Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

240 syf.
10/10 puan verdi
·
6 günde okudu
" ... aynanın üstündeki güvercin resmine bakıyordum. Tuhaf bir denge vardı resimde, yarı açık kanatlarıyla güvercin bir yere mi konuyor yoksa uçmaya mı hazırlanıyor belli değildi. " Kitabı okurken aklıma hep 53. sayfada okuduğum bu cümleler geldi; romanın tamamında vardı bu belirsizlik, bu sebeple ben sonunun da böyle muğlak olmasını diledim hep, hiçbir kayıpla ilgili net bir şey öğrenmeyi beklemedim çünkü bana göre böyle bir kesinlik kitabın büyüsünü bozar ve bütünlüğünü zedelerdi. Bu bir macera romanı değil, "acaba sonunda ne olacak, acaba katil kim" şeklinde sorular sorduğumuz bir roman değil, dolayısıyla kayıpların nedeniyle yahut sonucuyla hiç ilgilenmedim ben. Neyse ki finali beni oldukça tatmin etti. Neyse, yorumuma sondan başlamak biraz garip oldu sanırım. Köy ve şehir olmak üzere iki farklı mekândan anlatılan kurgusuyla bize, satırlarına buram buram varoluşçuluk felsefesi sinmiş bir hikâye anlatan ve bunu ağır bir felsefî dil ve anlatım ile değil de son derece yalın, hatta olayların çoğunu bir köye taşıyarak da oldukça sıradan (dolayısıyla da bizden) insanlar üzerinden; herkesin anlayabileceği, anlayamasa da okuyabileceği ve herkesin öyle ya da böyle güzel bir okuma deneyimi yaşayabileceği yoldan yapan bir roman Gölgesizler. "Var olmak, var olmamak, varken yok olmak, yokken var olmak, varlığında yok olmak, yokluğunda var olmak" gibi konular üstüne epeyce düşündürdü beni; özellikle kitapta beni en etkileyen karakterlerden biri olan Cennet'in oğlu üzerinden anlatılan, kendi bedenine gizlenerek yok olmak meselesi üzerine çok düşündüm. " Göz göre göre yok olmuştu o; kendi görünürlüğünün derinliklerine çekilmişti. Her gün her yerde karşılaşılacaktı eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak, ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhâlde kendi varlığına karışarak yok olmak en akıllıca yöntemdi. Belki de bu yüzden delirmişti Cennet'in oğlu; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti. " Cennet'in oğlu demişken biraz ondan bahsetmek isterim çünkü dediğim gibi kitapta beni en etkileyen karakterlerden biriydi. Adı yok, insanların onu algılayışlarındaki değişime göre şekillenen lakapları var; çoğu zaman Cennet'in oğlu, bazen hortlak, hep meczup. Güvercin'in kaybından sorumlu tutulmasındaki doğruluk payı hiçbir zaman net değildi kitapta, buna rağmen ben masum olduğuna inandım onun. Annesinin adı Cennet'ti, pekâlâ başka bir isim seçilebilirdi ama hayır, yazar Cennet demişti annesine, ve o da Cennet'in oğluydu. Bu yüzden bana hep masum geldi. Uğradığı kötü muameleye dayanamayıp aklını yitirişinde, köyde farkındalığı en yüksek olan kişi oluşunda, Güvercin'i bulup getirişinde, yine de kimseyi suçsuzluğuna inandıramayışında, köylü tarafından günah keçisi seçilişinde ve tıpkı mitolojide anlatılan, kendi kuyruğunu yiyen "Ouroboros" yılanı gibi kendi sonunu kimseye bırakmayıp kendisinin hazırlayışında bir masumiyet vardı bence. Ayrıca bu Ouroboros metaforunun aynı zamanda Cennet'in oğlunun o köydeki hiç bitmemiş ve bitmeyecek, hep devam edecek olan döngüyü temsil ettiğini düşünüyorum. Güvercin'ler, Cıngıl Nuri'ler hep kaybolacak, Muhtar'lar hep kaybolanların ardından kaybolacak, Cennet'in oğlu gibi, Ramazan'ı öldüren at gibi birileri hep suçlanacak, taşlanacak, öldürülecek. O yılan hep ölecek, ve yeniden yeniden doğacak. Tekrarların tekrarlarından ibaret olan hayat o kadar tekrar edecek ki kendini, insanlar alışacak buna, fark etmeyecekler bile, umursamayacaklar fark etseler de. " İşte böyle, insanlar burnumuzun dibinde doğuyor, burnumuzun dibinde yaşıyor, sonra birdenbire yoklara karışıyor da biz fark edemiyoruz. " Biraz alakasız olabilir ama köylünün Cennet'in oğluna, Güvercin'e, Ramazan'ı öldüren ata hatta dağdaki ayıya olan tavırlarını, yaşananların hıncını birinden alma isteğini ve bu hıncın da ancak kanla alınabileceğini düşünmelerini okurken aklımın bir köşesinde hep Yaşar Kemal'in "Yılanı Öldürseler" kitabı vardı. Gücünün yettiğine saldıran, gücünün yettiğini yargılayan, gücünün yettiğini öldüren ve böylece adaleti sağladığı tatminiyle rahata eren köylü bana o kitabı hatırlattı. Tabii Hasan Ali Toptaş Gölgesizler'de her ne kadar bireye ait bir sancı olan varoluşu irdelemiş olsa da yüzeyde, derindeki ayrıntılarında toplumsal ve hatta politik de birçok konuya dokundurmuştu kalemini. Bir türlü ulaşılamayan devlet daireleri, bizim için dağlar kadar büyük olan, dünyalar kadar önemli, değerli olan bir konunun devletteki karşılığının neredeyse yokluk kadar az, bir nokta kadar yoka yakın oluşu, yaşını başını aldığı için fikirleri "bilir kişi" sayılan ve tek vasfı kahvehanede pinekleyip olan biten hakkında çeşitli yargılamalar yapmak olan "karar merci yaşılar heyeti" gibi insanı düşündüren dokundurmaları vardı. Sonuç olarak; beni bir hayli etkileyen harika bir kitaptı Gölgesizler. Film uyarlamasını henüz izlemedim, muhakkak izleyeceğim ancak film müziği olan Candan Erçetin'in "Ben Kimim" şarkısını zaten yıllardır severek dinliyordum, kitabı okuduktan sonra kitabı ne kadar güzel yansıttığını anlayıp bir kez daha sevdim. Bunu da belirteyim karmakarışık yorumumun sonlarına bir yere. " Bekçi, bakışlarıyla uzanıp önlerine kalın bir çizgi çekmişti sanki; geçemiyorlardı. Gene de gözleri, bayrak direğinin dibinde oturan Cennet'in oğlundaydı. Cennet'in oğlu onların gözlerindeydi ya da; yüzlerceydi yani, yüzlerce gözbebeğinin içinden başını kaldırmış, bayrak direğinin dibindeki kendine bakıyordu, korkarak... Aynı korku onda da vardı tabii, o da korkuyla bakıyordu köylülerin gözlerinden bakan kendine... Belki ne o onları, ne de onlar onu görüyordu. Görebildikleri yalnızca korkuydu; elleri urganla bağlanmış, Cennet'in oğlu kılığında, uçsuz bucaksız bir korku... "
Gölgesizler
GölgesizlerHasan Ali Toptaş · Everest Yayınları · 202012,7bin okunma
·
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.