Gönderi

Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur'un eczalarında vardır. Şimdilik icmalî bir işaret edeceğiz: Birinci Suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir, maksat nedir? Soruyor. Evvela: Ona okuduğun Yirmi İkinci Söz'ün Mukaddime'sinde, tevhid-i hakiki ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz İkinci Söz'ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder. Ve sâniyen: Usûlü'd-din imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin-i Râzî'ye öyle demiş. Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın tarzında olduğu vakit hem marifet-i tammeyi verir hem huzur-u etemmi kazandırır ki inşâallah Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar. Hem Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına, Fahreddin-i Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi Kur'an-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için ﻟﺎَ ﻣَﻮْﺟُﻮﺩَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَdeyip kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise yine huzur-u daimîyi kazanmak için ﻟﺎَ ﻣَﺸْﻬُﻮﺩَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَdeyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakîm'den alınan marifet ise huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Her şey mir'at-ı marifet olur. Sa'dî-i Şirazî'nin dediği gibi: ﺩَﺭْ ﻧَﻈَﺮِ ﻫُﻮﺷِﻴَﺎﺭْ ﻫَﺮْ ﻭَﺭَﻗِﻰ ﺩَﻓْﺘَﺮِﻳﺴْﺖْ ﺍَﺯْ ﻣَﻌْﺮِﻓَﺖِ ﻛِﺮْﺩِﮔَﺎﺭْHer şeyde Cenab-ı Hakk'ın marifetine bir pencere açar. Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'an'dan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki mesela, bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi; aynen öyle de ulema-i ilm-i kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip sonra Vâcibü'l-vücud'un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakîm'in minhac-ı hakikisi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻰْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍٰﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠٰﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌdüsturunu, her şeye okutturuyor. Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor. *** Mektubat[Y] - 361
·
7 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.