Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ne Zamana Kadar? Eğridir gölünün yeşil kamışlar biten kıyısında, Höyük'de bir küçük kulübenin sarı ışıkları parlıyordu; bir deniz feneri fırtınaya tutulmuş gemileri nasıl kırmızı alevine çağırırsa bu da kendilerine sığınacak bir yer arayan yolcuları öylece sarı ışığına davet ediyordu. Bu ışığa doğru ben de gittim; bu kulübenin önünde duran ak şaçlı bir ihtiyar, bütün yorgun simalı yolcular gibi beni de kulübeye aldı; burda bana da bir yer verdi. Şahit olduğumuz faciaların yanık hikayelerini eski felaket destanlarında ki efsaneli bir dille birbirimize nakil ve hikaye ettik. Ağladık; gözyaşlarımızı birbirine karıştırdık, kendimizi birbirimizin içinde erittik. Lakin ıstırabın gururunu alınlarımızdan düşürmedik. Ümidin alevini kalblerimizde söndürmedik. Uzun geceyi böylece geçirdik. Sabah oldu. Kulübeden dışarıya çıktım, altıma bir posteki yaydım, sırtımı duvara verdim, ayaklarımı uzattım; gölü seyrediyordum. Burası çok güzel bir yerdi, lakin Ademsiz ve Havvasız kalmış bir cennet gibiydi. Aşk, rüya, ümit, saadet yeşil yuvalarını, çiçekli dallarını terk etmiş ve kanatlarını başka göklerin altına açmış kuşlar gibi burdan uzaklaşmıştı. Benim bu gölün sularında gördüğüm yanan beldelerin ve yanan mabetlerin gökleri kaplayan küme küme dumanlarının akisleriydi. Benim bu gölün sahilinde işittiğim ateş ve ölümden kaçanların kağnılarının gıcırtılarıydı. Ben bunların elemi altında ezilirken uzaktan bir karaltı gördüm. Karaltı, göle doğru gelmeye, yaklaşmaya başladı. Baktım; sırtlarındaki urbalar gibi etleri dökülmüş, çiğnedikleri topraklar gibi renkleri sararmış birkaç hasta asker birbirlerinin koluna girmişler, vücutta kalan son kuvvetleri birbirlerine ekleyerek, yolun ağaçlarından kopardıkları budaklı değneklere dayanarak yavaş, titrek adımlarla sürükleniyorlarmış gibi kulübeye doğru geliyorlar. Yanıma geldiler, oturdular. İçlerinden birinin çarıklarına çamur dolmuştu; yavaş yavaş kalktı. Çarıklarını aldı, yıkamak için göle gitti. Yıkadı, getirdi; kurusun diye bir taşın üstüne koydu, geldi yine yanıma oturdu. Bu sırada ağaçların arasından iri bir köpek çıktı. Taşın üzerindeki çarıklardan birini kaptı, kaçmaya başladı. Bunu gören hasta asker titrek elini yere doğru uzattı, değneğini aldı. Doğrulayım dedi, doğrulamadı. Kalkayım dedi, kalkamadı. Yarı doğrulmuş, yarı kalkık bir halde değneği köpeğin arkasından attı. Atarken yere düştü. Alnı taşa geldi, yaralandı. Ben kulübenin önünde duran ihtiyara sordum: "Bu köpek hangi köyün?" dedim. İhtiyar, şaşkınca yüzüme baktı. Acı bir sesle: "Bilmiyor musun efendi? Köylerde adam kaldı mı ki? Köylerde aç kalan, yollara dökülen bu köpekler neredeyse gelip geçen yolcuları paralayacaklar. Neredeyse anaların kucaklarındaki çocukları kapıp yiyecekler." dedi. Başımı çevirdim, askere baktım. Boynu, kırılmış bir ağaç gibi bükülmüştü. Gözlerinin pınarlarından yağmurlu bir havada (sonbahar) yapraklarından düşen damlalar gibi yaşlar akıyordu. Gözümün önüne bu zavallıyı köyüne götürecek olan taşlı ve dikenli yollar geldi. Gözümün önüne bu zavallının bu taş ve dikenli yollar üzerinde çıplak ve kanayan ayaklarla yürüyüşünün acıklı hayali geldi. Bu kanlı levha önünde titredim. Zevk ve şehvetlerini doyurmak için vatanları birer malikane, milletleri birer esir yapmak isteyen ve bu aziz kardeşleri hak ve hürriyetlerini korumak için yuvalarından, sevgililerinden ayırarak hicran ve ölüm yollarına düşüren hırs ve gururun insanlarını lanetledim. İsyan ve gazap dolu bir sesle: "Ne zamana kadar arzın üzerinde bu Allahsız'ların devri sürecek? Ne zamana kadar bu zavallılar bu taş ve dikenli yollarda çıplak ve kanayan ayaklarla yürüyecekler ve kanlarıyla vatanlarının topraklarına acı mukadderatlarını (alınyazılarını) yazacaklar?" diye haykırdım. Mustafa Kemal Atatürk 5 Eylül 1921
Sayfa 41 - TDK
·
51 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.