Gönderi

Bugün kapitalist mantığın ve emperyalizmin karşısında başka bir birikim ve üretim tarzı olan devletçilik var. Nitekim sosyalist denilen devrimlerin gerçekleştiği ülkelerde, ekonomik ve sosyal zorluklar, sanayileşme ihtiyacı -bir ekonomik fazla yaratmak üzere aşırı çalışmaya zorlama ve eski köleleri işçi durumuna getirme gereği- belirleyici oldu. Devlet aygıtının ele geçirilmesiyle yeni bir yönetici sınıf da kendini dayattı. Devlet zoru kullanılarak hem çalışma disiplini hem de bir bütün olarak üretici sınıfların sosyal disiplini sağlandı. Kapitalizmde olduğu gibi, devletçilikte de bir ulusal gerçeklikle yüz yüze gelindi ve onunla bütünleşildi: Rusya'nın gücü sosyalizm ideolojisine dayanılarak yüceltildi, öte yandan etkin anti-emperyalist mücadeleler de bir destek oluşturdu. Devletçilik sayesinde askerî ve ekonomik gücü itibarıyla dünyanın iki numarası durumuna geldi. Bir sınıf ittifakı harekete geçirilerek eski oligarşilerin devrildiği ve emperyalizmin tutsaklığından kurtulan Üçüncü Dünya ülkeleri de devletçilikle sanayilerini ve teçhizat üretimlerini geliştirmenin bir aracına kavuştular.5 Kapitalizm her dönemde, hem ulusal-bölgesel-lokal hem de küresel ölçekte var oldu; bugün özellikle beş kıtayı kapsayan hiyerarşik emperyalist sistem, dünya pazarı, çok uluslu gruplar, uluslararası borç sorunuyla daha çok küresel bir karaktere sahip. Kapitalizm her dönemde hem birleştirici, tekleştirici ve hem de farklılıkları, aykırılıkları, eşitsizlikleri derinleştirici sonuçlar ortaya çıkardı; özellikle günümüzde ulaşım araçlarındaki muazzam gelişme, ticaret, iletişim ve haber alma olanaklarıyla bu süreç derinleşmiş durumdadır; proleterleşme, ücretliliğin genelleşmesi, kentleşme, tüketim araçları üreten süreçlerin, yaşam tarzlarının standartlaşması, aynı şekilde yüzyıllar boyu çok kli ve çok değişik koşullarda işçi çalıştırma ve fazla çalışmaya teşvik yöntemleri geçerli oldu. Her dönemde kapitalizm hem yapıcı hem de yıkıcı oldu ama, bugün artık gezegenin ve insanlığın geleceği tehdit altında bulunuyor. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfı örgütlenmeyi başardı, kısmen de egemen sınıfların emperyalizmde sağladığı avantajlar savesinde, önemli ödünler kopardı. Kapitalist mantığın sertliği az da olsa törpülendi, kararlarda az çok etkili olabildi ve üretilen değerin de görece daha uygun paylaşımı mümkün olabildi. Ne ki, bunu söylemek ve tüm sonuçlarını da dikkate almak durumundayız. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı, daha genel olarak da emek dünyası: hem aynı kâr amaçlı üretim mantığına tabi oldukları için Üçüncü Dünya halklarıyla dayanışma halinde; ve hem de iş ve çalışma düzeyi itibarıyla "kendi" ulusal kapitalist üretimlerine bağlıdırlar, dolayısıyla "kendi" sınıflarıyla ortak çıkarlara sahiptirler. Bu çerçevede "kendi" kapitalist burjuvazilerinden kurtulabilecekler mi? Geçmişte olup bitenler ve mevcut duruma bakılırsa, "yeni bir yönetici sınıfın" egemenliğinde yeni bir sınıflı toplumun mümkün olduğu sonucu çıkarılabilir, (Böylesi bir egemen sınıf bloğu da pazar ekonomisiyle devletçiliğin melezlenmiş bir versiyonuna dayanan yüksek bürokratlar, teknokratlar, partilerin ve sendikacıların yönetici kesimlerinden oluşabilir). Elbette sosyalizm yolunda ilerlemek imkânsız değil, ama XIX. yüzyılin büyük hayal gücüne sahip düşünürlerinin öngördüğünden de çok daha karmaşık bir şey olduğu kesin. Zira sadece üretim araçlarının sosyalleştirilmesiyle iş bitmiyor. Binlerce yıllık bağımlılık ve tabiyet alışkanlıklarının da kırılması gerekiyor. O halde bu istikamette önemli kararların kolektif tarzda alınmasını sağlayacak yöntemler bulmak bir kalkış noktası olabilir. Bulunduğumuz noktada demokrasi önemli bir temel kazanımdır: Hem burjuvazinin kazanımıdır hem de burjuvaziye karşı ve burjuvaziye rağmen bir kazanımdır. Aslında burjuvazi demokrasinin dar bir mülk sahibi ve "yetkin" kesimin sorunu olarak kalmasını yeğliyordu. Son yüzyıllık deneyler sosyalizm yolunda ilerlemek için demokrasinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Demokrasi, bireysel özgürlükler ve insan hakları temal kazanımlardır ki, onları yaygınlaştırmak, güçlendirmek, derinleştirmek gibi bir sorumluluğumuz var. Egemenlik altındaki ülkelerde, Üçüncü Dünya ülkelerinde her şeye baştan başlamak gerekiyor. Bir kere iç içe geçmiş emperyalist egemenlikle, eski ve yeni sömürücü sınıflarla, "tekno- burjuvaziyle" bin yılların neden olduğu yıkımla, ona eklenen modern yağmayla; yetersiz üretim, kötü beslenme, yetersiz sağ- hk bakımı, yüksek ölüm oranı ve cehaletle mücadele etmek gerekiyor. Ulusal ve kıtasal bağımsızlığı yeniden kazanmak gerekli ama, bir egemenlik biçiminden kurtulup bir başka egemenliğin kucağına düşmemek kaydıyla, Bu bağlamda geniş bir bağlantısızlar bloğu oluşturmak önemlidir. Böylesi bir ortamda devletçilik yoluyla bazı ürünler ve kimi amaçlar gerçekleştirilebilir. Fakat asıl önemli olan, sosyalizm yolunda ilerlemeye imkân verecek, hem üretici güçleri geliştire- cek hem de sosyal üretim ilişkilerini dönüşüme uğratacak yeni üretim biçimleri geliştirebilmektir. Bu yolda bugün ezilmiş durumdaki köy topluluklarının gelenekleri, toplumsal dayanışma, yaşam bilgeliği, felsefi ve dinî gelenekleri yeni üretme, yaşama, karar verme yötemlerini yeniden keşfetmede yararlı olabilir. 1968'de onca ülkenin gençlerinin sezdiği şey, sürekli olarak değer erozyonu ortaya çıkarıp her şeyi anlamsızlaştıran gidişi tersine çevirebilir. 1970'li, 1980'li yıllar dönemecinde, kapitalizmin dönüştürücü, yaratıcı ve yıkıcı gücü doğrudan veya dolaylı olmak üzere tüm gezegeni etkisi altına almıştı. Ve onun karşısında Sovyetler Birliği'nin devletçi modeli, egemenliği altındakilerin tamamı, köprü başlarını tuttuğu diğer kıtalardaki Üçüncü Dünya rejimleri de çatladı. Bu kapitalist ve devletçi iki realite karşısında, geriye başka bir şey yapma umudu, sosyalizme giden bir üçüncü yolki, gerçekleşmesinin XIX. yüzyılda sanıldığından daha zor olduğu görülmüştü- yeni bir üretme, yaşama, çalışma, karar verme umudu kalıyordu... Yüzyılın son yirmi yılında genelleşmiş devletçiliğin soluğu kesilmişti ama kapitalizm, yeni bilimi kullanma yeteneği sayesinde yeni bir rüzgâr yakalayabilmişti. Ve Sovyetler Birliği ve imparatorluğu yıkılıyordu. Eski Üçüncü Dünya'nın en dinamik ülkeleri ve Çin'in geniş bölgeleri, özel teşebbüs, piyasa ve kapitalist dünya sistemiyle bütünleşme oyununu başarıyla oynayacaktı. Hong-Kong'un Çin'e yeniden katılmasıyla Çin yöneticileri, "tek ülke iki sistem" vadediyorlardı. Yüzyılın sonuna doğru başlıca kapitalist yöneticilerin gönlünden geçen de herhalde "200 ülke tek sistem" sloganıydı.. 0 kadar ki, güçlü bir liberal yenilenme tüm gezegeni silip süpürüyordu. Sevimli küreselleşme istiaresi, eşitsizlikleri dramatik bir şekilde derinleştiriyor ve çok büyük dünya şirketleri dünya satranç tahtasında netameli oyunlarını oynamaya devam ediyorlardı.
Sayfa 354 - YordamKitabı okudu
·
12 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.