Gönderi

Küçük Burjuvalarımız ve Gericiliğimiz!
Küçük burjuvanın dünya görüşü durağandır. Küçük burjuva kendisini dünyanın merkezine koyarak, kendi çevresini bütün toplumun, kendi hayat süresini ve kendi hayatına tekabül eden zaman dilimini de bütün insanlık tarihinin yerine koyar. Bugün yüzleşmekte olduğu durumun kökenini, gelişim sürecini, nasıl bu hale geldiğini ve bundan nasıl kurtulabileceğini ortaya koymaktan acizdir. Bugün var olanı hep oldu ve olacak zanneder, buna karşı çıkmak ona göre beyhude bir çaba veya ütopik bir hayal, bunun değişmesinin mümkün olduğunu düşünmek olmayacak duaya amin demektir. Dünya ve devrim tarihinde Çarlık Rusya’sı gibi, Marks’ın ifadesi ile “1849’da dünya gericiliğinin kalesi iken 1870’lerin sonunda dünya devrimci ve ilerici hareketlerinin kalesi” olan Ortodoks köylü memleketi örneği varken, küçük burjuva tarihsel diyalektiğin şeyleri karşıtına dönüştürme eğilimine inatla göz kapatır ve kulak tıkar. “Burası Türkiye”dir, “bu halk aptal”dır, “eğitilmez”dir, ve sonunda dillere pelesenk olan o meşhur sloganvari söz dizisine gelinir: “Böyle gelmiş, böyle gider!” “Böyle gelen”in “böyle gideceği” fikrine son derece ikna olmuş olan küçük burjuva, böyle gelenin gerçekten böyle gelip gelmediğini sorgulamaya bir türlü cüret etmez. Bir noktada farkındadır ki etse, aslında kabahat kendisindedir. Yeri gelince köylerdeki toprak ağalarının mülkiyetini tehdit ettiği için kendisi de bir toprak ağası olan Menderes’in başını çektiği hükümet tarafından “komünist yetiştirme” gerekçesi ile kapatılan Köy Enstitüleri’nden dem vururken, bu halkın o dönemden beri geçirdiği süreçlerin tutarlı bir diyalektik analizini hiçbir zaman ortaya koyamaz. Oysaki bu halk, 60 İhtilalinin ve 62 Anayasasının getirdiği nispi özgürlük ortamında, sosyalizmin serbest kalışının ardından TİP’lere destek vermiş, onların içerisinden 68 kuşakları yükselmiş, gericiliğin etkisi sürmekle birlikte kitleler devrim fikrine ısınmaya ve devrimcilerle kucaklaşmaya başlamıştı. Küçük burjuvanın kendisi de sık sık hatırlattığı gibi, o dönem devrim uğruna silah sıkan adamlar bugün AKP seçmeni olmuşlardı. Peki nerede bunu “neden”i ve “nasıl”ı? Bir zamanlar ABD-NATO desteğiyle Milli Türk Talebe Birliği’nde, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde örgütlenen gericiler 80 sonrası köy köy ve mahalle mahalle gezip insanların kafalarına örümcek ağı örerken, onları kafadan silahsızlandırırken küçük-burjuva elitistimiz ne ile meşguldü? Atletle rakı içtikten sonra çocuklarına “aman siyasete bulaşmayın, siyaset iğrenç, leş, pis bir şeydir” demekle. Devrimci hareketlere, İslamcı gericilikle kıyasıya mücadele verenlere destek verdi mi? Destek bir yana, F tiplerinde bu insanlara ölüm kusturan, Türkiye burjuvazisinin “komünizme taşmayı önleyen son bent”ine oy atmakla yetindiler. Geri kalanı ise teröristti. Böyle “anarşistlikler”le zaten bir yere varılamazdı, parlamenter demokrasinin yolu en doğru yoldu. Nitekim küçük burjuvanın kafasında da demokrasi olsa olsa buydu. Bu bakımdan küçük burjuvanın esasen “çomar” diye aşağıladığı ve ağırlığı esnaf-işçi-köylü sınıflarından/tabakalarından oluşan AKP seçmeninden bilinç düzeyi olarak pek bir farkı yoktur. İdeolojik konumu gereği daha kolay eğitilebilir gibi dursa da, Marks’ın deyimi ile bilincini belirleyen toplumsal konumundan ötürü onu da ikna etmek en az “çomar(!)”lar kadar zordur. Hem küçük burjuvanın da zaten mücadele etmeye niyeti yoktur, “dünyayı o mu kurtaracak”tır, ona mı kalmıştır memleket sorunlarıyla ilgilenmek? Onun dudaklarından hep şu şikayet işitilir: “Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım.”(Maksim Gorki, Küçük-Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi). Bu yüzden küçük burjuva, hem “anarşiye varana dek bağımsız olma sevdasından kurtulamaz, hem de işçi sınıfının zafer arabasına bağlı kalır”(Hikmet Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler). “İşçi sınıfı zaten AKP’li”dir! “Onlar kendini düşünmezken biz mi onları düşüneceğiz”dir! Küçük burjuva, bir yandan bilinçsiz ve cahil olmakla itham ettiği ve bilinçlendirmek uğruna kılını kıpırdatmadığı halka karşı aydın ve elit kişi pozları satarken, bir yandan da kalkıp kendini geliştirmekten imtina eder. Halk neden böyle diye düşünmediği, halkın nasıl bu hale getirdiğine kafa yormadığı gibi, Leninist “dışarıdan bilinç” ilkesine kulak asmaz ve öncülerin sınıfa bilinç aşılama görevini bir kenara koyar. Sistem için rıza üretimi gerçekleştirmek adına Gramsci’nin bahsettiği “kültürel hegemonya”yı araştırmak hiç aklına gelmez. Althusser’i açıp “devletin ideolojik aygıtlarına” kafa yormaz. Plazalarda beyni sulanmış bir beyaz yaka için, veya tipik bir küçük burjuva için, en iyi seçenek cebine giren üç kuruşla birlikte kendisini aristokrat sanmaktır. Küçük burjuvanın bütün “vatandaşlık görevi” ve bütün siyasi sorumluluğu, köklerini onun yüzeysel ve çocuksu demokrasi anlayışından alır. Ömründe 8. Sınıf İnkılap Tarihi dersinden öte “demokrasi nedir” sorusuna kafa yormamış olan, bunu müteakiben Lenin’in Devlet ve Devrim’de belirttiği gibi yine bir devlet biçimi olan demokrasiyi anlamak için “devlet nedir” diye düşünmemiş olan küçük burjuva; bütün gazetelerle ve internetle, bütün basın yayın organları ve televizyon programları ile, bütün afişler ve Billboardlarla etrafı sarmış olan, devlet eğitimi ile ideolojik yükleme ve toplumsal tabuları gerçekleştiren, esasen tepede oturan ve devlet aygıtını bir siyasi egemenlik aracı olarak kullanan %1’lik oligarşik bir azınlığın plütokratik diktatörlüğünü “milli irade”yi yansıtan “demokrasi” zannetmekte “çomar” diye aşağıladığı AKP’liyle yarışır vaziyettedir. MÜSİAD’ın yeşil sermayesinden kaçarken TÜSİAD’lara, Koç’lara toslar ve toslamakla kalmayıp bundan memnun olur. Onun dar kafalı ve küçük çaplı bakış açısında, kültürel hegemonyanın oluşmasında Koç’ların payı yoktur ve onların muhafaza ettiği sistem bugünleri tarih boyunca tekrar tekrar üretmemiş, devam ettiği sürece de tekrar tekrar üretmeyecektir. Zaten bizi bu hale “halk iktidarına dayanan” “demokratik rejim” getirmiştir! Atsız’ın “en ufak rahatımı bile feda etmem” dediği cumhuriyet rejimini, yine Atsız’ın “bilgi ve yeterliliği değil çoğunluk iradesini esas alıyor” dediği sözünü paylaşarak veya Platon’un o meşhur kesitine atıf yaparak eleştirir. Yani küçük burjuvanın kafasında, “sermayenin diktatörlüğü”nden(Lenin) başka bir şey olamayacak olan ve Türkiye topraklarında adam akıllı hiç var olmamış olan burjuva demokrasisi “çoğunluğun egemenliği”ni temsil etmektedir. Küçük burjuva, normal şartlar altında devlet otoritesine isyan eden herkese “terörist” yaftası yapıştırabilecek bir dünya görüşüne eğilimlidir, yine de mevcut siyasal iktidara karşı memnuniyetsizliği onun da ara sıra isyan duygularını kabartmaktadır. Bütün bunlara karşın küçük burjuvanın yapabildiği en radikal siyasi faaliyet, AKP yerine örneğin CHP’ye veya İYİ Parti’ye oy vermektir. Parlamenter demokrasinin demagojik palavralarla süslü amentüsünün dışına çıkmak, Türkiye topraklarında yaşayan bir küçük burjuvanın “büyük günah”larındandır. Yine de küçük burjuva, geçmişte bunu yapmaktan çekinmemiş bazı figürlere tutarsız bir saygı ve sevgi beslemekten, yer yer bunları savunmaktan ve hatta sembolleştirmekten de geri durmaz. Küçük burjuvaya göre, “TBMM önünde kendisini yakan işçi bile AKP’li çıkmış”tır. Küçük burjuva bunu hep bu şekilde algılar ve bu şekilde ortaya koyar. Oysaki küçük burjuva, hiçbir zaman bu örneğe mücadele adına ne kazandırılabileceğini ortaya çıkarmak niyetiyle bakmaz, kendisinin de öcü gibi korktuğu ve içerisine girip sürdürmek istemediği savaşım potansiyelini de dolayısıyla hasıraltı eder. Oysa ki bu örnek “AKP’li bir işçi bile bıçağın kemiğe dayandığını fark ettiğinde kendisini meclisin önünde yakacak kadar militanlaşabiliyor” şeklinde okunabilir. Küçük burjuva, hiçbir şekilde “bizi zorla komünist yaptılar” diyen eski AKP’li tekel işçisini görmez. Onun umurunda olan tek şey, siyasi pasifliğini meşrulaştırmaya yarayacak olan örneklerdir. O yüzden bu örnekleri bir kere ağzına almayan küçük burjuva, Soma’da hangi burjuva partisinin kaç oy aldığından dem vurur durur. Kendisinin de en az çomar diye aşağıladığı kesimler kadar sömürü sisteminin ve onun üst yapısal ideolojik kültürel hegemonyasının ürünü olduğu gerçeğinin farkında olmayan ve toplumda gördüğü pürüzleri abartıp her şeye abartılı bir pesimizmle yaklaşarak veba saçar gibi umutsuzluk saçan küçük burjuvaya karşı, Marksist-Leninist öncü devrimcilerin takınması gereken tutum; En az İslamcı işçiye gösterildiği kadar sabır gösterip inatla anlatmak ve onların tarafında olanın kim olduğunu göstermek, onları proletarya hareketine yedeklemek için uğraşmak, Entelektüel olarak nispeten daha eğitilebilir olan yönlerinden faydalanarak onlara karşı devrimci komünist teorinin nazari zaferini sağlamaktır.
··
59 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.