Bu kitap; Hasan Ali'nin yorgunluğudur.
Bir varmış bir yokmuş tadında, nice arayışlarla ve daha çok bulamayışlarla dolu bu kitap;
Henüz başlarken elimde ne kadar somutsa, var olduysa,
Kitabı bitirdikten sonra da ben o kadar yok oldum sayfalarında. Ya da kitabın gizli anlamlarında öyle kayboldum ki bunu kopkoyu bir yokluğa yordum, bilemiyorum.
Peki nasıl anlatılır böylesine sonsuzlara bölünmüş bir kitap? Öyle ki her bir katmanında bilinmez zamanlara ait duyulmamış, duyan olmadığı için de bir türlü tamamlanamamış masallarla örülüyken ben bu bilinmezliklerden hangisine tutunmalıyım diye çok düşündüm önce. Aslında tek tek çok şey söyleyebilirmişim, size kitabı saatlerce anlatabilirmişim gibi de hissettim bir yandan; fakat bana öyle geliyor ki bu anlattıklarımı da en sonunda bir araya getirip birleştirdiğimizde yine dilsiz bir tamamlanmamışlıktan başka bir şey çıkmazdı karşımıza.
Çünkü bana kalırsa, Hasan Ali de bu kitabı bize belli bir şeyi anlatmak için kaleme almamış. O sadece, salt ‘anlatma’yı eşsiz bir sanat haline getirerek dokunmuş kelimelere. Zihnine dolan ilhamların coşkunluğuna kendini bırakarak kelimeler üzerindeki sihirli hünerlerini zihinlerimize acı çektirmek ve bizi bu acıdan doğacak ince hazlara boğmak pahasına yazmış.
O böyle yazınca, biz de bir zaman sonra kendimizi bu renkli akışa kaptırıp bir şeyi anlatmasını değil de, sadece anlatmasını istiyoruz zaten. O öylesine zahmetsiz bir zarafetle kelimelerden kelimelere, cümlelerden cümlelere ya da hiç de o bilindik kelimelere benzemeyen, bize sadece kelime diye gözüken birtakım titrek şekillerin arasından geçerken, biz de bu geçişlerin arasındaki belli belirsiz bir boşluğa kıvrılıp öylece yolculuk etmek istiyoruz onlarla.
Ve bir zaman sonra fark ediyoruz ki bu yolculuk, arayıştan başka bir şey değilmiş aslında. Biz en başından beri Alaaddin’i arıyormuşuz kitap boyunca. O Alaaddin ki, suçtan arınmış varlığından dolayı duyduğu tedirginliğe daha fazla dayanamayıp nice işlenmemiş günahların peşinden koşup sırra kadem basmış sözgelimi. Ve biz de onun peşinden sonsuzluklara dalarken buluyoruz kendimizi; kimsesiz apartmanların sıra sıra dizildiği renksiz şehirlerde, o şehirlerin karanlıklarında uyuyan izbe köşelerinde, belki o köşelerde yatıp kalkan solgun yüzlü çocukların üşüyen soluklarında, işsiz babaların ceplerini dolduran intihar habercisi meteliksizliklerde, copların genç bedenler üzerinde durmadan inip kalktığı mora çalan pembeliklerde, sonra sınırları olmayan ormanların kuş ötüşü şavkıyan türlü yeşilliklerinde, aşılmamış çöllerde, o çöllerin tepesinde bitimsizlikle parlayan güneşin yaktığı kum kokulu tenlerde, ya da camilerin asırlara batmış çinilerinde, kiliselerde yakılan mumların titrek alevinde, belki kerhanelerin pespembe odalarında devinen kokmuş hırıltılı nefesinde, hatta daha sonra saraylarda ve karanlık mahzenlerde bile arıyoruz. Arıyoruz ama, Alaaddin’i bulmaktan çok bu nice aramaların içinde biz kayboluyoruz bu sefer. Ya da sanki Alaaddin sayısız parçalara bölünmüş de tüm bu gördüğümüz yerlere azar azar sızmış gibi, her gittiğimiz yerde biraz da ona rastlıyoruz sanki. Peki biz kimiz? Başka bir Alaaddin mi? Ya da Alaaddin’in kayboluşundan geriye havada öylece asılı kalan boşluğun kendisi miyiz, bunu da bilemiyorum.
Sonra yine, romanı okurken bu boşlukları ve bu boşlukların içine saklanan tamamlanmışlıkları kendimiz birleştirerek yeni anlamlar yaratmaya da başlıyoruz bir yandan. Böyle olunca roman, biraz da Hasanım Ali’nin yazdığı roman olmaktan çıkıyor da bizim parça parça anlamlarla yamadığımız bambaşka bir roman haline geliyor. Böyle olunca, acaba Hasan Ali biraz da böyle olmasını mı istedi diye düşünmekten alamıyorum kendimi.
Biz böyle düşünedurup zamanın dışına çıkmışken Hasan Ali yazmaya devam ediyor elbette. Kelimeler öyle bir dökülüyor ki zihninden, okuduklarımız ne kadar gerçek ne kadar hayal onu da anlamıyoruz. Zaten biraz anlar gibi olduğumuzda da gerçek ve hayalin arasındaki o titrek çizgi dalgalanıyor, narin bir tül gibi dağılıyor da eriyip duruyorlar birbirlerinde, yok oluyorlar ansızın. Biz de onların arkasından havada dalgalanan bir boşlukla kalakalıyoruz sanki. Tüm zıtlıklar bir oluyor da biz bunu anlamıyoruz.
Sonra Hasanım Ali bizdeki bu hali görüyor, görmekten de öte anlıyor olacak ki, buna bağlı olarak kitabı yazarken hissettiği duyuşları şöyle aktarıyor sonlarda:
‘’Benimkisi, hiçbir zaman hiçbir şeyle açıklanamayacak kadar derin, hiç kimsenin anlayamayacağı ölçüde karışık ve acayip bir yorgunluktu.’’
Güzel insan, şiir insan... Bu kitapla yorgunluğuna biraz olsun ortak olabildiysek ne şans.
Benim okurken hissettiğim şeyse... Gerçek miydi yoksa hayal miydi bilemeyeceğim; ama aldığım zevk içimden çıkmış da buhurdanlıktan tüten ince bir duman misali önümde somutlaşmış, bana gülümsüyordu. Somuttu; ama ‘gölgesizdi’... Eh, artık ben diyeyim var, siz deyin yok.