Gönderi

İlkbaharın köklerine kaynaşan bütün öyküler arasında bir tanesi var ki, çok uzun zaman önce gecenin malı olmuş, semanın dibine ebediyen yerleşmiş, yıldızlı mekanların sonsuz eşlikçisi ve fonu olmuştur. Her ilkbahar gecesi, ne olursa olsun, bu öykü kocaman adımlarla, kurbağa vıraklamalarının ve durmadan çalışan değirmenlerin üstüne çıkar. Bir adam gecenin değirmenleri tarafından serpiştirilen donuk yıldızlar altında yürür, kucağında, pelerininin altında bir çocuk taşıyarak kocaman adımlarla yürür gökyüzünde, hep yoldadır, bitimsiz bir uzamda durmak bilmeyen bir yolculuk içindedir. Ah, o kocaman yalnızlığın hüznü, ah gecenin enginliğinde öksüzlüğün ölçüsüzlüğü, ah o uzak yıldızların parıltısı! Bu öyküde zaman değişmez artık. Her an, yıldızlı ufuklardan geçer, büyük adımlarla yanımızdan geçer ve bu hep böyle olacaktır, hep yeniden başlayacaktır, çünkü zaman bir kez rayından çıktı mı, ayağının altındaki zemin kayganlaşacak, dipsiz bucaksız bir biçimde yinelenmeyerek tükenmez olacaktır. Adam yürür ve kollarındaki çocuğu taşır; geçişin kesik devamlılığını açığa çıkarmak için gecenin acı düsturu olan bu nakaratı bilinçaltında tekrarlarız, bazen yıldızların karmaşıklığıyla örtülür, bazen sonsuzluğun estiği uzun suskun zaman aralıklarında tamamen görünmez olur. Uzak diyarlar yakına geliverir, korkunç bir ışıltıyla parlar, sonsuzluk aracılığıyla sessiz, dilsiz işaretlerle şiddetli sinyaller gönderirler; adamsa ilerler, oradaki fısıltılar, gecenin müthiş tatlı kandırmacaları ve sessizliğin dudaklarında biçimlenen kimsenin dinlemediği o tek sözcük karşısında güçsüz, yeknesak ve umut vermeyen bir biçimde küçük kızı sakinleştirir.
Sayfa 161 - Aylak Adam Yayınları161, 162
14 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.