Gönderi

•••Acımasızlık ile merhamet üzerine ve sevilmek korkulmaktan daha mı iyidir, yoksa tersi mi?••• [1] Yukarıda sıraladığım öteki özelliklere geçerek belirtmeliyim ki, her prens acımasız değil, merhametli sayılmayı arzulamalı; ne var ki, bu merhameti asla kötüye kullanmamaya özen göstermelidir. Cesare Borgia acımasız kabul ediliyordu, gene de bu acımasızlığı Romagna’yı düzene sokmuş, birleştirmiş, buraya barışı ve itaati getirmişti. Bu iyice gözden geçirilirse, Borgia’nın acımasız sıfatından kaçınmak için, Pistoia’nın yıkılmasına göz yuman Floransa halkından çok daha merhametli davrandığı görülecektir.[15] Bu yüzden, bir prens, uyruklarını birlik içinde ve kendine bağlı tutmak için, acımasız damgasını yemekten yüksünmemelidir; çünkü pek az acımasızlık örneğiyle, aşırı merhamet yüzünden katliamlara ve soygunlara yol açan karışıklıkların sürmesine göz yumanlardan daha merhametli olacaktır; çünkü bunlar genellikle bütün toplumu mağdur eder, prensten gelen yaptırımlar ise tek tek bireyleri zarara uğratır. Ve bütün prensler içinde de yeni prensin acımasız sıfatından kaçınması olanaksızdır, çünkü yeni devletler tehlikelerle doludur. Vergilius, Dido’nun ağzından şöyle der: Res dura, et regni novitas me talia cogunt Moliri et late fines custode tueri.[*5] Gene de, prens inanma ve eyleme geçme konusunda temkinli olmalı, ama kendi gölgesinden korkar hale de gelmemeli ve sağduyuyla insancıllığın sağladığı dengeyle öyle davranmalıdır ki, aşırı güven onu ihtiyatsız, aşırı güvensizlik ise çekilmez kılmasın. [2] Bundan bir tartışma doğar: Korkulmaktansa sevilmek mi daha iyidir, yoksa tersi mi? Sorunun yanıtı şudur: Kişi, her ikisini birden ister; ama bunları bağdaştırmak zor olduğu için, ikisinden birinin olmaması gerekiyorsa, sevilmektense korkulmak çok daha güvenlidir. Çünkü insanlar hakkında genel olarak şu söylenebilir: Nankör, gelgeç gönüllü, sahtekâr ve hilebaz olurlar, tehlikeden kaçar, kâr peşinde koşarlar; yukarıda [IX. bölümde] belirttiğim gibi, tehlike uzakta olduğunda, onların iyiliği için çalıştığın sürece bütünüyle senin yanındadırlar, sana kanlarını, mallarını, yaşamlarını ve çocuklarını sunarlar; ama tehlike yaklaştığında, senden yüz çevirirler. Ve her şeyini onların sözleri üzerine kurmuş olan bir prens, kendini başka hazırlıklardan yoksun bulduğu için yıkıma uğrar; çünkü gönül yüceliği ve soyluluğuyla değil de, parayla elde edilen dostluklar, satın alınan, ama sahip olunmayan dostluklardır ve yeri geldiğinde onlardan yararlanmak olanaksızdır. Ve insanlar, kendini sevdiren birisini mağdur etmeyi, korku uyandıran birisine oranla daha az önemserler; çünkü sevgiyi hatır bağı ayakta tutar; insanlar kötü oldukları için, kişisel çıkarlarının söz konusu olduğu her fırsatta, bu bağ kopar; oysa korku, insanı hiç terk etmeyen bir ceza korkusuna dayanır. [3] Bununla birlikte, prens insanların sevgisini kazanamasa bile, nefretten kaçınacak şekilde korku uyandırmalıdır; çünkü korkulmak ve nefret edilmemek pekâlâ bir araya gelebilir; prens yurttaşlarının ve uyruklarının malına ve kadınlarına dokunmadıkça, bu durum böyle sürüp gider. Gene de, birisinin canını alması gerekiyorsa, bunu, uygun bir gerekçesi ve açık bir nedeni olduğunda yapmalıdır; ama özellikle başkasının malından uzak durmalıdır; çünkü insanlar babalarının ölümünü mal varlıklarının kaybından daha çabuk unuturlar. Sonra, mala el koyma gerekçeleri hiç eksik olmaz ve soygunla yaşamaya başlayan birisi, hep başkalarının malına el koymak için gerekçeler bulur; bunun tersine, can almak için gerekçeler daha seyrektir ve daha çabuk ortadan kalkar. [4] Ama prens ordularıyla birlikte olduğunda ve birçok askeri yönettiğinde, işte o zaman acımasız sıfatından hiç yüksünmemesi gerekir; çünkü bu sıfat olmadan hiçbir ordu ne birlik içinde, ne silahlı bir çatışmaya hazır tutulabilmiştir. Hannibal’in hayranlık uyandıran eylemleri arasında, şu da sayılır: Sayısız ırktan kişinin oluşturduğu çok büyük bir orduya yabancı topraklarda komuta ederken, iyi talihte olduğu gibi kötü talihte de, ne askerler arasında ne prense karşı en küçük bir uyuşmazlık çıkmıştır. Bu, onun insanlık dışı acımasızlığından başka bir şeyden kaynaklanıyor olamazdı; bu acımasızlık, sayısız niteliğiyle birlikte, askerlerinin gözünde onu her zaman saygı duyulan ve korkulan birisi yapmıştır. Bu olmasa, o sonuca ulaşmak için öteki nitelikleri yeterli olmazdı. Ve bu noktayı göz ardı eden tarihçiler, bir yandan bu eylemine hayranlık duyar, öte yandan o eylemin ana nedenini kınarlar. [5] Öteki niteliklerinin yeterli olmayacağının kanıtı, yalnızca kendi çağında değil, bilinen bütün tarih boyunca da eşine az rastlanır bir kişi olan Scipio örneğinden görülebilir: Orduları İspanya’da ona başkaldırmıştır; bunun tek nedeni, askerlerine askerî disiplinle uyuşmayacak kadar çok serbestlik tanıyan aşırı merhametidir. Fabius Maximus, bundan ötürü senatoda onu eleştirmiş ve Roma askerî düzenini yozlaştıran kişi olarak adlandırmıştı. Ve Locrililer Scipio’nun bir subayı tarafından yağmalandığında, Scipio ne onların intikamını aldı ne de o subayın küstahlığını cezalandırdı. Bütün bunlar, onun hoşgörülü mizacından kaynaklanıyordu; öyle ki, senatoda onu mazur göstermek isteyen birisi, hataya düşmemeyi, hataları düzeltmekten daha iyi bilen birçok kimsenin bulunduğunu söyledi. Ordulara komuta etmeyi sürdürseydi, zamanla bu mizaç Scipio’nun ününü ve şanını lekelerdi; ama senatonun denetimi altında yaşadığı için, bu zararlı niteliği gizlenmekle kalmadı, ona şan getirdi. [6] Bu yüzden, korkulmak ve sevilmek konusuna dönerek şu sonuca varıyorum: İnsanlar kendi iradeleriyle sevdikleri ve prensin iradesiyle korktukları için, bilge bir prens, başkalarının olanı değil, kendinin olanı temel almalıdır; yalnızca, belirtildiği gibi, nefretten uzak durmaya gayret göstermelidir.
Sayfa 88
·
29 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.