enflasyonun beklenenden fazla olacağı anlaşılınca 1985 Temmuzunda kâr paylan % 23 olarak dağıtılırken, yıl sonunda bu nispetin %50'ye yükseleceği resmen açıklanmıştı ki, bu nispetle 1985 yılının carî faiz hadleri arasında önemli bir fark yoktu. Özel finans kurumlarının yaptığı şey de aynıdır. Yani bu türlü kurumlara para yatıranların kârları hesap edilirken, cari faizler esas ve kıstas olarak kabul edilmektedir. Enflâsyon ve zam vasıtasıyla gelir payını isdendiği gibi ayarlamak, kazancın nispetini yükseltmek veya düşürmek pekâlâ mümkün olmaktadır. Gelir önceden bilinir, ilân edilir ve ayarlanırsa buna ticaret mi, faiz mi denir? Önceden ilân edilen kâr hadlerinin çok az değişmesi faizi faiz olmaktan çıkarır mı? Hazine bonosunda da köprü gelir ortaklığı senedinde de kâr garantili, riziko ise yoktur. Her ikisinde de devletin teminatı söz konusudur. Şu hâlde aradaki fark nedir? Meselenin meşruiyeti ve dürüstlüğü etrafında hasıl olan bu ve benzeri istifham ve şüpheler tam anlamıyla bir vuzuhsuzluğun kaynağı, tatminsizliğin sebebi olmaktadır. Bu çalışmamızın bu hususlara açıklık getireceğine inanıyoruz. Her şeye rağmen faizsiz banka kurulması için yapılan çalışmaları ve araştırmaları ilgi ve takdirle karşılamak, bu yolda çaba harcayanları desteklemek ve teşvik etmek gerektiğine kaniyim. Burada ekonomi ile ilgili araştırmalarla din arasındaki ilişkiye de temas etmek gerekir. Ekonomi ve onun çeşitli dallarıyla ilgili olarak yapılan araştırmalar objektif, ön yargısız ve ön koşulsuz olup hür ve serbest bir düşünceye dayanır. Onun için de bağımsız bir değerdir. Böyle bir anlayışla ulaşılan ekonomik kurallar ve ilkeler dünyanın her yerinde ve bütün toplumlarda, geçerli olur. Onun için de üniverseldir. Eğer bir İslâm ekonomisi varsa, bunun kural ve ilkeleri de üniverselse bu ekonomi ile akıl ve tecrübe çerçevesinde yapılan araştırmalara dayanan çağdaş ekonominin bir yerde buluşmaları ve örtüşmeleri gerekir Akla dayanan ekonomi ile nakle (nassa) dayanan ekonominin birbiriyle çelişmemeleri icap eder. Onun için akla ve ilme uygun düşen her ekonomik kuralın, ilkenin ve açıklamanın İslâm'a da uygun olması lâzım gelir. Eğer akli ekonomi ile nakli ekonomi arasında bir farklılık ve zıtlık görülürse nakli ekonomi, akli ekonomi çerçevesinde yorumlanır ve değerlendirilir. Ahiret. itikat, ibadet ve ahlâk konularında nakle ve nassa, ekonomi gibi dünyevi konularda akla, gözleme ve deneye öncelik verilir. Eğer böyle olmayacaksa İslâm'ın evrenselliğinden söz edilemez. Gerçi ekonominin kuralları evrenseldir ama bu kurallar ve kanunlar çeşitli toplumlara, kültür ve medeniyet çevrelerine göre farklı olarak şekillenir. Bu bakımdan Batı ile Doğu'nun, İslâm ile Hristiyanlığın ekonomileri farklı olduğu gibi Avrupa ile Amerika'nın hatta Kuzey Amerika ile Lâtin Amerika'nın ekonomileri bile az çok birbirinden farklıdır. Kültür yapılan farklı olan toplumlar ve milletler bir ölçüde ekonomik kurallar ve kanunlara kendilerine özgü bir renk verebilirler. Bu anlamda Müslüman milletlerin ekonomileri, gayri müslim milletlerin ekonomilerinden farklı olur. Bu Farkın özenle korunması ama büyütülmemesi lâzım gelir. Ekonomi; hukuk, siyaset, ahlâk, din ve sanat gibi değer disiplinlerinden bağımsızdır. Fakat aralarında sıkı bir ilişki de yok değildir. Bu yüzden belli ölçüde ve belli noktalarda hukuka bağlı olmayan bir ekonomi düşünülemez ama aynı şekilde ekonomiye bağlı olmayan bir hukuk da düşünülemez. Burada karşılıklı bağımlılıktan çok karşılıklı ilişki ve etkileşim söz konusudur. Din-ekonomi ilişkileri de böyledir. Meselâ İslâm'ın zekât, fitre, kurban, hac. bayram, kandil ve cenaze gibi konulardaki hükümleri hem ekonomik hem de siyasî ve hukuki hayatı etkiler. Siyaset ve ekonomi istediği kadar lâik olsun İslâm'dan etkilenir. Öbür dinlerde de benzeri durumlar vardır. O hâlde dini, özellikle İslâm'ı öbür sosyal kurumlardan soyutlamak mümkün değildir Fakat bu durum İslâm toplumlarında uygulanan ekonominin mutlaka dine bağlı olmasını gerektirmez. Dinden bağımsız bir ekonomi ile din arasında da bu tür ilişkiler bulunur hatta daha sağlıklı olarak. Ekonomi-İslâm ilişkilerinde karşılaşılan önemli bir diğer konu da reFerans meselesidir Pek çok islâm âlimi ekonomi söz konusu olduğu zaman söylenen sözlerin, ortaya atılan düşünce ve görüşlerin tıpkı ibadetlerde olduğu gibi mutlaka şu dört delilden birine dayanması lâzım geldiğini ısrarla savunur: Kur'ân. hadis, icma, kıyas. Oysa bu dört kaynaktan son ikisi tartışmalıdır. Meselâ Zahiriye mezhebi kıyası kabul etmez. İmamiye Şiasında da akıl bir delil olarak kabul edilir. İktisat gibi dünyevî ve aklî bîr ilim öncelikle akla. deneye, gözlemlere ve kârlılığa dayanmalıdır. O hâlde İslâmi açıdan bile ele alınacak olsa ekonominin dayanması gereken esaslar ve deliller, ibadetlerin dayanması gereken esas ve delillerden farklı olmalıdır. Konuların mahiyeti bunu zorunlu kılmaktadır. Ne var ki bugün ekonomik bir mesele ortaya atıldığı zaman Kur'ân, badis, icma, kıyas hatta fıkıh kitaplarından argüman istenmektedir. Birgivî. Ebussuud'u eleştirirken Hanefi mezhebindeki içtihadlara aykırı düşen fetva verdiğini söyleyerek onu suçlamaktadır ve aynı anlayış günümüz Birgivilerinde de aynen mevcuttur. Bu anlayışla Müslüman toplumlardaki ekonomik meseleleri çözmek mümkün değildir. İslâm-ekonomi arasındaki ilişkilerin mutlaka yeni bir anlayışla ele alınması gerekmektedir. Bahsettiğim durum sebebiyle ulema, mahiyeti itibariyle dinamik olan ekonomiyi statik kurallarla açıklamak alışkanlığını sürdürmekte bugünkü ekonomiyi on dört asır evvelki ekonomiyle eş değerde görmektedir. Cahiliye döneminin mudarebesini alan İslâm bugün neden çağdaş iktisadî, malî ve ticarî kurumlan gayri müslimlerden almasın. İslâm'da, fikir beyan etme ve kanaat serdetme hürriyetinin varlığına ve esas olduğuna inananların, vardığımız sonuçları kabul etmeseler bile, var olduğuna ve var olması lâzım geldiğine inandıkları düşünce hürriyetinin meyvesi olan müsamahayı bizden esirgemeyeceklerini ümit ederim. Bu eseri iktisat açısından gözden geçiren Prof. Dr İbrahim Kanyılmaz'a ve Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlun'a eserin basım ve yayımını üstlenen Dergâh Yayınları mensuplarına eseri bastan sona kadar gözden geçirip gerekli düzeltmeleri yapan Hasan Basri Öcalan'a ve eserin dizgisini yapan Ş. Atlansoy'a bura da teşekkür etmeyi borç bilmekteyim. Şubat 1988-Bursa PROF. DR SÜLEYMAN ULUDAĞ
Sayfa 11 - Dergah Yayınları, 3. Baskı - Ocak 2010
·
248 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.