(Haziran ayı öykü etkinliği)
Bir yakınınızın cenazesinde hayal edin kendinizi (Allah gecinden versin). Namaz kılınmış, cenaze defnedilmiş. Gözde yaş, gönülde hüzün, elde mevtanın hayrına dağıtılan kıymalı kır pidesi. İşte o kıymalı kır pidesi; ölenle ölünmediğini, hayatın her şeye rağmen devam ettiğini simgeliyor. Kıymalı pide deyip geçmeyin içinde ne hakikatler gizli. Mesela; o ölüm ve hüznün sizi sarmalaması gereken anda pidenin lezzetine dair fikir yürütebilecek durumdaysanız, rahmetliyi pek sevmediğiniz sonucunu da çıkarabiliriz. Ben de şu an bir cenazedeyim ve pide gerçekten lezzetli.
Ev taziyeye ve cenaze yemeğine gelenlerle hınca hınç dolu. Herkesin acıyan gözleri üzerimde. Hocanın güzel sesi ile okuduğu Yasin, ortamın duygusal yoğunluğunu arttırıyor. Cenazeler bizde düğün telaşıyla karşılanır. Ölenin sevenlerinin ona son görevini yerine getirmekteki heyecanlarını anlıyorum. Ama sanki insanlar belli bir prosedürde üzülmeye zorlanıyor gibi geliyor bana. Bir de bu cenaze yemeği konusu var, kafama yatmayan. Ölüm haberi gelince birilerinin ilk iş olarak mutfağa girmesi trajikomik değil mi? Gerçi insanlar bir yerde haklı, cenaze evine karnı acıktığı için gelen bir sürü münasebetsizle muhatap oluyorlar. Mesela şu çaprazda oturan akraba kişisi kendisine ikram edilen çayı “yeğenim yengenlere söyle şuna az daha dem eklesinler” diye geri çevirdi. Çayının demi insanın gamından daha önemli bu adam için. İnşallah cenazesinde helvası çok lezzetli olur ve onu hep öyle hatırlarım. Tamam sakin olmam lazım. Ben bu cenazenin ev sahibiyim. “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.” (Yasin, 9-10). Oku hocam oku, ağzına sağlık.
Aslına bakarsanız en yakınımı kaybettim. Yedi aydır aynı masada yemek yediğim, aynı salonda oturduğum, geceleri aynı yatakta yattığım kişiyi: Eşim Ayşe’yi (Yani en azından fiziksel olarak fazlasıyla yakındık). Eceli gençliğine ve elim bir trafik kazasına yazılmış. Üzücü tabi… Allah rahmet eylesin. Ağır hastalık geçirip ölenler için yakınlarını teskin sadedinde ‘Allah kurtardı’ derler. Ayşe de hayatı, sanki bir hastalıkmış gibi sürekli ondan yakınarak yaşadığı için Allah’ın kendisini kurtardığını varsayabiliriz. Ki kendisinin benle sık sık paylaştığı duaları da hep bu yöndeydi. (Allah canımı alsa da kurtulsam). Hoca “ölülerinizi hayırla yad edin” dedi. O yüzden size Ayşe ve evliliğim ile ilgili verebileceğim bilgiler sınırlı.
Babamın amcası aldı mikrofonu eline. Kendisi cami derneğinin başkanı ve hacı olduğu için bu merasimde minik bir performans sergilemenin hakkı olduğunu düşünüyor galiba. ‘Kurukafa’ adlı arabesk bir ilahi okuyor. Yav amca hadi sesinin kötülüğünü, detone oluşlarını falan bir tarafa bırakalım, bir genç kadının cenazesinde icra edilecek eser mi bu?! Yan odadan annemin hıçkırık sesleri geliyor. Neye ağlıyor kim bilir kadıncağız, bu iç gıcıklayıcı parçada. Genç yaşta ölen gelinine mi, dul kalan oğluna mı, kucağında bir torun bile olamayışına mı? Bu arada evliliğimizin mimarı annemdir. Bir akraba toplantısında görmüş en son çocuk olarak gördüğü Ayşe’yi. Bilmem neyinin nesi oluyordu inanın unuttum. Tabi gelinlik çağdaki bu kızın her halini iyice süzmüş. Bir soruşturma, kızın görüşüp ettiği biri de yok. Bana, çok hanımefendi kız bir görüşseniz, teklifiyle başladı her şey. Anacığım, hadi ben evlilik çağı gelmiş ve gençlikte kanın hızlı akması sebebiyle sağlıklı düşünemeyen bir konumdaydım, senin basiretini bağlayan neydi? Gerçi sen de haklısın evlilik biber gibi yemeden tatlı mı acı mı olduğunu bilemezsin.
Bir tane daha kıymalı pide istesem ayıp olur değil mi? Ailecek yemeğe biraz düşkünüz de. Bu evliliğe sebep olan huylarımdan biri sayılır. Annem Ayşe’yi bana övdüğü bir zaman şöyle demişti: “Oğlum, kıza kaç sefer dikkat ettim bir kere bile tabağında tek lokma bırakmadı. Tabağında lokma bırakmayan kız alınır. Neden? Çünkü israf etmez, bıraktığın parayla evi çekip çevirir. Seni borca, güce sokmaz. Tabağında yemek bırakan nazlı büyütülmüştür, yokluk görmemiştir. Onun nazıyla uğraşamazsın. Tabağında yemek bırakan yarın bir gün senden sıkılır, seni de bırakır. Hem tabağını sıyıran yemek ayırt etmez. Her yemeği seven senin de her halini sever. Sıkıntı da çekseniz, yokluk da görseniz ekmeğin arasına soğan koyar yer, gıkını çıkarmaz. Demem o ki bu kız alınır yavrum. Gül gibi geçinir gidersiniz.” Annemin yemek adabı, ev ekonomisi ve karı koca ilişkileri üzerine bu olağanüstü ikna edici konuşmasından sonra kendimi nikah memuruna evet derken buldum.
Aslında annem farkında olmadan aradığım aşkın tarifini yapmıştı. Görmesini bilen için yemek ile aşk arasında sıkı bağlantılar kurulabilir çünkü. Mesela bir yemeği, hoşlanmasan bile sırf sevdiğin kişi yaptığı için yemek, içinde yığınla mesaj barındıran bir durumdu. Sevmediğin yemeği, sadece o yaptığı için yiyordun. Onun sevgisi her şeyi sevilebilir kılıyordu. İşte sevgi. Onun emeğine, yemeği pişirirken alnında kabaran her boncuk tere, mutfakta geçirdiği her dakikaya hürmet gösteriyordun aslında. İşte saygı. Hayatta ağzına sürmeyeceğin yemeği onun hatırı için yiyerek, “ben senin için neleri göze almam ki” mesajı veriyordun. İşte fedakârlık. “Bu yemek masasında vazgeçemeyeceğim tek şey sensin, sen hep böyle karşımda ol da gerisi mühim değil” diyordun. İşte vefa. Herhangi bir yerde çok daha güzelini yiyebilecekken onun hazırladığından başkasını gözün görmüyordu. İşte sadakat. Önündeki nahoş yemeğe baktığında aklına kendi açlığın değil beğenmediğin takdirde onun kırılabileceği geliyordu. İşte empati. Aşk bir tabağın dibini sıyırmak değilse nedir a dostlar? Yaa yemek meselesini küçümsemeyin demiştim. Gel gör ki teoride çok güçlü sayılabilecek bu düşünce pratikte iflas etmişti. Allah var evliliğimiz boyunca Ayşe tabağında tek bir lokma bile bırakmadı ama aynı şeyi benim hayat neşeme de uyguladı.
“Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah'ın şanı yücedir! Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.” (Yasin, 83). Dayanamıyorum ben de ağlamaya başlıyorum. Neden ağlıyorum? Genç yaşta ölen şu kadına mı, bir gün benim de ölecek olmama mı, daha mutlu bir evlilik yapamadığıma mı, yoksa onun daha mutlu bir evlilik yapamadığına mı, ziyan olan aylarıma ve psikolojime mi, çektiklerime mi, çektirdiklerime mi, bilemiyorum. Zaman zaman onun ölmesini istediğimi hatırlıyorum utanç ve pişmanlıkla. Bir yerde okuduğum bir söz avuturdu beni; İnsanları öldürmeyin, biraz bekleyin zaten ölecekler, gibi bir şeydi. Bu sözün kabul olan dualarımdan biri olacağını nereden bilebilirdim. Umarım hiçbiriniz eşinizin bir fani olmasına sevineceğiniz bir evlilik yapmazsınız. Ölüm, hem ölen hem kalan için yeni bir başlangıç sayılır. Yeni başlangıçlarla teselli ediyorum kendimi. Ayşe’ye de yeni hayatında başarılar diliyorum içimden bir Fatiha okuyarak. Gözyaşlarıma aldanan hoca ayrılırken “üzülmeyin, Mevlam cennetinde kavuşturur inşallah” diyor. Aman hocam ne diyorsun sen. Mübarek adamsın kabul falan olur söylediklerin. Korku dolu bir bakışla uğurluyorum kendisini.
Milleti gönderdikten sonra gürültü olsun diye televizyonu açtım. Boş kalan ev hüzünle dolmuş gibi. O an, yalnızlığın yarattığı boşlukta Ayşe’yi hiç unutamayacağımı hissettim. Ne olursa olsun pek çok ilkimi onunla yaşamıştım (Aklınıza fena şeyler gelmesin). Kendisi benim hayattaki en büyük tecrübemdi. Acı da olsa tecrübeydi nihayetinde. Her şeyiyle hayatıma sirayet eden bu insan belki de benim kişiliğimin bir parçasıydı artık. Neyse bunları düşünüp aylardır yorgun olan kalbimi ve zihnimi daha fazla yormamalıyım. Bir süre istirahat etsinler. Mutfağa yöneliyorum. Evliliğim boyunca yatak odasında arayıp da bulamadığım mutluluğu benden esirgemeyen mutfağa. Cenazenin de tesellisi ona düştü. Midem kazındı, kalan pidelerden biraz atıştıracağım. Televizyondan Barış Manço’nun ‘Unutamadım’ şarkısı ulaşıyor kulaklarıma. Bastırmaya çalıştığım hüznüme kader istihza ile cevap veriyor herhalde. Soğan da soymadım, gözlerim niye yanmaya başladı?
“Gözlerimde yaş, kalbimde sızı -elimde kır pidesi- unutmadım seni.”