Gönderi

-Eskileri ele alalım, Yunan’ı, Hint’i, benden önceki Müslümanları ele alalım; hepsi de bu dallarda bol bol eser yazmış. Onların dediklerini tekrarlarsam benim çalışmamın bir değeri kalmaz; eğer onlara karşı çıkarsam, ki içimde sürekli böyle bir eğilim var, ardımdan gelecek başkaları da bana karşı çıkacak demektir. Alimlerin yazılarından yarına ne kalacak? Sadece kendinden öncekiler hakkında söyledikleri kötü şeyler. Ötekilerin kuramlarında çürüttükleri ne varsa hatırlanacak, ama kendi tasarladıkları da kaçınılmaz bir şekilde onların ardından gelecekler tarafından yok edilecek, gülünç duruma düşürülecek. İlmin kanunu budur; şiirde ise böyle bir kanun yoktur, kendinden önce gelmiş hiçbir şeyi yadsımazve ardından gelenler tarafından da yadsınmaz, huzur içinde aşar geçer yüzyılları. Bunun için rubai yazıyorum. Beni ilim aleminde asıl büyüleyen ne biliyor musun? En yüce şiiri orada bulmam: Matematikte sayıların o baş döndürücü sarhoşluğunu; astronomide kainatın muammayı andıran mırıltısını… Ama Allah aşkına bana hakikat lafı etmeyin! -Semerkant civarında dolaştığımda harabeler gördüm; üzerlerindeki yazıları kimse çözemiyor artık. Kendi kendime sordum: Bir zamanlar burada yükselen şehirden ne kalmış geriye? İnsanları geçelim bir kalem, onlardan daha fani yaratık bulunmaz zaten, ama uygarlıklarından geriye ne kalmış? Hangi hanlık baki kalabilmiş, hangi ilim, hangi kanun, hangi hakikat? Hiçbiri. O harabelerde ortalığı karıştırıp durdum. Ama bir çömlek parçası üzerine oyulmuş bir yüz ve bir duvar üzerinde kalmış bir resim parçasından başka bir şey bulamadım. İşte benim sefil şiirlerim de bin yıl sonra, çömlek parçalarına, sonsuza dek toprağa gömülmüş bir uygarlığın kalıntılarına dönecek. Bir şehirden geriye, yarı sarhoş bir şairin onun üzerinde dolaşan umursamaz bakışlarından başka bir şey kalmaz.
·
9 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.