Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Salih Mirzabeyoğlu ve Bursa...
- " (…) Rüyâ aleminde, zâtı veya yekpârelik dünyasının kim bilir hangi mânâsına veya şahsına misâl suret olarak görünen rahmetli dedem Abdülkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleşen göçmen… Bursa’daki Çırpan mahallesi, oradan gelenlerin oluşturduğu… Babası, 6 yaşında vefat etmiş; yetim kalmış… Ben 5-6 yaşlarında iken, dedemin evinin bulunduğu sokakta, hemen hemen onunla akran “Muallim-öğretmen” diye bahsedilen bir adam vardı… İsmi İsmail olan bu “Muallim Bey”, sokağın itibarlılarından, saygı gören bir insan… O zamanlar, şimdinin sıradan insan örneği ve bu muamelenin insanları değildir muallimler… Nasıl usul bilmiyorum, şayet dedem “1” sene daha okusa, muâllim çıkabilirmiş; o muâllim de, onun sokak ve okul arkadaşı imiş… Herneyse; dedem, küçük yaşta evin sorumluluğunu yükleniyor ve Adile Hanım’la, ablası Ayşe Hanım’a bakıyor… Ayşe Hala, o yaş çocukluğumun canlı tiplerinden… O ve kızı Zeynep Hala… Kendisi, tatlı dilli, çok konuşan, çok zayıf bir insanken, kızı çok şişman… Ayşe halanın bir de oğlu var; Haydar dayı… Zeynep halanın iki oğlu var: Halil ağabey ve Metin ağabey… Söz dedemden açılmışken, hafızam buralara kayıyor!.. Konu komşu ve tanıdıkları, dedemden “Kadir Efendi” diye söz ederlerdi… Kadir Efendi, bakkallık yaparmış… O günlerine yetişemedim… Hâli vakti yerinde imiş; iki evi, dükkânı, bugünkü Merinos Fabrikasının arazisinde kalan bahçeleri varmış… Bahçeleri ve diğer evi, işler kötüye gidince satmış… O günlerine de yetişemedim… Harp yıllarının umumî sarsıntısı içinde, veresiye satış yapmanın bedelini iflâsla ödüyor… Ve bir tabla teminiyle çekirdek satmaya başlıyor… “Çekirdekçi Kadir Efendi”… Çocukluğumun en eğlenceli zamanlarından biri de, dedemin yanına takılarak çekirdek satmaya gittiğim zamanlardı!.. Dedem, anneannem, dayım, yengem, anneannemin gözdesi ablam, teyzem… Bir-iki sene orada devamlı kalmış olmam, annem, babam ve kardeşlerimin de tatillerde katılmasıyla ev ahâlisi büsbütün kalabalıklaşmasına rağmen, nedense saydıklarım ev dekorunun demirbaşı gibi yer etmiştir hatıralarımda… Anneannem öğretmen çıkan teyzemin peşinde ve ablam ilkokulu bitirdikten sonra oradan ayrılmasına rağmen, dedemin sağlığında, dayımın doğan çocuklarıyla beraber, tatillerde bu ev büsbütün kalabalık olurdu!.. Hâlâ aklımın ermediği dava: Kadir Efendi, çekirdek satarak bolluk taşan o evi nasıl idare ederdi… O Kadir Efendi ki, eşek sırtında satılan veya eşek sırtına yüklenmiş meşe odununu evin önüne yıktırdığı zaman, evinin en az iki-üç senelik odunu, odunluk ve evin sofasının altındaki boşlukta mevcut bulunurdu… Kavun-karpuz, manda arabalarıyla gelir, kümes daim horoz ve tavukla dolu olurdu… En büyük zevki pazara gidip alışveriş etmek olan Kadir Efendi, omuzunda deri bir zembil, haftada iki-üç pazardan beli bükülesiye yüklenmiş olarak gelirdi… Taşan bir bolluk, bereket… Bereket?.. Bereket?… Evet, işin sırrı bereketteydi… Bereket, sadece kemmiyet hesabıyla içinden çıkılır bir dava değil, keyfiyet veçhesiyle zevkedilen bir tılsım işi… Nice bolluklardan o hâle bereketi yakıştıramayışımız da bundan… Berekette bir kutsanmışlık var… Allah’ın bir lütfu ve ihsanı oluşunun şuuru, feyizde buğu tutmuş uğurluluk, meymenet, saadete âletlik… Ömrünün son birkaç senesini Teyzemin ısrarıyla Ankara’da geçiren dedem, Teyzemin verdiği parayla pazara çıkar ve o ortamda müzelik zenbille gezemeyeceği ikazına maruz kalmadan bunu sezmiş olarak alışveriş edip fileyle eve dönerken, ne kadar da mutsuzdu… Ne para, ne de filenin görünüşünden memnun değildir: – “Dünyanın parası, su gibi gidiyor; paranın bereketi yok… Hiç bereket olur mu?.. Delik delik fileye dolduruyorsun, herkesin gözü önünde getiriyorsun; çoluk çocuk var, hamile kadın var, alan var-alamayan var… İnsanın canı çeker… Günah, günah!” İstemeden, tevekkülle boyun eğdiği cemiyetin mahkum edici şartlarında yaşayan insan olarak, ne kadar içi yanıyordu kimbilir?.. Sabahın o alacakaranlığı… Namaz sonrasında ezberden Kur’ân okuyor… Çocukluğumda içime sinmiş o Kur’ân kokusunu, Kurân’ı her türlü alayiş, mihanikilik, gösteriş, nefs tezahürü dışında, sadece kesiksiz bir mırıltıyla okuyan o içe işleyici yanık insan sesini ömrünce hasretle taşıdım yüreğimde!.. Ufak tefek bir adamdı dedem… Kendi cürmü yetmese de, büyük bir hak duygusu, bunun öfkesi, kahraman sevdası taşırdı… Bursa’nın Yunan işgalinden kurtarılışında Efelerin Bursa’yı basmasını naklederken, söz ile gözyaşı birbirine karışırdı… Kendisine ait olmayan bir haksızlıkla karşılaştığı veya duyduğu zaman, öylesine müteessir olurdu ki, gövdesi ruhuna müsait olmayan adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve öylesine bir adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve böylesine bir çevresinden sorumlu müslüman hiddeti… Onun pek sık anlattığı bir hadise de, Kâbeyi yıkmaya gelen ordu üzerine ebabil kuşlarının taş atması, filleri o ufacık taşlarla öldürüp orduyu tarumar etmesi… Kuşlar tam taşı atacağı ânda, cümleyi tamamlayamadan ağlama habercisi seslerle, buna mani olma çabasının asap bozukluğu gülmesini andırır hıçkırıklar birbirine karışır, biz hep mevzuun bu noktaya gelmesini çocukça bir muziplikle beklerdik!.."
Sayfa 315 - 318 İBDA YayınlarıKitabı okudu
·
57 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.