Budala Bir BohemRobert Walser, birçok yazarda olduğu gibi, eserleri öldükten sonra tanınan bir yazar. İsviçreli yazarın hayatının en dikkat çeken yanıysa, psikolojik rahatsızlıktan dolayı ölümüne kadar olan son 27 yılını Psikiyatri Kliniklerinde geçirmiş olması. Bu dönem içerisinde mikrogram adı verilen minyatür elyazısıyla kâğıt parçaları üzerine metinler yazmış. Bu metinler ancak o öldükten sonra anlaşılıp deşifre edilebilmiş. Haydut da bu deşifre sonucu doğan bir eser. 1956’da ölen yazardan 16 yıl sonra 1972 de ilk kez basımı yapılmış. Eserleri; yazarları ve yazarlarının hayatlarından bağımsız düşünemeyeceğimizin gerçekliğine yaslanarak kitaba bakarsak; Haydut’u; gittikçe daha bohem bir hayata saplanan yazarın, psikiyatri kliniğinde kendiyle baş başa kalarak derin düşüncelere daldığı zamanda yazıldığından ve yazarın yaşamıyla koşutluklar içerdiğinden, Walser’in araya mesafe koyarak kendini anlatma çabası olarak değerlendirebiliriz.
Roman, Haydut diye isimlendirilen başkarakteriyle bir bohem hayat anlatısı sunuyor. Bu anlatı, düzensiz parçaların yığılarak bir bütünü oluşturmasından meydana gelmiş gibi. Düzensiz bir laf kalabalığının üzerinize geldiğini düşünebilirsiniz. Bazı bölümlerde ilginç tespit ve güzel sorgulamalar yer alırken, durmadan soluksuz devam eden ve daldan dala atlayan bir anlatı, okuru yoruyor hatta kimi zaman bunaltıyor da. ‘Ustaca yapılmış dilsel bir başıbozukluk’ olarak nitelenen bu tarzından dolayı kitap, herkese hitap etmiyor. Laf kalabalığını sevmeyen, belirgin-doğrusal bir kurgu bekleyen, bir paragraf uzunluğundaki tek cümlelerden uzak duran, uzun bir anlatımdansa okuduğu kurgunun belli bölümlerle ayrılmasını isteyenler bu kitaba zor tahammül ederler, kitabı tamamlayabilirler mi? Şüpheli.
Haydut için bohem, ayran gönüllü, serseri, hödük diyebilirsiniz, romanın çeşitli yerlerinde de bu nitelemelerin bazısı geçiyor zaten. Ama ‘budala’ sözcüğünün onu epey karşıladığını düşündüm okurken. Nasıl doğru iletişim kuracağı üzerine pek düşünmeden hareket eden ve küstahça yaklaşımlar gösteren Haydut, kadınlara olan ayran gönüllü ilgisi ve bohem yaşamıyla tam bir ‘aylak adam’ figürünü gözümüzde canlandırıyor. Kitabın son sözünde çeşitli yabancı kaynaklardan yapılan alıntılarda soğuk ve sağlıksız iletişiminden dolayı Haydut için; kendini anlamaktan âciz bir ‘ahmak’, bir ‘budala’, ezelden dangalak bir gönül böceği, ağzıkalabalık gibi nitelemeler kullanılmış. Bu haliyle bakarsak; Haydut karakterinin, anlatıcının kitap sonundaki ‘hoş biri olduğu, tanınması ve selamlanması gerektiği’ yönündeki beyanına rağmen o kadar da sevilmediğini görebiliriz.
Romandaki Haydut ile yazar Walser’ın hayatları arasında birtakım benzerlikler olduğundan bahsetmiştik. Son sözde, Walser’ın toplumsal dışlanmışlık ve damgalanmışlığa maruz kaldığı yazıyor. Sonrasında da kendine kalan iki miras sonucu iyice insanlardan kopuk, bohem bir yaşam sürmeye başlıyor. Sonunda ise Psikiyatri Kliniği’ne yatması gerekiyor. Eserde de burjuva toplum düzenine uyum sağlayamayan Haydut’un, amcasından kalan miras ile daha bohem bir yaşamı tercih ettiğini görüyoruz. Sonları aynı olmasa da Haydut, Walser’in kendi öznesini nesneleştirerek kendi perspektifini bizlere sunduğu bir karaktermiş gibi geliyor.
Böyle bir yaşam üzerinde düşündüğümüzde, onun bize hatırlattığı da şu oluyor: Sosyal bir varlık olarak yaratılan insan, kimseye ihtiyacı kalmayacak bir maddi güce eriştiğinde asosyalliğe, insanlara sırt dönmeye meylettiğinde ruhsal rahatsızlıklar geçirerek iyice kendi içine düşüyor. Maddi güce erişmesi insanın muhtaçlığını gidermiyor. “İnsan, insanın kurdu” denmiş olsa da yine insana, insan iyi geliyor. Hareketlerin pervasızlaşması, başkalarının varlığını gözeten ölçünün kaybolması insanın kendi felaketinin de başlangıcı oluyor. Çevrenizde ayrık otları yerine güllerin bitmesi büyük talihtir. Böyle bir durumda elde iki seçenek var: Bahçeden vazgeçmek ya da sadeleşmeye gidip ayrık otlarını temizlemek. Büyük resimde yapacağınız tercihe göre sonuçlar daha ağır oluyor elbette.
Peki Haydut’un durumu nasıl ve nedenleri ne? Biraz Haydut’u anlamaya çalışalım: Toplumla anlamlı bir ilişki kuramayan ve topluma bir faydası olmayan beş parasız Haydut, miras sonrası bohem yaşamında bile hala daha düşünce reflekslerinde, çevresindekilerin sürekli ‘kendine yazık ettin’ biçiminde tepkiler vereceklerinden çekiniyor. Yazacağı romanı “böyle derler, şöyle derler” diyerek hor göreceklerinden kaygılanıyor. Onun bu vardığı pervasızlığında, bohem yaşamı seçmesinde; yaşadığı kötü tecrübeler, toplumla uyum sağlayamamış olması rol oynuyor. Bu, kendini değersiz hissetmenin, sürekli beğenilmemiş olmanın, kendinde kusur bulunmasının izleri. Hiçbir sonuç nedensiz doğmaz. Haydut bir de gittiği doktora: “belki de benim hastalığım… çok fazla sevmekten ibarettir. İçimde insanı dehşete düşürebilecek miktarlarda sevme gücü stoklanmış ve ne zaman sokağa çıksam, derhal herhangi birine kanım kaynıyor, bu nedenle de her yerde karaktersiz bir insan olarak görülüyorum…” diyor. Bu hiç sevilmemekten dolayı olabilir mi mesela? ‘İçinde insanı dehşete düşürecek bir sevgi stoku’ olması durumu da bu özlemden dolayı. Ama Haydut sevilmediği gibi nasıl seveceğini de bilmiyor. Yani içinde böyle bir ateş varsa da onu doğru biçimde dışarı çıkaramıyor. Hep yüzeysel ya da patolojik boyutta kalıyor. Bunun bir nedeni de sağlıklı iletişim kurmaktan uzak bir asosyal olması. Böyle oldukça da daha fazla toplumdan ayrışarak kendi marjinalliğini pekiştiriyor. Başka bir yerde neden Haydut olduğu üzerineyse şunlar yazar: “Babası iyi kalpli ama yoksul biri olduğu için. Ve heyhat zaman zaman bu nüktedanlığından başka hiçbir araca başvurmadan zalimleri tepeden tırnağa yırtıp parçalıyordu… Haydut büyük bir vicdana sahip olmak için fazlasıyla ince yapılıdır; onun sadece çok hafif ve küçük bir vicdanı var; onu hissetmiyor bile ve bu vicdan öylesine kılcal ve esnek ki, kendine hiç azap çektirmiyor ve bu da onu fazlasıyla memnun ediyor tabii.” Yani bu sayede de bohem yaşayabiliyor rahatlıkla.
Kitabın anlatımında dikkat çeken yanı; sık sık tekrar eden ‘sonra anlatırım, sonra değineceğiz’ tipi vaat kalıplarının kullanılmış olması. Daha ikinci cümleden başlayan bu vaatler, okuyucunun dikkatini çekiyor. Her vaat haliyle beklenti doğuracağından, anlatıcının o ucundan söylediği şeyleri anlatmasını bekliyorsunuz. Ancak bu vaat borçları ödenmek şöyle dursun yerine yenileri gelmeye başladıkça, tekinsiz bir anlatıcıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bir yerden sonra artık onu bu konuda ciddiye almıyoruz. Bu anlatı biçimi, bir deliliği bize çağrıştırdığı gibi, akla, normal hayatta konuşmayı seven geveze arkadaşın anlattıkça dallanan meseleyi, yeni olayların girizgahını yaparken ‘onu sonra anlatırım’ tipi dönüşlerle aralık vermeden daldan dala atlayarak anlatımını sürdürmesi geliyor.
Anlatıcının güven vermeyen bu tekinsizliği ve sanki çoğul bir gruplarmış da Haydut’u da içlerine dahil etmişler tipi konuşmaları bir yerden sonra bu hikâyeyi bir deliden dinliyormuşsunuz hissini veriyor. Ya da şöyle diyebiliriz: çok kişilikli birinin, diğer kişiliği üzerinden bir kişiliğini anlatması gibi.
Sonuç olarak Haydut; okuruna ilginç bir deneyim sunan ve okurunu biraz zorlayan bir roman. Bir sürü altı çizilecek cümle (özellikle de ortalarında, yoğunlukla), üstüne düşünülecek sorular ve ilginç tespitler var. Katılmayacağınız fikirler de olacaktır elbette ancak o söylemin sizi üzerine düşündüreceği, sorgulatacağı da kuvvetli bir ihtimal. -7.5/10-