Gönderi

“Enveriye”den Ayrılma Yıl 1908, esas öykünün gerçekten başlamasından on yıl önce. Osmanlı İmparatorluğu devrimin eşiğindedir. Jön Türkler, 1878 Anayasası hemen geri getirilmezse, İstanbul’a yürüme tehdidinde bulunuyor. Kötü şöhretli uğursuz “kızıl sultan” boyun eğer ve Jön Türkler başkentte ve imparator­lukta iktidarı fiilen ele geçirir. Sultan ile yeni rejim arasın­daki çatışma 1909’a kadar sürer; o yıl sultanın bir karşı dar­besi ezilir ve Jön Türk liderlerden biri, Enver Paşa, başkentin üzerine yürür -Caesar’ın Roma başkentine yürüyüşüyle benzerlikler, Alman çağdaşların gözünden kaçmadı. Hitler, daha sonra, ancak Enver’in başkentin üzerine yürümesiyle Osmanlı İmparatorluğunun canlanabildiğini söyleyecekti. Hitler'in bunu ve Türkiye’yle ilgili daha fazlasını bilmesi tesadüf değildi. 1908-1909’un olayları Avrupa’da, özellikle Almanya’da, ama olasılıkla “Hitler’in Viyana’sında” da ya­kından izlendi. Jön Türklerin kahramanı Enver Paşa da, 1909’da Osmanlı İmparatorluğunun Berlin büyükelçiliğinde askeri ataşelik görevini üstlendi. Alman milliyetçiler, özellikle Berlin’de, Jön Türk Devrimini ve Enver Paşa’yı kutladı; öyle ki, bazı yazarlar 1908’den hemen sonra bir Alman “Türk humması”ndan (Türkenfieber) söz etti. Alman milliyetçiler, Boğaziçi kıyılarında olup bitenlerin 19. yüzyılda Almanya’da ve İtalya’da olanlara ben­zediğine, Almanya’nın güneydoğudaki ortağının güçlenme­sine yol açacak bir ulusal canlanma süreci olduğuna inandı­lar. Enver Paşa’ya "Türk Moltke,” hatta Talât Paşa’ya “Türk Bismarck” denildi. Ama yalnızca Enver Paşa yenilenen Osmanlı İmparatorluğunun simgesi ve Almanya’da tanınan bir medya şahsiyeti haline geldi. Adı, Enver Bey sigaralarının bir reklamı olarak çift katlı Berlin otobüslerinin üzerinde yer aldı ve Potsdam’da bir köprüye onun adı verildi. I. Dünya Savaşı sırasında Doğu cephesine giden Alman trenlerin yan taraflarına tebeşirle “Enveriye” yazıldı. 1920’de Alman ga­zeteleri, herhangi bir açıklama yapmadan Enver’in son sa­vaştaki hedeflerine işaret edebiliyor ve Alman kamuoyunun, neden söz edildiğini bilmesini bekleyebiliyordu. Almanca konuşulan topraklarda Türklerle uzun bir ilişki geleneği vardı. Türklere ve “Türkiye”ye işaret eden ilk belgeler Haçlı Seferleri dönemine, aşağı yukarı İmparator Fried­rich Barbarossa’nın Anadolu’da boğulduğu zamana aitti. On sekizinci ve 19. yüzyıllara kadar Almanların ve diğer Batılı bölgelerin benzer Türk ve İslam algıları vardı.Ama Mozart gibi “a la turca” gidiş, Schwetzingen parkında ve Potsdam’da rastlanan cami-benzeri binaların yer aldığı, “Turquerien” olarak da bilinen çeşitli Doğu parkları, daha eski, özellikle Osmanlıların 1683’teki başarısız ikinci Viyana seferinden sonra, bir Türk büyülenmesine tanıklık eder. Prusya Os­manlI İmparatorluğuyla düzenli diplomatik ilişkileri erken kurmuştu ve daha sonra II. Wilhelm, “güneşte bir yer” arayı­şında Osmanlılann çok önemli olduğunu düşündü. Özellik­le Bismarck sonraki Kaiserreich, Osmanlı İmparatorluğuyla bağlantılı bir dizi politika izlemişti. Bir yanda, Almanya’yı Hint Okyanusuna bağlayacağı düşünülen ve dolayısıyla eko­nomik çıkarları Büyük Güç özlemleriyle birleştiren Bağdat Demiryolu ve diğer demiryolu projeleri vardı. Diğer yanda, Jön Türk Devriminden on yıl kadar önce Osmanlı İmparator­luğuna resmi ziyareti sırasında kendisini bütün Müslüman­ların koruyucusu ilan eden II. Wilhelm vardı.Dünya Müs­lümanları için Almanya’nın özel rolü, I. Dünya Savaşında Ortadoğu’daki Alman propagandasının, “Almanya’da yapı­lan cihat” denilen temel bileşenlerinden biriydi. Daha so­mut biçimde Alman iskân projelerinde somutlaştığı şekliyle, Almanların başka “Doğu hayalleri” de vardı. Bütün bu pro­jelerin ve hayallerin hiçbiri çok başarılı olmamasına rağmen, I. Dünya Savaşının başlangıcında iki imparatorluk arasında derin bağlar vardı. Osmanlı İmparatorluğunun Almanya’nın safında savaşa girmesi, çoğunlukla iddia edilenden daha az şaşırtıcı ve daha az “son dakika” kararıydı. I. Dünya Sava­şında, Osmanlı İmparatorluğunu önemli bir müttefik olarak tanıtmayı amaçlayan yoğun Alman propagandası vardı. Bü­yük Savaşın ortasında Alman Kaiser, ömründe üçüncü kez İstanbul’a gidip, güneydoğudaki müttefikinin önemini vur­guladı. Yalnızca Bağdat Demiryolu değil, çeşitli Alman askeri misyonları da (Prusya ve Bavyera) 1908’e gelindiğinde Almanları ve Osmanlıları birbirlerine daha da yaklaştırmıştı. En önemli misyonlardan birinin başında, daha önce “Silahlı Ulus” (Volk in Waffen)* -I. Wilhelm’in bir ifadesi- başlıklı eseri yazmış Colmar von der Goltz (Paşa) vardı. Goltz Paşa, iki ülke arasında derin karşılıklı etki yumağındaki öğelerden biriydi. Goltz’un kitabında savundukları -ordunun toplum işlerine daha fazla karışması- daha sonra Alman sağının ve aşın sağının Türkiye’deki olayları ve insanları yorumlaması için uygun bir tarif olacaktı: "Doğuştan yöneticiler, aynı za­manda büyük askerdir.” Enver Paşa ve Mustafa Kemal Ata­türk gibi kişiler göz kamaştıran kariyerlerini, büyük ölçüde Liman von Sanders’in (Paşa) Osmanlı ordusunu Goltz’un dü­şüncelerine göre yeniden düzenlemesine borçluydu. Enver Paşa ve Atatürk, Goltz’un yakın zamanda yeniden biçimlen­dirdiği Mekteb-i Erkân-ı Harbiyye-i Şahane’de öğrenim gör­dü ve Volkin Waffen’in Türkçe çevirisini orada okudular. Alman-Türk ilişkisinin bir boyutu da, çok sayıda Alman subayın Türk olan her şeye derinden tutulmasıydı. I. Dünya Savaşından önce Alman askeri danışmanlar imparatorlukta çalışırken zaten “Türkleşmiş”ti. Yalnızca Osmanlı ordusuyla bütünleşmekle kalmamış, Osmanlı meslektaşları gibi giyin­miş ve “paşa” gibi Osmanlı unvanlar da taşımıştı. Bazı "Alman Osmanlılar” iki savaş arası yıllarda Almanya’da ölene kadar Osmanlı unvanlarını taşıyacaktı; Üçüncü Reich’te Alman Osmanlılar, hâlâ Alman askeri unvanlarıyla değil Türkçe "paşa” unvanlarıyla hatır­landı. 1960’larda bile, Federal Alman Cumhuriyetinin res­mi başkanlık belgeleri von der Goltz’a "von der Goltz Paşa” demekteydi. Ama özellikle 1920’lerde Alman askeri paşalar, Alman olağanlığının bir parçası haline gelmişti. Dolayısıyla Alman okurlar "Enver Paşa Tutuklandı,” hatta "Imhoff Paşa Tutuklandı” gibi manşetlerde tuhaf bir şey bulmazdı. Yine de Alman-Osmanlı ve Alman-Türk bağlantısının devam eden önemini, Alman paşalardan çok, Goltz Paşa ile Liman von Sanders Paşa’nın altında hizmet eden diğer "Alman-Osmanlılar” simgeler. Bu, birçok bakımdan, yaşı konusunda yalan söyleyerek askere yazılan, trenle ve at sır­tında önce İstanbul’a ve daha sonra Irak cephesine yaptığı yolculuğun “henüz on altı yaşma basmamış bir çocuğun yaşamında derin etkili bir olay” olduğunu anılarında açık­layan Baden-Baden’li bir delikanlının öyküsüdür. Ama et­kileyici de olsa, zihnine "açıkça kazınan” şey "düşmanla ilk karşılaşmasıydı: “İngilizler -Yeni Zelandalılar ve Hindis­tanlılar- saldırı başlattığında, bize hâlâ görevlerimiz öğreti­liyordu.” Şimdi, geldikten çok kısa süre sonra, Ernst Jünger’i anımsatan terimlerle hatırladığına göre, “ilk muharebemi, ateşle vaftizimi” (italikler özgün) yaşamak zorunda kalacak­tı: “Bu arada Türkler yine ileri sürülmüştü ve bir karşı saldırı başlatıldı... İlerleme sırasında biraz korkuyla ve ürkekçe ölü adamıma göz attım ve hiç de fazla sevinmedim. Bu muhare­be sırasında, siperden çıkan düşmana nişan alıp ateş etme­me rağmen, daha fazla Hindistanlı öldürüp öldürmediğim ya da yaralayıp yaralamadığım konusunda bir şey söyleye­mem. Çok fazla heyecanlıydım.” Osmanlı İmparatorluğunda epeyce dolaşacaktı. Ermeni Soykırımı sırasında olay yerine yakındı. Yine de olaydan hiç olmazsa ikinci elden haberdar olduğunu varsaymak akla uygun olmasına rağmen, anıları bu konuda sessiz kalır. İlk kez öldürmenin dışında, aynı za­manda ilk kez yaralandı ve bugün İsrail’de Tel Aviv’e yakın Wilhelma’da “genç bir Alman hemşire” tarafından tedavi edildiğinde ilk kez aşık oldu. Osmanlı İmparatorluğunda Hicaz ve Kudüs gibi yerlerde savaşmaya devam edecekti ve hem Demir Haç Nişanıyla hem Harp Madalyasıyla ödüllendirildi. Daha sonra, çok daha fazla sayıda insan öldürmek, Auschwitz’in komutanı olarak işinin ayrılmaz bir parçası olacaktı. Bu askerin adı Rudolf Hoess’ti. Aşk, ölüm ve savaş içermesine rağmen, Hoess’inki “çe­perde kalan” bir Osmanlı deneyimiydi. Diğer Alman Osmanlılar Osmanlı İmparatorluğunda işin merkezindeydi; bun­ların arasında geleceğin bir Almanya şansölyesi, gelecekte Üçüncü Reich’in bir dışişleri bakanı, geleceğin Washington, Moskova ve Ankara büyükelçileri, Hindenburg, von Papen ve Hitler’in siyasal danışmanları vardı. Gerçekten de, yalnız­ca birkaç bin Alman askerin imparatorlukta görev yaptığı - birçok diplomatla birlikte- göz önüne alındığında, Üçüncü Reich’in yükselişiyle ve tarihiyle bağlantılı grubun içinde Alman OsmanlIların oranı, Batı cephesinde hizmet sunan­larla karşılaştırıldığında çok yüksektir. Enver Paşa’ya dönersek, 1911’de alelacele Berlin’den ay­rıldı. Farklı bir zamanda farklı bir kişi olarak Alman başken­tine geri dönecekti. İleriki yıllarda yaşamı başarısızlıklarla dolu olacaktı. İtalyanlar Eylül 1911’de Trablusgarp’a saldır­mıştı ve Enver Paşa, artık sözü edilecek gerçek bir Osmanlı donanması olmadığı için, kılık değiştirip kimliğini gizleye­rek Mısır üzerinden oraya gidecekti. Yerel Berberi kabileler­le İtalyan saldırganlara karşı bir direniş başlatmaya çalıştı -başarısız bir çaba, İtalya 1930’lara kadar sorunlu bu Kuzey Afrika vilayeti üzerinde tam denetimi sağlayamamasına rağ­men. I. Dünya Savaşı sırasında Enver, Talât Paşa ve Cemal Paşa’yla birlikte bir üçler iktidarı kurdu ve üçü birden im­paratorluğu de facto yönetti -savaş sırasında de facto Alman askeri yöneticiler Hindenburg ve Ludendorffun Osmanlı eşi. Savaş bitince Osmanlı İmparatorluğunun üç lideri bir Alman denizaltısıyla başkentten ayrılıp Odessa’ya gitti, ora­dan da karayoluyla Berlin’e geçti. Enver’in öyküsü renkli bir biçimde -bir Alman casusu olarak, erken bir Bolşevik olarak ve Orta Asya’da İslamcı bir komutan olarak- devam edecekti; ama Büyük Savaştan uyanıp kendine gelen çok farklı Almanya’nın fazla ilgisini çekmedi. Sonraki yirmi yıl boyunca Almanların imgelemi­ni başka bir Türkün -1911’de Libya macerasında Enver’e eşlik eden, 1917’de Osmanlı veliahtıyla birlikte Alman karargâhını ziyaret eden ve Hindenburg tarafından “İşte, Anafarta kahramanı!” sözleriyle selamlananın- öyküsü ele geçirdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün esrarlı havası etrafında ikinci bir Alman "Türk humması” patladı. Alman kamuoyu Enver’de heyecanlanmıştı; ama Atatürk konusunda, esrik bir çılgınlık içinde olacaktı-yirmi yıl sürecek bir çılgınlık. İkin­ci Türk humması "kronik’leşecekti ve Üçüncü Reich’in son aylarında Hitler’in sofrasında hâlâ hissedilecekti. 2007’nin başında Münih’te yaşlı bir kadın kentin Sosyal Demokrat belediye başkanım işaret ederek "HİTLER TÜRKLERİN DOSTUYDU ve Ude de öyle,” diye bağırdı. Bu isim­siz kadın, Münih’teki mahallesinde yapılması planlanan bir camiyi tehdit olarak hissediyordu. Üçüncü Reich’i hatırlaya­cak kadar yaşlıydı -ve Christian Ude’yi Adolf Hitler’le kar­şılaştıracak kadar da öfkeli. "Türklerin dostu” olarak Hitler? Bu nitelemeyi, Hitler, Üçüncü Reich ve Türkiye üzerine var olan literatürle açıklamak kolay değil. Bu kitap bir bakıma, bu kadının Hitler anısını anlama gi­rişimidir. Nazilerin özellikle matbu medyada Türkiye’yi na­sıl algıladıklarını ve tasvir ettiklerini yeniden inşa ederek, bizzat Nasyonal Sosyalizme bakış şeklimizi değiştirmeye kalkışır. Bunu yapmak için, 1919’dan başlamak üzere Alman gazeteler ormanına dalmalıyız. O yıl Anadolu’da yeni bir şey, Mustafa Kemal Atatürk’ün adıyla doğrudan bağlantılı bir ha­reket -1919’dan Üçüncü Reich’in sonuna kadar Almanya’yı büyüleyecek bir şey- başladı. Bu, birçok bakımdan, tarihyazımsal bir boşluğa yolculuk­tur. 1918’e kadar Almanların İslam, Osmanlı İmparatorluğu ve "Türkler” algısı, o zamana kadar Alman-Osmanlı ilişkileri iyice araştırılmıştır. Ama Almanya’nın ve daha da az ölçü­de Nazilerin Atatürk’ü ve Yeni Türkiye’sini nasıl algıladığı ve resmettiği konusunda bir literatür fiilen yoktur. Yine de Zamanın görüşlerini yeniden inşa etmeye çalışırken, ola­bildiğince metinlerin dilini kullandım. Aşırı milliyetçi söylemin çoğu kez beceriksiz ifadeleri gibi, terminoloji de buna dahildir. Bu yüzden Konstantiniyye ya da Konstantinopolis, ancak 1930’da adı resmi olarak değiştirildikten sonra İstan­bul olur. Alman gazeteler 1930’lara kadar Ankara için “An­gora” sözcüğünü kullanmasına rağmen, burada daha az kafa karıştırıcı “Ankara” sözcüğünü kullandım. Mustafa Kemal Atatürk, soyadını almadan önce de, aynı kişiye işaret edil­diği için Atatürk olarak anılır; İsmet İnönü içinde aynı şey söz konusudur. Onun dışında, olanaklı olduğu sürece yaygın İngilizce kullanıma uydum; ama “Birahane Darbesi” yerine “Hitler Darbesi”ni ve olası “gizemli” çağrışımlarına rağmen, özgün kaynakların Türkiye’yi nasıl anlamlandırdığını gös­termek için “lider” ve “ulusal” ya da “ırksal” yerine “Führer” ve “völkisch”i tercih ettim. Bu kitap, Nasyonal Sosyalizm ve Almanya’nın tarihi konusunda yeni bakış açılan sunar. Bunu, yalnızca bu ta­rihin karışık, uluslarüstü yanlarını araştırarak değil, çoğu kez ihmal edilen kaynaklarla -gazeteler- çalışarak da yapar. Aşağıdaki anlatım özellikle 1920’lerin başından itibaren ve Üçüncü Reich’te Alman gazetelerinden binlerce makalenin okunup çözümlenmesine dayanır. Okuru daha fazla bilgi için bu kitabın sonundaki Kaynaklar ve Tarih Yazımı Üzeri­ne Nota başvurmaya davet ederim. Kitabın göstereceği gibi, erken Weimar yıllarından Üçüncü Reich’in sonuna kadar Türkiye üzerine söylem şaşırtıcı ölçüde bir biçimlidir: İster 1920’lerin başında milliyetçi bir gazetenin sayfalarında, is­ter Üçüncü Reich’te Völkische Beobachter’de, ister Hitler’in düşüncelerinde olsun, Atatürk’e ve projesine ilişkin görüş aynıydı. İlk bölümlerdeki ayrıntılı çözümleme, kitabın geri kalan kısmında anlatılanlara zemin hazırlar. Nazi söyleminin bir­çok yüzünü böylesine kapsamlı bir tarzda sunmak stratejik bir seçimdir. Bunu yapamamak, kitabın çözümlemesinin binlerce metne dayandığına dair iddiamı zayıflatırdı. Daha­sı, önce Alman merkez sağının ve aşın sağının ve ardından Nazilerin Türkiye’yi nasıl görüldüğünün ayrıntılı, bazen tek­rara kaçan izahı okura, bu söylemlerin Alman kamuoyunu nasıl etkilediği konusunda bir fikir verir: Yeni Türkiye’ye ilişkin temel noktalar hiç gündemden düşürülmedi.
·
136 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.