Bize
kıyılara çıkmayan dalgalar, çocukları yutmayan sular borçlusun İstanbul...
Boğaz’ı geçen balıkları sayan deli bir muhasebeci,
balıkların peşine takılıp Haliç’e giren şaşkın bir yunus,
yunusa yalanırken rakı bardağına düşen bir kedi,
kediye kaftanlardan kefen diken bir terzi borçlusun.
Bize
dipsiz çöp kutuları borçlusun İstanbul...
Kız Kulesi’nin ağzına çatal bıçak sokanları,
bahçeleri otopark yapanları içine atmak için,
atmak için ayakkabı kutularında banka şubesi açanları,
İstanbul sen bize
gökdelenlere çarpıp sakat kalan rüzgârın son nefesini
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde işe devam eden bir Tanpınar borçlusun.
Bize
akasya dalına asılı bir dülgerbalığı borçlusun İstanbul...
Binlerce “Hişt! Hişt!”le Ada’da yürüyen bir Sait Faik,
nice İstanbullu göz indirmemişken öykülerine,
vapurlara, rıhtımlara
ve çapaların denizin dibini kazıya kazıya öpmesine âşık
öfkesi bile güzel bir adam borçlusun.
Bize
bir Mimar Sinan borçlusun İstanbul...
İsteseydi bir cami sığdırırdı sarı bir lalenin içine,
gök kubbeler kurardı boşluğuna yumurtaların,
bıraksalar kim bilir kaç aşk çıkarırdı Mihrimah Sultan’dan,
kavrasaydık ruhunu ustalığının
işe bisikletle gidip gelirdi şimdi Belediye Başkanların.
Bize
ak saçlı bir Orhan Veli borçlusun İstanbul...
Öldüğü gün Boğaz’ın üstünden bir harf sürüsü geçmiş diyorlar,
“Vasiyetidir!” diye düşünmüştür Sabahattin Eyüboğlu
ve mırıldanmıştır senin kulağına eğilerek eminim,
“bize Rumelihisarı’ndan göğe uçan
Yaprak adlı bir kayık borçlusun”.
Bize
bir Takiyyüddin er-Râsıd borçlusun İstanbul...
Bir zaman kuyumcusu,
bir ışık düşçüsü borçlusun
ve Samanyolu’nun başımızı döndüreceği geceler,
sokaklarından tek tek yıldızların sayılacağı semtler,
gazlanarak söndürülen ateşböceklerinin gözlerini borçlusun.
Bize
“yok etmek istediğini kör eder tarih” diyen bir Onat Kutlar borçlusun İstanbul...
Barbarlara ve onların köpeklerine kucak açtığın,
son atımızı kurtlara yedirdiğin için,
unutturduğun için ”baharın isyancı” olduğunu bize,
geleceğimize ekemediğimiz bir Yasemin borçlusun.
Bize
bulutların arasından geçen bir Hezarfen borçlusun İstanbul...
Uçmadı diyenler olsa da Galata Kulesi’nden
o hep var olsun isterim gökyüzünde,
martılara çırak olsun
ve bıyık altından gülümseyerek softalara, yere öyle insin isterim,
diyeceğim, İstanbul bir çift kanat da borçlusun bize.
Bize
memleketinde bir Nâzım borçlusun İstanbul...
Münevver’in kucağından babasına uzanan bir Memet,
Varşova’dan gerisin geriye dönen saman sarısı bir tren,
kederi dudaklarla silinmiş bir sonbahar Prag Garı’nda
ve Leipzig’de ölümün ellerinden çıkarılan eldivenler,
ha bir de Anadolu’nun bir köyünde, çınar altında
haksızlıklara kalkmış yumruklar borçlusun.
Bize
Haliç’in ağzında bir Leonardo Da Vinci köprüsü borçlusun İstanbul...
Göl eyledik sandığımız Akdeniz’den okyanusa açılmayı başarabilen gemiler,
kayıp parçalarını Piri Reis haritasının,
babaları seferden sağ dönmüş çocukların sevincini
ve anlatılmamış anılarını Endülüs’ten yola çıkan Osmanlı kalyonlarının,
başındaki bulutlarla gökyüzüne şunu da yaz,
bize havalanan uçaklarını gülümseyerek izleyen bir Vecihi Hürkuş borçlusun.
Bize
içinden doğru sevilmiş bir Edip Cansever borçlusun İstanbul...
Kapı yanında herkesten habersiz ölmekten korkan bir gülcü,
şairler çıkıp gittiğinde şiir taslaklarını süpürmeyip toplayan garsonlar,
saniye kadar sümbüller, sonsuzluk kadar unutmabeniler
ve yere dökülen unun
alın teriyle alınmış ekmeğe geri verilecek sessizliğini borçlusun.
Bize
herkesten çok bir Türkan Saylan borçlusun İstanbul...
Olanları ah nasıl da seyrettin,
horlanırken aydınlar nasıl gülümsedin bıyık altından,
gözaltına alınırken “At Kız”, başka tarafa nasıl çevirdin başını,
ruhlarımızın kurutma kâğıdısın sen İstanbul,
nüfus kâğıdısın toplumsal cinnetimizin,
başını karanlığa çarpmışsın çarpmamışsın ne fark eder,
geleceğimize binlerce aydın
binlerce Türkan Saylan borçlusun.
Akgün Akova, Türkan
Kaynak: Yürekbalı
#Anısınasaygıyla
#TürkanSaylan