Gönderi

303 syf.
9/10 puan verdi
Vakanüvis bir Doktor
İçinde bulunduğumuz zamanlarda okunabilecek en uygun kitaplardan birisi bu olsa gerek. Yazarın okuduğum ikinci kitabı oldu. Çoğu kişi gibi ben de Yabancı ile başlamıştım. O kitapta havada kalan düşünceler bu kitapla beraber kısmen tamamlanmış oldu. Kitabın edebi yönünden kısaca bahsederek başlamak istiyorum. Bu kısımdan itibaren spoiler uyarısı vermem gerekecek. --------------------------------------------------------------------------------- Kitap 1947 yılında yayınlanmış ve kitabın giriş cümlesinde, bu kitabın bir günceden oluştuğunu ve bu güncenin ise 194.. yılında, Cezayir’in Oran şehrinde başladığını öğreniyoruz. Sıradan bir şehir. Bir gün apartman girişinde ölü fareler ortaya çıkar ve zamanla insanlar ölür. Bu durumun adını koymak için, yetkililer yeterince insanın ölmesini ve sürece dair görüşlerin netleşmesini beklerler. Bir zaman sonra adına “Veba” derler. Bu durumu teşhis etmek ve yetkililerin kapalı kulaklarını açmak için Dr Rieux çabalamaktadır. Ağrılı bir ölümle sonuçlanan hastalığa yakalanan insanların sayısı günden güne artmaktadır. Durumlar böyleyken “bana bir şey olmaz”cılar peyda olur. Öte yanda umutla mücadele edenler, umutsuzluğa kapılanlar, panik yaratmasın diye ölümleri önemsiz gösteren kurumlar, şehre ölüm pahasına girmeye veya şehirden kaçmaya çalışanlar, haberleri önce abartıp daha sonra kulak tıkayan basın... Bir diğer karakter ise gizemli Tarrou’dur. Aslında bu günce başladığında Tarrou şehirdedir. Başta bahsedilen günlüğün bu kişinin ağzından yazıldığını düşünürüz. Tarrou’nun kim olduğunu kitabın sonuna denk öğrenemeyiz. Sadece onun günlüğünden yola çıkıp olayları ve kişileri tahlil ederiz. Karantina süreci başlar şehir kapatılır ve halk içeride yaşamak zorunda kalır. Ölümler artar önlemler alınır, sefalet artar, yoksulluk artar. Toplumun sosyal ve ahlaki değerlerinde değişimler meydana gelir. Daha sonra yapılan aşı çalışmaları bir şekilde başarılı olur ve bu süreç ağır faturalarla birlikte son bulur. Peki nedir bu kitabı çarpıcı yapan şey? Yukarıda bahsettiğim kısacık özet aslında bizim yılbaşından bu yana yaşadığımız sürece çok benziyor. İlk virüs haberleri ortaya çıktığında hemen hemen kimse buna kulak asmamıştı. Çin’deki olaylar için ‘yarasa yediler ondan oldu, her şeyi de yemesinler arkadaş, köpek yiyorlar, tanrının verdiği bir ceza...” gibisinden söylemlerde bulunan ahlakçılar vardı. Nasıl olduysa salgın ülkemizi atladı ve etrafımızdaki ülkelere sıçradı. O dönemlerde sizlerde sağlıkçı yakınlarınızdan duymuşsunuzdur belki; insanlar ölüyordu ama asıl sebebi mevcut kronik hastalıklar olarak görülüyordu ve kayda bu şekilde geçiyordu. Ya durum ciddiye alınmamıştı ya da alınmıştı ama söyleyip panik yaratmak istemediler bilemiyorum. Önemli olan bu değil zaten. Asıl vahim durum aşağıdaki alıntıda mevcut: “Gerçekten de felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar.” syf- 45 Evet, Çin’de ve pek çok ülkede insanlar öldü ama hiçbiri bizim umurumuzda olmadı. Çünkü onlar bizim uzağımızdaydılar. Çünkü aynı ölüm bizim başımıza gelmemişti henüz. Çünkü ölümün geleceğini biliyorduk ama nedense inanmıyorduk, sanki çok uzaktaydı ve hiç gelmeyecekti. Derken bir gün bir virüslü ölüm vakası duyuruldu. Sonra sayı giderek artmaya başladı. Önlemler almaya başladık. Sosyal mesafe denen kavram hayatımıza girdi. Misafirlik kavramı askıya alındı. Evvelden yapabildiğimiz çok basit bir yürüyüş bile, bir lüks haline geldi. Zamanla Oran’daki gibi “bana bir şey olmaz” diyenler türedi, bu salgın Tanrı’dan bir uyarı diyenler, dünyanın sonu geldi diyenler oldu. Daha sonra insanların yakınlarında bu vakalar meydana geldikçe durumun ciddiyeti anlaşıldı. Maskeler çenelerden yukarı çekilmeye başlandı.(kısmen de olsa). YKK’nın “Yaban” romanında, memleketin içlerine doğru ilerleyen düşman ordusunun geldiğine inanmayan köylüler, bir gün düşman topunu az ötede duyunca inanmışlardı. Sanırım bu hal biz insanların doğasında olan bir şey. Bizden uzak olan her felaket bize masal gelecek ve uzağımızda ölen herkes, nihayetinde bir sayıdan ibaret olacak. “Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ancak ölü halde görüldüğünde önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntüden başka bir şey değildir.” syf - 46 TV’de, haberlerde insanların ölümüne, dünyadaki acılara üzülüp tekrar yemeğimizi yemeye devam edeceğiz. Kitabın sondan ikinci ve üçüncü sayfasındaki ihtiyarın şu sözleri aslında her şeyin özeti gibi: “'Veba bu, veba geçirdik’ diyorlar. Bir anlamda ödüllendirilmek istiyorlar. Ama ne demek veba? Yaşam bu, işte hepsi bu kadar.” syf- 301 Daha sonra halkın sevinç nidalarına boğuk boğuk gülüyor aynı ihtiyar: “Buradan duyuyorum onları: ‘Ölülerimiz...’ sonra da gidip karınlarını doyuracaklar”. Syf 302 Kitapta salgın ilerledikçe, bu salgının bir ceza olduğunu, Tanrı’dan geldiği için diz çökülmesini söyleyen ahlakçılar türüyor, bu yönde vaazlar veriliyor. Öte yandan salgın hız kesmeden artıyor ama Dr Rieux mücadelesinden asla vazgeçmiyor. Onun tüm bu anlamsız ve absürt salgın karşısında mücadele vermesinin nedeni ise ahlak. Bir hastası ona ahlaklı olmanın ne olduğunu sorduğunda, ‘benim yaptığım işi yapmak’ diye cevap verir doktor. Yani mücadele vermek onun için ahlaki bir davranıştır. Salgınların aslında toplumların olgunlaşmasına katkı sağladığını ama vebanın sebep olduğu sefaleti ve zararı göz önüne alınca, vebaya boyun eğmek için kör, deli olmak gerektiğini işte Dr Rieux’dan öğreniyoruz. “Eğer mutlak güçte bir Tanrı’ya inansaydı, insanları iyileştirmeyi sürdürmez, bu görevi ona bırakırdı.” syf - 131 “dünyanın düzeni ölümle sağlandığına göre belki de Tanrı için en iyisi ona inanmamak ve suskun suskun durduğu göğe gözlerimizi çevirmeksizin ölüme karşı tüm gücümüzle savaşmaktır.” syf - 132 Salgın bir yandan insanları olgunlaştırırken öte yandan da kültürel değişimlere yol açıyordu. Örneğin temasa dayalı ritüeller, seramoniler, dini törenler, ibadetler ve cenaze merasimleri eskisi gibi olmuyordu. İnsanların yüzüne temas eden bir güneş ışığı, onları, dini inançlarından daha fazla mutlu etmeye başlamıştı. Bizim yaşadığımız bu dönemde de buna benzer şeyler oluyor. Artık kimse evinde misafir ağırlayamıyor. Cenaze törenleri olmuyor, sosyal yaşam ölü denecek durumda, kimileri inançlarını sorguluyor, kimileri ise daha bir sıkıya sarılıyor, dostluklar, arkadaşlıklar veya uzak mesafeli ilişkiler zamanla erozyona uğruyor. Salgın bir yandan bizi öldürürken bir yandan da bizi değiştiriyor. “Şunu belirtmek gerekir, veba sevme gücünü ve hatta dostluk duygusunu herkesin elinden almıştı. Çünkü aşkın biraz olsun geleceğe gereksinimi vardır ve bizler için kısa anlardan başka bir şey yoktu artık.” syf - 183 Vebadan dolayı acı çeken bir çocuğun ölüm süreci boyunca başında olan doktor ve peder arasında geçen diyaloglar oldukça etkileyiciydi. Çünkü peder, salgın ve ölümler karşısında yapılan isyanları anladığını ama bir yandan da bu durumu sevmemiz gerektiğini öne sürüyor. Yani bu durum Tanrı’dan geldiğine göre, özellikle çocuklara acı çektiren bu durumu sevmemiz gerektiğini duyan doktor çileden çıkıyor. “’Hayır peder’, dedi. ‘Sevgi deyince başka bir şey anlıyorum ben. Ve ölünceye kadar çocukların işkenceden geçtiği şu yaradılışı reddedeceğim” syf - 217 Sonlara doğru gizemli kahramanımız Tarrou’yu tanıma fırsatı buluyoruz. Bu noktadan sonra veba kavramı başka bir hal alıyor. Hastalık olarak anlatılan vebanın aslında bir analoji unsuru olabileceğini düşünüyoruz. Genelde bunu Nazilerin Fransayı işgali ile kurmuşlar. Burada pek çok benzerlik açısından ilişkilendirme yapılabilir elbet. Tarrou ise bu analojiyi yaşamındaki huzursuzluk ile kuruyor. Babası nüfuslu bir savcı yardımcısı olan Tarrou, sefaletten uzakta bir yaşam sürer. Babasının söylevleri karşısında, evdeki küçük dinleyici kitlesini oluşturur. Bir gün babası Tarrou’yu, kendinin bulunduğu bir davaya davet eder. Tarrou bunu kabul eder. Dava sonrası mahkum ölüme çarptırılır ve kanun gereği Tarrou’nun babası, mahkumun son anlarına katılmak zorundadır. O günden sonra kendini toparlayamaz Tarrou ve mide bulantıları ile baş gösteren bir iç huzursuzluk duymaya başlar. Daha sonra 18 yaşında evden ayrılır ve sefaletle tanışır. Çünkü o “vebalı” olmak istememektedir. İçinde duyduğu huzursuzluğu atmak için kendini mücadeleye adar ve Avrupa’da mücadeleye katılmadığı ülke olmadığını da belirtir. “İçinde yaşadığım toplumun ölüme mahkumiyet üzerine kurulu olduğunu biliyordum ve onunla mücadele etmekle cinayetle mücadele edeceğime inandım” syf - 247 “Bir insanın kurşuna dizildiğini gördünüz mü hiç?” diye sorar Tarrou. “Hayır, tabii, genellikle davetli olmak gerekir ve izleyiciler önceden seçilir. Sonuçta siz resimlerde ve kitaplarda kalmışsınız. Bir bant, bir direk ve uzakta birkaç asker. Hiç öyle değil! Tetikçi birliğinin, aksine, mahkumun bir buçuk metre yakınında durduğunu bilir misiniz? Mahkumun iki adım atsa göğsüyle silahlara çarpabileceğini bilir misiniz? Bu kısacık mesafede tetiği çekenlerin kalbe nişan aldığını ve hep birlikte orada bir yumruğun girebileceği büyüklükte bir delik açtıklarını bilir misiniz? Hayır, çünkü bunlar konuşulmayan ayrıntılardır. İnsanın uykusu vebalı insanların yaşamından daha kutsaldır. İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir.” syf 248 Ama Tarrou bundan sonra iyi uyuyamaz, çünkü uyuyabilenler vebalıdır. Bir kaç suçluyu öldürmek, geri kalanların ölümünü engeller düşüncesi onu rahatsız eder. Zira kitabın bir kısmında hırsızlık yapan iki kişi kurşuna dizilir. Sebebi ise artan yağma ve suçların önüne bir set çekmektir. Ama bu infaz, yüzlerce ölüm arasında fark edilmez bile. Asıl veba budur onun için. Onun ahlaki görüşünü kendi iç huzuru belirler ve bu huzuru bozan şeyleri reddeder. Ölümün onun için bir anlamı yoktur. O sadece ölümün sonlandırabileceği şeyleri içinde bulunduran bir savaşçıdır. Huzuru arayan bir azizdir. Evet, vebalı olmak zordur ama vebalı olmamayı istemek daha da zordur. Bu sayfalarda Camus’un ölüm cezaları karşısındaki düşünceleri vücut bulmaktadır. Tarrou, ölüm cezası vermekle bu ceza karşısında susmayı aynı derecede suçlu bulur. Haklı ya da haksız, uzaktan ya da yakından insanları öldüren veya öldürmeyi haklı çıkaran ne varsa reddederek kendi iç huzurunu bulmaya çalışır. Veba salgını karşısında ise gönüllü mücadeleyi örgütlemeyi öne sürer. Bu şekilde insanlara fayda sağalamaya, hiç olamazsa onlara umut vermeye çalışır. İlkin kitapta iki anlatıcı olduğu yönünde yazar bizi telkin ediyor. Birisi günlük sahibi, diğeri ise 'O' anlatıcısıdır. Hatta bu günlüğün de Tarrou’ya ait olduğunu sanıyoruz ama finalde öğreniyoruz ki, hepsi aslında doktorun güncesi. Bu güncede kendisinden üçüncü şahıs gibi bahsetmesinin yani dışarıdan bir gözle günce tutmasının nedeni ise, olayları ve kişileri tahlil ederken tarafsız olmayı amaçlamasıdır. Veba sürecinde yaşananların vakanüvisi olmaktır onun amacı. Ve bu vebadan sonra kente yapılacak bir anıttan ziyade, yaşananları geleceğe taşıyan bir yazılı hafıza bırakmak istemektedir. Çünkü o anıtın dikilmesini isteyenler daha sonra evlerine gidip yemek yiyeceklerdi. Yani içlerinde duydukları duygu, kibirden öteye geçemeyecek ve bunu da dikili bir anıtla örtbas edeceklerdi. Ama doktor bu yaşananları geleceğe miras bırakacaktı, Tıpkı okuduğumuz bu güncede olduğu gibi. Veba sürecinde pek çok insan sevdiklerinden geçici veya kalıcı olarak ayrı kalır. Pek çokları işsizlikle mücadele eder. Sefalet ve çıkarcılık toplumda kanayan yaralar haline gelir. O kendi halinde yaşayan sıradan şehir, eskisi gibi değildir. Ama hepsinden öte bir ders elde edilir. “Felaket sonrası çıkarılan faturaya bakmayın, bunun sebebini bulup nüksetmesini önleyin” dir mesaj. Zira Camus ve doktor, kitapta yaşanan salgının sonuçları üzerinde kafa yormaz. Doktor vebanın bitiş anını, bir başkaldırıdan veya bir zaferden ziyade kurtuluşla ermek olarak resmeder. Ama öte yandan vebanın aslında bitmediğini, bir gün ortaya çıkacağını da bilir. Onun korkusu budur ama bu korku onun mücadele etmesinin önünde set değildir. Onun başkaldırısı, ceza veya acılar karşısında faturaya bakmadan mücadele etmektir. Ne bu mücadele son bulur ne de mücadele verilen düzen. İşte budur asıl yaşam. Belki de Rieux bu yüzden bu günceyi bize miras bırakmıştır? Hem edebi, kurmaca yönünden hem de düşünsel yönden muazzam olan bu yapıtı okuyacak arkadaşlara iyi okumalar diliyorum.
Veba
VebaAlbert Camus · Can Yayınları · 202020,3bin okunma
··
130 görüntüleme
Çaça okurunun profil resmi
Li-3
Li-3
bey elinize sağlık, inceleme pek güzel olmuş. Kitap hakkında kapsamlı ve detaylı bilgiler vermenin ötesinde yazarın düşünce dünyasına da değinmişsiniz. Ayrıca konuyu, yaşadığımız güncel salgın olayı ile de bağdaştırmışsınız. Ben de kitabın içerisinde denk geldiğim bir ince ayrıntıyı paylaşmak istiyorum, kitabın ilk kısmında birkaç satırlık bir paragrafta Camus'nün
Yabancı
Yabancı
romanının ana konusundan bahsedilmekte. İlgili alıntıyı da şöyle bırakarak bitireyim; #74297624
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.