Gönderi

Sırça Köşk Hikayesi
Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: "Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!" demiş. Ötekiler: "Bu sırça köşk de nedir?" diye sormuşlar, beriki: "Durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!" diye onlan peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar. Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. Indikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Bu memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş. Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde: "Allah allah... Amma da acayip memleket ha." diye söylenirlermiş. Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarinda soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormus: "Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?" Ahbapların elebaşısı: "Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?" diye öğrenmek istemiş. "Ne sırça köşkü?" "Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?" "O da neymiş?" Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: "Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!" demiş. Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini birakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar. "Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız." Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu?. Haydi dostlar gidelim!...Halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabanciların yanına sokulup: "Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim" demişler. Yabancıların elebaşısı: "Olmaz... Olmaz... Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil... Masraf ister, malzeme ister, isci ister. Burakın bizi de sırça köşkü olan sehire gidelim!" demiş. Ama halk bırakmamış, "Ne lazimsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!" diye direnmiş. Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki: "İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtan, biz her işinize bakarız..." Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış "Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor." Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler. Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir Aralık "Sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?" diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabin elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış; İşte demiş, su odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu? Şu odalarsa baş yardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!" Halk: "Pekála" demiş, "ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela odadaki ne iş görür? "O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren mallann hesabu- na o bakar, bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?" "Eee... şu odadaki?" "Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur... Oyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?" "Peki, ya şurdaki?" "Sırça koşke girip çıkanların defterini tutar. "Bunu da anladik, ya bu odadaki?" "Sırça köşkün odalarını süpürtür... Halk ne sorduysa cevabını almış bütün odalarla bu oda- larda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmis çünkü bunların kimi surya köşkün ışıkçı başsı, kimi döşekçi başısı, kimi oman yamağı, kimi yamağının yamaga imiş En artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar sonra bu hizmete bakanlann hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça kosktekiler arttıkça, halkta onlan doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça koskün adamlar gelip herkesin yiyeceğini, giyecegini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkısamazmış çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış. Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe İstermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borclu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle, köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar. Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki: "Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlan- diniz, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört bes davar nedir ki?. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!" Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkår, biraz önce oraya canli olarak giren, şimdi kesilip yuzulüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar. Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış; "Iyi ama bu başın beynini almışlar!" Elebaşı balkondan seslenmis Öyle... Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!" Başka biri: "Peki, ya bu başın dili de yok!" diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş Canim, dilin size lüzumu yoki Yemesini beceremezsiniz" Bir üçüncüsü: Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!" Elebaşı ona da cevap vermiş "Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondanda..." Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri Böyle başın da bana lūzumu yok!" diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam hiç bir zaman yıkılmaz, yakılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri ardına ona firlatmaya başlamış göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam enkazlarının altında ezilmiş kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi kurtulmuş. Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş. Ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar Çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihat vermeyi unutmazlarmış: "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün Birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
··
27 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.