Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

EHLİ SÜNNET MEZHEBİNE İNTİSAB ETMEK VÂCİPTİR...
- " (...) Onlar, (Ehl-i sünnet âlimleri) bir meselede paldır-küldür “İçtihad” (!) etmeye yeltenmezler. Kendilerine takdim edilen herhangi bir müşkül meselenin “çözümüne dair” içtihad etmeden önce (Ehl-i sünnet âlimlerinin) nasıl hareket ettiklerine ve ne yaptıklarına misâl olması bakımından İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerine aid olan bir menkîbeyi özetle nakledelim. Şöyle ki: “Bir grup insan, Peygamber evlâdı-torun olan Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin de içerisinde bulunduğu yüce bir topluluğa İmam Ebu Hanife hakkında şikâyette bulunur. Söz konusu şikâyet şudur; “İmam, kıyas (rey)’e çok başvuruyor”. Bunun üzerine adı geçen topluluk İmam-ı Azam Hazretleri’ni huzurlarına dâvet eder. İmam, bu dâvete icabet eder ve münâzara sabahın erken saatlerinden ikindinin son bulmasına kadar sürer. Başta İmam-ı Câfer-i Sâdık olmak üzere toplulukta bulunanların hemen hepsi, İmam Ebu Hanife Hazretlerine takdirlerini belirtirler… Suçlanmasına karşılık olarak İmam-ı Azam’ın verdiği cevabın özeti şudur: “Ben, önüme herhangi bir müşkül, bir mesele geldiği zaman, onu önce Allah’ın Kitabına arz ederim, şâyet onda bulamazsam Resûlullah’ın Sünnetine bakarım, şâyet onda da bulamazsam Sahabelerin kavline bakarım. Sahabelerin kavlinde bir tenakuz veya ayrı görüş olursa onlardan dilediğimin görüşünü alırım. [Diğerlerine de saygı durarak] Şâyet bunlarda da bulamazsam Süfyan-ı Servi, Hasan-ı Basri ve Süleyman b. Hammad gibi zâhir ilim ehli nasıl içtihad ettilerse ben de onlar gibi “içtihad” ederim.” der. Tabiî bunu diyen sıradan biri değil, çağının bütün ilimlerine vâkıf olan ve aynı zamanda ümmetin güvenilir bir fakihi; “Rabbânî Âlim” Ebu Hanife Hazretleri’dir. Ebu Hanife Hazretleri’nin bu kanaatinin Kur’an’dan olmadığını kim iddia edebilir ki? Kur’an-ı Kerim bu konuda meâlen şöyle buyuruyor: “Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiği zaman onu yayıveriyorlar. Hâlbuki onu, peygambere veya içlerinden buyruk sahibi olanlara (ulu’l-emr’e) arz etseler elbette bunların sonuç çıkarmaya gücü yetenleri onu anlar, bilirlerdi. Eğer Allah’ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı pek azınız bir tarafa, şeytana uymuş gitmiştiniz.” (Nisâ: 83) “Her kim de kendisine hak apaçık belli olduktan sonra Peygambere muhalefette bulunur ve mü’minlerin yolundan başkasına giderse Biz onu gittiğine bırakırız ve kendisine cehennemi boylatırız ki, o ne fenâ bir gidiştir.” Nisâ: 115) Bu âyet-i kerime meâllerine müteakiben, “Ruhu’l-Furkan” adlı tefsirden Fahreddin Râzî Hazretleri’ne aid olan kanaatleri işaretleyelim. Ki, böylelikle her meselenin hâllinin ehline arz edilmesinin zarurî olduğunu; hadlere riayet edilmesi gerektiğinin bir “vecibe” olduğunun altını bir kez daha çizmiş olalım. Şöyle ki: “İstinbat: Asıl lügatında istihraç (çıkartmak) demektir ki, aslı, kazılan kuyudan ilk çıkan suyun ismi olan (nebat veya nebta)’dan alınmıştır. Bir fakih’in kendi içtihat ve anlayışıyla, üstün zekâ, safi zihin, fetânet ve tedebbürü (ince düşünmesi) ile âyet ve hadislerden hüküm çıkartması, işin zorluğu ve güçlüğü bakımından kuyudan su çıkartmaya benzetilerek, istinbat diye isimlendirilmiştir. “Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiği zaman onu yayıveriyorlar. Hâlbuki onu, peygambere veya içlerinden buyruk sahibi olanlara (ulu’l-emr’e) arzetseler elbette bunların sonuç çıkarmaya gücü yetenleri onu anlar, bilirlerdi. Eğer Allah’ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı pek azınız bir tarafa, şeytana uymuş gitmiştiniz.” (Nisâ: 83) Bu âyet-i celilede, kıyasın, edille-i şer’iye’den (şeriatın dört delilinden) biri olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü âyet-i celilede geçen “istinbat” ulu’l emr’in sıfatıdır. Allah, emniyet veya korku hakkında kendine haber gelen kimselere bu haberin gerçeğini anlamak için, istinbat sahibi ulu’l emr’e müracaat etmelerini emretmiştir. Ulu’l emr’e müracaat edilen vâkıaların bilinmesi için açık bir nas (âyet, hadis gibi bir delil) bulunduğu vakitte, içtihat ve istinbat gerekmez. Hakkında nas olmayan hâdiselerin istinbata havâle edilmesi ise, içtihada baş vurulması demektir ki, zaten içtihat kıyastan ayrı bir şey değildir. Şu hâlde ilim iki kısım olup, birincisi kitap ve sünnetin açık delilleriyle sâbit, ikincisi nassın delâlet ve işaretinden kıyasla yola çıkarak, içtihat ve istinbat’a dayanmaktadır. İmam-ı Fahrurrâzî sözlerine şöyle devam etmiştir: Bu âyet-i celile dört şeye delâlet etmektedir. 1-Ortaya çıkan hâdiselerin hükümlerinden, nas ile bilinemeyip, istinbat ile bilinenlerin bulunduğu. 2-İstinbatın huccet-i şer’iye (şeriatın bir delili) olduğu, 3-Avam’ın, füruatta (itikatta olmasa da amêle dair olan fıkıh hükümlerinde) ulemâyı taklitlerinin vâcip oluşu. Çünkü Mevlâ Teâla bu âyette hâdiselerin hükümlerine vâkıf olmayanların ehl-i İstinbat’a baş vurmalarının gereğini beyan etmiştir. 4-Resûlullah’ın da istinbatla görevli olduğu, zira Mevlâ Tealâ, avamın vazifesinin, meseleleri Resûlullah’a ve ulu’l emr’e havâle etmek olduğunu açıkladıktan sonra: “Hükümleri istinbat etmek şânından olan kimseler, o hâdiselerin hükümlerini bilir ve istinbat ederlerdi.” buyurmuş, Resûlullah’ı da istinbat ehlinden ayırmamıştır.” Yine, son devrin mazlum ulemâsından birisi olan Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yazılan “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirde şöyle buyurulur. Önce, Nisâ Sûresi 115 âyet-i kerime meâli ve tefsiri: “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” Bu âyet yukarıda nakledildiği üzere Tu’me’nin hainliği İlâhi açıklama ile ortaya çıkınca Hakk’a kendini teslim etmeyip Mekke’ye kaçması ve dinden dönmesi üzerine inmiştir. “Şikak” ve “müşakka” kelimeleri, “şakk”dan türemiştir, “ayrılıp muhalefete geçmek” mânâlarına gelir. “Mü’minlerin yolu, itikad (inanç) ve amêlde mü’minlerin tuttuğu tevhid yolu ve sağlam dindir ki, Allah’a, Allah’ın Resûlü’ne ve ulu’l-emre itaat yoludur. Bundan başkasına tâbî olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, mü’minler yolu olmayacağı bellidir. Şu hâlde Allah’ın Peygamber’ine karşı çıkmak, mü’minler yolundan başkasına gitmek demek olacağı açık olduğu hâlde, bunun “ve mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa” diye ayrıca açıklanması, elbette dikkate şâyandır. Demek ki Allah’ın Resûlü’ne ittiba (uymak) gibi, mü’minlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Resûlullah’dan kesin delil (nass-ı kat’i) gelen hususlarda Resûlullah’a karşı çıkmakla mü’minlerin yoluna gitmemek mütelâzim (birbirinden ayrılmayan) ve aynı şey ise de nass (dini delil) gelmeyen hususlarda bu telâzüm (beraberlik) açık değildir. Mü’minler “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı…” (Nisâ: 83) nassına uygun olarak ittifak ve icmâ ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler mü’minlerin tuttuğu bu yola karşı çıktıkları hâlde Resûlullah’a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme mevkiînde bulunmamış olduklarını iddia edebilirler. İşte “Her kim bu şekilde kendisine hak ortaya çıktıktan sonra Peygambere karşı çıkar”dan sonra “ve mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa” kaydının açıklanması bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu, yâni Resûlullah’a karşı çıkmak, mü’minlerin yoluna gitmemek demek olduğu gibi, mü’minler yoluna gitmemek de Resûlullah’a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmış ve buna binâen icmâ-ı ümmet (İslâm âlimlerinin ittifakı) ile dahi doğrudan ortaya çıkacağını ve ona da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun için Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat âlimleri, bu fıkrayı icmâ-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevk olunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delâlet yönünü çeşitli şeklillerde izah etmişlerdir. “İttiba” kelimesi de asıl meselenin uyma esası üzerinde cereyan ettiğini gösterir. “İslâ” kelimesi, bir şeyi yakmak için ateşe atmak ve ateşe atıp durdurmaktır. İşte doğru yol ortaya çıktıktan sonra Peygamber’e karşı çıkan ve müminler yolundan başkasına uyan mürted (dinden dönen)in sonu budur. Bunu geçici sanmamalı ve yalnız Tu’me gibi dönmelere de mahsus zannetmemelidir. Çünkü, “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” Yukarıda ve yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli hakkında geçmiş ve açıklanmıştı. Burada da Tu’me gibi dönmelerle beraber kitap ehlinden başka olan küfür ve şirk ehli açısından sevk olunmuştur.” (Dileyen, tefsirin devamını Hak Dini Kur’an Dili, Cilt 3, s. 84’den tâkip edebilir.) Sünnet ve Cemaat ehlini, “Tecrit ufkunda kan terleyerek çile çeken” ve, “Evimi özledim gerçek / Bunun için zindandayım / Bütün evler yuva olsun diye…” diyerek, her türlü ahvâl ve baskılar karşısında yılmayan, adam gibi dik duran, “sözün hâl ve makama uygunluğu şarttır!” ihtarına binâen, söylediği her söze lâyık bir mevkiîde bulunan, “hep-ten oluş” için azamî gayret sarfeden, velhâsıl nice sebeplere binâen, “Zamanın Âllâmesi-İrfan Sultanı” sıfatına lâyık olan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun derc ve hükümlerini bizzat kaleminden kat’i kanaatleriyle birlikte kısaca nakledelim. Şöyle ki: “Sünnet ve Cemaat Ehli, Dinin amêl kısmında dört mezhebe ayrıldılar: Birincisi Hanefidir ki, İmam-ı Azam tarafından tesis edilmiştir. İkincisi İmam-ı Mâlik mezhebidir. Üçüncüsü İmam-ı Şâfiî mezhebidir. Dördüncüsü de İmam-ı Ahmed Bin Hanbel mezhebi… Bu dört büyük İmam Fıkıh teferruatında ayrıldıkları noktalar var ise de, asılda hepsi müttefiktirler. Bu dört zât İslâm milletleri nazarında itimad edilir müçtehidlerdir. İhtilaf, hadisler hükmünce rahmet, ittifak ise kati bir hüccettir. Bir takım meseleler, şeriatte sarahaten sâbit olmadığından, açıkça sâbit olan dini meselelere kıyas ile ortaya çıkar. Din âlimlerinden böyle içtihada kudreti olan kimselere müçtehid denilir. Bunlar, her hususta tam gücünü harcadıktan sonra reyi nereye ulaşırsa, gerek kendisinin ve gerekse ona tâbî olanların o rey hükmünce amêl etmeleri vâcip olur. Müçtehid içtihadında ettiği hata ile günahkâr olmayıp bilakis ilim ve fikir kudretinin sarfedip bu noktaya vardığından dolayı sevap kazanmış olur. Zira insan kendi çalışması miktariyle memur ve mükellef bulunduğundan ve müçtehid bu memuriyette kasden isabetsizlik etmediğinden, yaptığı içtihad hatasına karşı bir sevap ile mükâfatlanacağı gibi, reyince isabet etmiş ise on sevap kazanmış olur. Hicretin ilk asırlarında, böyle içtihada muktedir birçok âlim yetişmiş ve herbirine hayli insan tâbi olmuştur. Sahâbîlerin tamamı müçtehid olduğundan birbirlerini taklitleri câiz değildir. […] İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Züfer, bütün ilim kudretlerini İmam-ı Azam’dan aldıkları hâlde, müçtehid derecesine vardıkları için, içtihad ettikleri meselelerde İmam-ı Azam’a tâbi olmaları câiz değildi. İmam-ı Şâfii ise, İmam-ı Mâlik’in talebesi olduğu hâlde kendisi müçtehid makamına ulaşmış ve yeni bir mezhep tesis etmiştir. Demek ki her şey, içtihad derecesine erişmiş ve onun şartlarını zâtında toplamış bir insanın müstakil görüş sahibi olmasında toplanıyor…” Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu özetle; “Mezheplerin Telfiki’nin bâtıl olduğunu işaretlemekle birlikte, dört hak mezhep hâricinde olan mezheplerin bâtıl olduğunu, ibadetlerde ve amêlî bazı meselelerde âlimler arasında olan ihtilafın çok geniş bir rahmete vesile olduğunu ve avamdan olan herkesin bir mezhebe intisab etmesinin gerekli olduğunun” altını çizer. Dün, bütün olumsuzluklara rağmen; imkânın ihanetine rağmen dâvadan zerre tâviz vermez bir tavır ve dik duruşla mâziyi ayıklayarak, hâlimizi muhasebeye çeken ve buradan istikbâle sarkmanın usûl ve kaidelerini, taktik ve stratejilerini bir bir işaretleyen, tatbik-uygulamalarıyla “küfrün surlarında gedikler açan” Üstad Necib Fazıl, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Mezhebi’nin vazgeçilmezliğini ve sadâkatini, “Büyük Doğu, İslâmın içinde yeni bir mezheb, meşreb vs. değil, bizzat İslâmın emir subaylığıdır” diye ifade ederek, her türlü sahte oluş ve höykürüşlere müsaade etmemiş ve, “tecrit ufkunda kan terleyen” gencini, “gençliğin mimar namzetleri” olarak takdim etmiştir ki, fikri ve hâli istikâmetimizdir. Nasıl?: “Ruh ve kafaca batağa yayılmış manda rehâvetinden kurtulup, tecrit ufkunda kan terleyen çileye sırt dönmeden, yaşanmaya değer hayat için, canların cânı uğruna can vermeyi cânâ minnet bilerek…” Bu çerçevede; asırların dinamikleri olan hak mezheplerin herhangi birisine, dün olduğu gibi bugün de intisab-ittiba edilmesi gerektiği kat’idir. Hâlen, “kafasına göre takılmak” isteyen yahut irfan hazinelerine rağmen; kafasına göre “bende içtihad edebilirim!” diyen birisinin; “mezhepsizler” ve “telfikçiler”in ya ilim-irfan bilmez bir câhil yahut kendini bilmez bir münkir; bir aptal fâsık veya bir fitneci olduğundan şüphe yoktur. Çünkü; “âlet, kullananın amacına göre hizmet eder” hesabı “neşter”, bir câninin yahut ehliyetsiz birisinin elinde değil, ancak mesleğinin erbabı olan bir cerrah’ın elinde işlerse bir fayda temin edilebilir. Cesaret ve sadâkat; “hadlere riayet ve pazarlıksız teslimiyet!” Adam olmanın bir ölçüsü de, bu.. “Peygamberler Peygamberinin kum tepesine dosdoğru bir hat ve onun kenarlarına da bir sürü çizgiler çizerek belirttiği ve “işte doğru yol budur ve bunlar Sünnet’ime uyan ve Cemaat’i terk etmeyenlerdir” şeklinde târif ve takdim ettiği fırka-ı nâciye; ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebi, asırlardır cesaret ve sadâkatin; “Hadlere riâyet ve pazarlıksız teslimiyetin” adresi, taşıyıcısı ve güdücüsü olmuştur, dolayısıyla bugün de vazgeçilmez olma liyâkatına haizdir. Her ne kadar belli zaman dilimlerinde meselâ, Büyük Selçuklu döneminde Mu’tezile’den bir kısım insanların; kendilerini Hanbeli-Hanefi gibi takdim eden sahtekârların meydan yerinde türemesiyle arada bir tepişmeler olmuş ve yine her ne kadar Ezherli Gazâli ve Karaman gibi bir kısım telfikçilerin, “ehl-i sünnet mezhebindenim!” nakaratıyla ortalığı bulandırma gayretkeşliği oluyorsa da, mutlak müçtehidlere; ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e sadâkat, vazgeçilmezdir... (Sedat Bulut, Ehl-i Sünnet Mezhebi Hakkında Bir Mülâhaza, 28 Kasım 2018, sedatbulut.blogspot.com)
·
164 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.