Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Dikkat Etmek Hiç de Basit Bir Şey Değildir Holmes ve Watson ilk tanıştıklarında, Holmes hemen Watson'ın geçmişini doğru bir şekilde ortaya çıkarır. Peki ama bu arada Watson'ın izlenimleri nedir? Öncelikle, Holmes'la ilk defa tanışacağı hastaneye girerken çevresine neredeyse hiç dikkat etmediğini biliyoruz. "Bu yerlere aşinayım," diyor bize. " Kimsenin yol göstermesine" ihtiyacı yok. Laboratuvara vardığında, Holmes'u orada buluyor. Watson'ın ilk izlenimi, Holmes'un kuvveti karşısında geçirdiği şok. Holmes, "ondan beklenmeyecek kadar güçlü" bir şekilde Watson'ın elini sıkıyor. İkinci ise, Holmes'un, yeni gelenlere açıklayarak gösterdiği kimyasal deneye olan ilgisine şaşkınlık. Üçüncüsüyse, Holmes'un dış görünüşüyle ilgili yaptığı ilk gerçek gözlem. "[Holmes'un] elinin her yerinin yara bandıyla kaplı olduğunu ve güçlü asitler yüzünden derisinin renginin açıldığını fark ettim." İlk ikisi gözlemden çok, önceki kısımda bahsettiğimiz Bay Yabancı ya da Mary Morstan örneklerinde geçen daha içgüdüsel ve bilinçsiz yargıları andıran izlenimler, daha doğrusu ön-izlenimler. (Holmes neden güçlü olmasın? Görünüşe göre Watson, Holmes'u fiziki yönden pek de kuvvetli olmayan bir tıp öğrencisine benzetmekte biraz aceleci davranmış. Peki Holmes neden heyecanlanmasın? Watson burada da yine neyin ilginç sayılıp neyin sayılmayacağına ilişkin kendi görüşlerini, yeni tanıştığı bu yabancıya atfetmiş.) Üçüncüsü, Holmes'un Watson'la ilgili yaptığı yorumlara, onun Afganistan'da görev yaptığı sonucuna varmasını sağlayan gözlemlerine benzer bir gözlem. Arada tek bir fark var: Watson bu gözlemi yapabiliyor çünkü Holmes parmağına bir yara bandı yapıştırıp, üstüne bir de durumla ilgili yorumda bulunuyor. "Dikkatli olmalıyım," diye açıklıyor. "Çünkü zehirle çok uğraşıyorum." Sonradan anlaşıldığı gibi Watson'ın yaptığı tek bir gerçek gözlem var, onu da zaten durum kendisine belirtildikten sonra yapıyor. Peki bu dikkatsizliğin, son derece öznel ve yüzeysel değerlendirmelerin sebebi nedir? Watson, kendi kusurlarını Holmes'a anlatırken bu soruyu da bizler için cevaplıyor. Zaten müstakbel ev arkadaşlarının, birbirlerinin en kötü özelliklerini bilmeleri gerekmez mi? "İnanılmaz tembelim," diyor. Sorunun özü de işte bu iki kelime. Aslında Watson bu konuda hiç yalnız sayılmaz. Dikkat dendiği zaman, aynı kusur yüzünden, yeri geliyor, çoğumuz altüst oluyoruz. 1540 yılında, Hans Ladenspelder adında bir bakır oymacısı, hazırladığı yedi parçalık seriden bir levhanın çalışmasını bitirmiş: Bir kadın dirseğini sütuna dayamış, gözlerini kapatıp başını da sol eline yaslamış. Sağ omzunun üstünden de ona bakan bir tane eşek varmış. Gravürün adı: "Acedia". Serinin adıysa: "Yedi Ölümcül Günah". Acedia'nın tam olarak kelime anlamı, umursamamak. Kayıtsızlık. Oxford Sözlüğü'nün, "ruhani veya zihinsel üşengeçlik; apati " olarak tarif ettiği bir tür zihin tembelliği. Bu, Benediktin keşişlerinin öğlen şeytanı diye adlandırdığı, dinine sadık birçok keşişi manevi işlerle uğraşmaları gereken yerde saatlerce aylaklığa sürükleyen letarji hali. Günümüzde, dikkat eksikliği bozukluğu, odaklanma problemi ya da kan şekeri düşüklüğü gibi çeşitli isimlerle anılıyor. Kısaca, yapmamız gereken işe odaklanmamızı engelleyen bu lanet şeye, hangi ismi uygun görüyorsak onu veriyoruz. Bunu, ister bir günah, bir ayartma, tembel bir beyin alışkanlığı ister tıbbi bir bozukluk olarak düşünün, fenomenden ortaya çıkan soru hep aynı: Dikkat etmek neden bu kadar zor? Bu aslında tam olarak bizim suçumuz sayılmaz. Nörolog Marcus Raichle'ın yıllarca beyin üstünde yaptığı çalışmalardan çıkardığı sonuca göre insan beyni dalıp gitmeye programlı. Dalıp gitmek beynimizin olağan bir özelliği. Herhangi bir spesifik, münferit ya da hedef-odaklı aktivenin ortasında düşüncelerimiz kesildiği anda, beyin "dinlenme" hali diye adlandırılan temel seviyeye geri döner. Ama sakın "dinlenme" kelimesine aldanmayın çünkü beynimizin asla tam olarak dinlendiği bir an yoktur. Onun yerine, posterior singulat korteks, prekuneus ve medial prefrontal korteksin meydana getirdiği, DMN olarak bilinen, istirahat modu ağında tonik aktiviteye maruz kalır. Bu temel aktivite, beynimizin hem dış dünyadan hem de içsel durumumuzdan sürekli bilgi toplamaya devam ettiğini ve dahası, dikkat etmeye değer herhangi bir şey olup olmadığını anlamak için bu bilgileri sürekli takip ettiğini öne sürmektedir. Potansiyel tehlikeyi tespit etmemize, soyut olarak düşünüp gelecekle ilgili planlar yapmamıza yarayan bu hazır olma durumu, evrimsel açıdan son derece faydalı olabilir ama aynı zamanda bize başka bir şeyi daha göstermektedir: Zihinlerimiz dalıp gitmeye programlıdır. Onların dinlenme modu budur. Bundan fazlası bilinçli bir irade gücünü gerektirir. Modern çağın, çoklu görevin bu kadar çok üstünde durması, doğal eğilimlerimizin de işine geliyor. Ve bu, bazı durumlarda son derece can sıkıcı olabiliyor. Her yeni veri, dikkatimize yüklediğimiz her yeni talep, aslında muhtemel bir tehlikedir. Oooo, der beynimiz; Dikkatimi şuna değil de buna versem, daha iyi olur belki. Ve bunun yanında bir şey daha gelir. Beynimizin sonsuza dek daldan dala atlamasına izin verebiliriz. Sonuç? Aynı anda hem her şeye dikkat edip hem de hiçbir şeye dikkat etmemiş oluruz. Beyinlerimiz dalıp gitmeye müsait olsalar da, aktiviteler arasında geçiş yaparken asla modern çağın taleplerinin hızına erişemezler. Bize gereken şey kendimizi vermeye, odaklanmaya hazır olmaktı; aynı anda birden çok işle ilgilenmemiz ya da bunu son derece seri bir şekilde başarmamız değil. Watson'ın, Holmes'la tanıştığı zaman dikkatini nasıl verdiğine -ya da nasıl vermediğine- bir kere daha dönelim. Sonuçta hiçbir şey görmüyor değil. " ... sayısız şişe vardı," diye belirtiyor. "Alçak ve geniş masalar odaya yayılmıştı, Üzerleri imbikler, deney tüpleri ve alevleri masmavi parlayan küçücük Bunsen lambalarıyla doluydu. " O kadar detay belirtmiş ama hiçbirinin o an asıl ilgilenmesi gereken meseleyle, yani müstakbel ev arkadaşıyla bir ilgisi yok. Dikkat, kısıtlı bir kaynaktır. Bir şeye dikkat ederken genelde başka bir şeyden de fedakarlık etmeniz gerekir. Gözleriniz laboratuvardaki bütün o bilimsel araç gerecin üzerindeyken, doğal olarak odada bulunan adamla ilgili hiçbir şeye dikkat edemezsiniz. Dikkatimizi aynı anda birden fazla şeye verip beynimizin sanki tek bir aktiviteye odaklanmışız gibi performans sergilemesini bekleyemeyiz. Aynı anda iki görevin birden dikkatte ön planda bulunması mümkün değildir. Birinden biri mutlaka odağa oturur. Konuyla alakasız birer parazit olmaya aday görev veya görevler de bir kenara atılır. Ya da daha beteri, hiçbiri odağa oturmaz, hepsi birden parazit olur. Bunu bir de şu açıdan düşünün. Şimdi size birkaç tane cümle sunacağım. Her cümle için iki şey yapmanızı istiyorum: Bir, cümlenin yanına mantıklı için M, mantıklı değil için D yazıp bana cümlenin mantıklı olup olmadığını söylemenizi ve iki, cümlenin son kelimesini aklınızda tutmanızı istiyorum (bütün cümlelerin sonuna geldiğinizde, kelimeleri sırasıyla hatırlamanız lazım). Cümleyi okuyup, mantıklı olup olmadığına karar verip, son kelimesini ezberleyene kadar her cümlede en fazla beş saniye durabilirsiniz. ( Beş saniyede bir öten bir sayaç ayarlayabilir ya da sayacı internetten bulabilirsiniz -ya da hiç olmadı, elinizden geldiğince ortalama bir süre hesabı yapmayı deneyin. ) Çoktan tamamladığınız bir cümleye geri dönmek, hile sayılır. Okur okumaz her cümlenin silindiğini varsayın. Hazır mısınız? Sıcak basmasından korktuğu için aldı yeni şalını. Arabayla engelli bir yolda ilerliyordu, dışarıda deniz manzarası. Evimize tadilat yaptırırken, önüne ekleyeceğimiz tahta bir ördek. İşçiler adamın memnun olmadığını anladılar, görünce yüzündeki gülüşü. Öyle labirent gibi bir yer ki, bulmak çok zor doğru koridoru. Kız baktı bütün oyuncaklarına, sonra oynadı bebeğiyle. Şimdi cümlelerin sonundaki kelimeleri sırasıyla bir yere yazın. Tekrar ediyorum, cümlelere bakıp kopya çekmeyin. Yaptınız mı? Az önce cümle doğrulama ve bellek testini uyguladınız. Performansınız nasıldı? Herhalde başlarda epeyce iyiydiniz. Ama sandığınız kadar kolay bir test çıkmadı, değil mi? Hem zaman kısıtlaması olması hem de cümleleri okurken aynı zamanda onları doğrulayabilmek için bir de anlamak zorunda olmanız, işleri biraz karıştırabiliyor. Yalnızca tek kelimeye odaklanmak yerine, aynı zamanda cümlenin de anlamını kavramak zorundasınız. Cümle sayısı arttıkça, durum daha da karmaşıklaşıyor, mantıklı olup olmadıklarını tespit etmek daha da zor oluyor ve size cümle başına verdiğim süre kısaldıkça, kelimeleri aklınızda tutmakta zorlanıyorsunuz, çünkü elinizde onları ezberlemek için yeterli zaman olmuyor. Hatırladığınız kelime sayısı istediği kadar fazla olabilir, ama ben yine de size birkaç şey söyleyeceğim. Bir, eğer bu cümleleri bir bilgisayar ekranından okusaydınız -özellikle de aklınızda tutmaya çalıştığınız kelimeler üst üste bindiği için testin iyice zorlaştığı ve cümlelerin daha da karmaşıklaştığı son anlarda- ekranda yanıp sönen diğer bütün harf veya resimleri gözünüzden kaçıracaktınız. Gözleriniz direkt onlara bakıyor olsa bile, beyniniz sabit bir şablon içerisinde cümleleri okuyup, anlamak ve son kelimeleri ezberlemekle meşgul olacağı için diğer hiçbir şeyi idrak edemeyecektiniz. Ve beyniniz onları görmezden gelerek iyi yapacaktı -aksi takdirde, size verilen bir görevin tam ortasında olduğunuz için, onları aktif olarak fark ettiğiniz anda tüm dikkatiniz dağılacaktı. Kızıl Dosya'da, evdeki aktiviteyle ilgilenmekle meşgul olduğu için asıl suçluyu elinden kaçıran polisi bir düşünün. Holmes, sokağın boş olup olmadığını sorduğunda Rance (söz konusu polis memuru) şu cevabı veriyor: " Şey, boştu aslında. Yani dikkate almaya değer kimse yoktu." Halbuki suçlu gözlerinin önündeydi. Sadece o bakmayı bilemedi. Bir şüpheli yerine, sarhoş bir adam gördü ve "gerçek" işini yapmakla, yani suç mahallini incelemekle o kadar meşguldü ki, ona aksini düşündürebilecek hiçbir tutarsızlık ya da rastlantı dikkatini çekmedi. Bulunduğunuz ortamda tek bir öğeye odaklandığınız zaman diğer bütün öğelerin yok olduğu bu fenomen, genelde dikkat körlüğü olarak isimlendiriliyor. Bense özen dikkatsizliği demeyi tercih ediyorum. Kavramın öncüsüyse, bilişsel psikolojinin babası, Ulric Neisser. Neisser, alacakaranlıkta camdan dışarı bakarken ya dış dünyayı gördüğünü ya da odanın cama vuran yansımasına odaklandığını fark etmiş. Ama asla aynı anda ikisine birden odaklanamamış. Alacakaranlık ya da yansıma arasında seçim yapmak zorunda kalmış. Bu kavrama da, seçici bakma adını vermiş. Daha sonra laboratuvarında, çeşitli aktivitelerle ilgilenen insanları gösteren, üst üste bindirilmiş iki video kaydını seyreden bireyleri incelemiş. Örneğin, bir videoda iskambil, diğerinde de basket oynayan insanlar varmış. Her ikisi de takip etmesi kolay filmler ama birinde şaşırtıcı bir olay olsa direkt gözden kaçacaktı. Şöyle ki, eğer basketbol oyunu seyrediyorlarsa, iskambil oynayanların bir anda durup tokalaşmak için masadan kalktıklarını fark etmeyeceklerdi. Seçici dinlemede de durum aynı - bu da, 1950'lerde keşfedilmiş, insanların tek kulakla bir konuşmayı dinlerken, aynı sırada öteki kulaklarına söylenen şeyi tamamen duymazdan gelmesi fenomeni. İki fenomen arasında tek fark var, seçici bakma daha geniş kapsamlı bir kavram çünkü sadece bir değil, birden fazla duyuyu ilgilendiriyor ve bu fenomen ilk keşfedildiğinden bu yana üst üste birçok deneyle ispat edildi. Goril kostümü giyen insanlar, tek tekerlekli bisikletlere binen palyaçolar ve hatta bir gerçek-yaşam örneğinde, yolun ortasında duran ölü bir geyik, onlara bakıyor olmalarına rağmen insanların tamamen gözünden kaçtı. Ürkütücü, değil mi? Öyle de olmalı. Farkında olmadan görüş sahamızın içine giren birçok şeyi avuçlayıp çöpe atabiliyoruz. Holmes, Watson'ı gördüğü ama gözlemlemediği için azarlamıştı ama aslında bir adım daha ileri gidebilirdi. Çünkü bazen görmüyoruz bile. Neler kaçırdığımızı dahi fark etmeden dünyanın gözümüzün önünden gelip geçmesine izin vermek için ille de aktif olarak, bilişsel çaba gerektiren bir görevle meşgul olmamız şart değil. Örneğin, keyifsiz olduğumuz zamanlarda, mutlu olduğumuz zamanlarda gördüğümüzden daha az şey görürüz. Diyelim aynı manzaraya bir kere iyi geçen bir günde, bir kere de kötü geçen bir günde baktık. Kötü geçen günde daha az şey fark ederiz, beynimiz daha az girdiye izin verir. Dikkat vermediğimiz sürece farkında olamayız. İstisnasız. Evet, farkındalık minimal düzeyde dikkat gerektiriyor olabilir ama yine de bir miktar dikkat şart. Hiçbir şey otomatikman olmuyor. Dikkat etmediğimiz bir şeyin farkına da varamıyoruz. Şimdi şu cümle-doğrulama testine bir kere daha dönelim. Camdaki yansımaya aşırı odaklanarak yalnızca o meşhur alacakaranlığı kaçırmakla kalmadınız, aynı zamanda beyninizi düşünmeye zorladıkça göz bebekleriniz de genişledi. Muhtemelen göz bebeklerinizin büyüklüğüne bakarak ne kadar zihinsel çaba sarf ettiğinizi hemen anlayabilirdim. Hatta sadece zihinsel çabanızı değil, ayrıca hafıza yükünüzü, testteki rahatlığınızı, hesaplama hızınızı ve üstüne üstlük locus coeruleus'unuzdaki (beynin yegane adrenalin deposu ve hafıza erişimi alanı, çeşitli anksiyete sendromları ve seçici dikkat işlemiyle alakalı olan bölümü) sinirsel aktiviteyi üç aşağı beş yukarı tahmin edip, teste devam edecek misiniz yoksa pes mi edeceksiniz, anlayabilirdim. Fakat işte sizi cesaretlendirecek bir şey: Antrenmanın, sürekli egzersizin önemi ve faydası gayet net ortada. Düzenli olarak cümle doğrulaması yapsanız -ki bazı denekler bunu yapıyor- göz bebekleriniz zamanla küçülecek, hatırlamak sizin için daha doğal bir hal alacak ve mucizelerin mucizesi, daha önce gözünüzden kaçan harfti, resimdi, bilmem neydi derken hepsini fark etmeye başlayacaksınız. Hatta kendinize, daha önce bunu nasıl fark etmedim ya, diye sorabilirsiniz bile. Öncesinde külfetli gelen bir görev, artık alışkanlık halini almış, daha doğal ve zahmetsiz bir aktiviteye dönüşmüş olacak. Diğer bir deyişle, kolaylaşacak. Bir zamanlar Holmes Sistemi'nin hüküm alanında kalan bir şey, çaktırmadan Watson Sistemi'nin içine sızacak. Ve bütün bunların olması için tek gereken birazcık egzersiz, ufak bir doz da alışkanlık oluşturma. Beyin istediği zaman son derece hızlı bir öğrenci olabiliyor. İşin sırrı bu işlemi tekrarlamakta. Cümle-doğrulama gibi bilişsel görevin soyut doğasından yoksun, düşünmemize ya da dikkat etmemize gerek kalmadan sürekli olarak yaptığımız temel bir şeyde, beynin hem çalışmasına, hem öğrenmesine hem de eskiden zahmetli olan bir işi zahmetsiz hale getirmesine izin vermekte. Daniel Kahneman, üstüne basa basa Sistem l'in yani Watson Sistemi'mizin eğitilmesinin zor olduğunu iddia ediyor. Neyi seviyorsa onu seviyordur, neye güveniyorsa ona güveniyordur ve bunu asla değiştiremezsiniz, diyor. Peki çözümü ne? Sistem 1 'i zorla denklemden çıkartarak bütün işi Sistem 2'ye -yani Holmes'a- yaptırın. Örneğin, işe yeni birini alırken kendinize bir kontrol listesi çıkarın, karakter özelliklerini de oradan takip edin. Hatırlayacağınız gibi yeni biriyle tanıştığınız ilk birkaç dakika içinde oluşan izlenimlerinize sakın güvenmeyin. Bir sorunu teşhis ederken kendinize çeşitli basamaklardan oluşan bir kontrol listesi yapın. Bu sorun şikayeti olan bir hasta, bozuk bir araba, yazarken tıkanma ya da günlük yaşantınızda karşılaştığınız herhangi bir sıkıntı olabilir. Sorun her ne olursa olsun, içgüdü denen şeyle hareket etmeyin. Kontrol listeleri, formüller, yapısal prosedürler: Elinizdeki en iyi imkanlar bunlar. En azından Kahneman'a göre öyle. Peki ya Holmes'un çözümü ne? Alışkanlık, alışkanlık, alışkanlık. Ve bir de motivasyon. Ustaca kararlar verip gözlemler yapmak istediğiniz alanlarda uzmanlaşın. Alanlardan kasıt, insanların mesleklerini tahmin edip, düşünce dizilerini takip etmek, hal ve tavırlarından hissettiklerini, içlerinde bulundukları ruh halini ve düşüncelerini anlamak mı? Güzel. Ama aynı zamanda dedektifin uzmanlık alanı dışında kalıp da yine güzel olan başka şeyler de var. Örneğin, bir bakışta yiyeceğin kalitesini anlamak, ya da satranç tahtasına bakıp bir sonraki hamleyi kestirmek, ya da basketbolda, pokerde veya bir iş toplantısında rakibinizin tek hareketinden niyetini anlamak ... Tam olarak elde etmek istediğiniz şeyi elde edebilmek için yeterince düzgün bir şekilde seçici olmayı başarırsanız, erken harekete geçip Watson Sistemi'ne çenesini kapatmasını öğretmiş ve böylece de size vereceği zararı aza indirmiş olursunuz. Burada önemli olan, düzgün ve seçici bir antrenman -zihinsel farkındalık- ve düşünce biçiminize hükmedebilmeniz için gereken arzu ve motivasyon. Kimse bunun kolay olduğunu söylemiyor. İş bu noktaya geldiğinde, özgür dikkat diye bir şey yoktur, hepsi bir yerden gelmek zorundadır ve ne zaman dikkat kaynaklarımızın üzerine yeni bir talep yüklesek, ne bileyim yürürken müzik dinlesek, maillerimizi kontrol ederken bir yandan da çalışsak ya da medyayı takip etsek, birinden birine karşı farkındalığımızı, onu ilgili, dikkatli ve verimli bir şekilde ele alma becerimizi kısıtlamış oluruz. Dahası, kendimizi yıpratırız. Dikkat, kısıtlı olduğu gibi kaynağı da sonsuz değildir. Kaynağı sonuna kadar kurutursak, bütün sistemi yeniden başlatmamız gerekir. Psikolog Roy Baumeister, otokontrolden söz ederken kas benzetmesi yapar. Bu benzetme dikkat konusuna da çok uygun bence. Tıpkı kaslarda olduğu gibi otokontrol mekanizmamızın da efor kapasitesi bir yere kadar dayanır. Aşırı kullandığınız takdirde yorulur. Yorulan kasları takviye etmek gerekir. Bu takviyeyi de fiziksel olarak glikoz ve dinlenme periyoduyla yaparız. Yani anlayacağınız, her zaman zinde olmak için Baumeister'ın söz ettiği, mecazi bir enerji değil. Gerçi arada moral verici konuşmaların bir zararı olmaz. Aksi takdirde performansımız düşer. Evet, kaslarımız kullandıkça büyür (otokontrolünüzü veya dikkat kabiliyetinizi geliştirebilir, dikkatinizi daha uzun periyotlarla, daha zorlu görevlerde kullanabilirsiniz) ama bu büyümenin de bir sınırı var. Hormon kullanmadığınız sürece -ki insanüstü bir dikkat için Ritalin veya Adderall kullanmaktan pek bir farkı yok- er ya da geç sınırlarınıza erişirsiniz, hatta hormon bile size ancak bir yere kadar yardımcı olabilir. Peki bu kası kullanmayı aksatırsanız ? Gitgide ufalarak egzersiz öncesindeki boyutuna geri döner.
·
300 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.